Gerard De Villiers – 24 Malta Seferi

Londra yolcularına son çağrı… Bay Godfrey Borg’un danışmaya gelmesi rica ediliyor… Bay Godfrey Borg, lütfen danışmadan çağrılıyorsunuz… Hoparlörün boğuk sesi terminalin çıplak duvarlarında yankılanıyordu. Uzun bir kuyruk oluşturan yolcular polisten ve gümrükten geçmek için bekliyorlardı. Geç kalan üç, dört yolcu heyecanla Malta Havayolları’mn tezgâhına dayanmış, yer ayırttırmaya çalışıyorlardı. John Fitzpatrick belki yirminci kez saatine baktı. Yeri çoktan ayrılmıştı. Birkaç dakika sonra kapılar kapanacaktı ve Godfrey Borg hâlâ gelmemişti. Hoparlörün metalik sesi yine aynı teraneyi söylemeye devam etti. Sanki geç kalan yolcu anonsla içerde belirebilirmiş gibi. John Fitzpatrick ellerini eski yağmurluğunun ceplerine sokup terminalin önüne çıktı. Yoldan bir taksinin gelip gelmediğine baktı. Görünürlerde hiçbir şey yoktu, içeri girdiği zaman Malta Havayolları’nın önünde kimse kalmamıştı. Kapılar kapanmış, Godfrey Borg uçağı kaçırmıştı. John Fitzpatrick sinirli bir tavırla ellerini dağınık kızıl saçlarının arasından geçirdi. Ne demekti bu? Gözleriyle holü taradı ve birden Libya Havayolları’nın önündeki üç Arap dikkatini çekti. Libya Havayolları’nın hiçbir 5 uçuşu olmadığı halde, uçak bekler gibi görünüyorlardı.


O anda kolundan birinin çekiştirdiğini hissetti ve kıvırcık saçlı esmer bir çocuk gördü. — Siz John Fitzpatrick misiniz? Kızıl saçlarıyla farkedilmemesi olanaksızdı. İngiliz onaylarcasına başını salladı. — Evet, benim. — Bu sizin için. Çocuk ona beyaz bir zarf uzattı ve koşarak uzaklaşıp terminalden çıktı. John Fitzpatrick içinde beyaz bir kart olan zarfı açtı. Sadece birkaç kelime yazılmıştı:”Sizi LaValletta’da,Malta Gazinosu’nda bekliyorum.” Kartı buruşturdu ve cebine soktu. Kendini bilinçsizce savunmaya hazırladı. Bu olağan bir geç kalma değildi. Godfrey Borg Malta’yı terketmeyi bu kadar istemesine rağmen uçağa gelmemişti. Çok önemli bir sebebi olmalıydı. Neyseki John Fitzpatrick valizini bagaja vermemişti. Eskimiş valizini alarak kalbinde duyduğu o sıkışmayla taksi sırasına doğru yürüdü.

Geceyi Londra’da üyesi olduğu Elçiler Kulübü’nde geçireceği için ne kadar sevinmişti. Fakat görev her şeyden önce gelirdi. Birden masmavi gökyüzü düşman gibi göründü. LaValletta’ya doğru ilerlerken bir ses taksinin camlarını titretti. Londra uçağı havalanmıştı. * ** Godfrey Borg, gazinonun üç büyük salonundan en büyüğünün gerilerinde bir yerde oturmuştu. Malta’mn bu en gözde gazinosu, zevksiz ve bakımsız tozlu mobilyalarla döşenmişti. Koltukların derileri yer yer çatlamıştı. Garsonlar kirli beyaz ceketleriyle 6 uyuyormuş gibiydiler. Çevredeki loş hava, resmi bir İngiliz kulübününkinden çok daha bunaltıcıydı.Tabii bu durum, biraz da zamanla kararmış ve zayıf bir ışık bile yansıtmaz hale gelmiş maun kaplamalardan ileri geliyordu. John Fitzpatrick çayına hiç dokunmadan ve Godfrey Borg’un bir kelimesini bile kaçırmadan dinliyordu. Korkusunu dışa aksettirmemeye çalışarak her şeye baştan başlamak gerektiğini düşündü. Borg’un sigarasını inceledi. Yavaşça titriyordu.

O da korkuyordu. İzlendiğini hisseden Godfrey Borg sigarasını söndürdü. — Şimdi sizden ayrılacağım, dedi. — Bırakın sizin yanınızda olayım, diye ısrar etti John Fitzpatrick. Böylesi daha emin. Godfrey Borg yavaşça başını salladı. — Hayır, teşekkürler. Strait Caddesi’ne bakan kapıdan çıkacağım. Genellikle orası kapalıdır. Beni izleyeceklerini sanmıyorum. (Yüzüne zoraki bir gülümseme yayıldı.) Bu tersliğe çok üzüldüm. Birkaç gün sonra sizinle burada irtibat kurarım. Yani, öyle sanıyorum… — Mutlaka, dedi John Fitzpatrick. Mutlaka… Godfrey Borg kalktı, tokalaştı ve yavaş adımlarla salonun sonuna doğru yöneldi.

Onun gözden kaybolduğunu görünce John Fitzpatrick’in kalbi sıkıştı. Malta Gazinosu Valette’in tam merkezinde bulunuyordu. Karşısında demir parmaklıklarla çevrili Başkanlık Sarayı vardı. John Fitzpatrick biraz önce öğrendiklerini düşündü. Malta’nın 183 senelik İngiliz hâkimiyetiyle kazanmış olduğu sakin havaya 7 rağmen, Sicilya’dan 100 kilometre ve Libya’ nın başkenti Trablus’tan 350 kilometre uzakta yer alan birkaç yüz kilometrelik bu alan için katı bir yeraltı savaşı hüküm sürüyordu. John Fitzpatrick in kalktığını gören kapıcı, kulübesinden seslendi: — İyi günler, efendim! 1955 yılından beri Malta bağımsızdı. Uzun bir süre İngiltere hâkimiyetinde varlığını sürdürmüştü. Arapça, İspanyolca, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce karışımı olan Maltaca, Maltalı olmayanlar için anlaşılması güç bir dildi. —Teşekkürler, diye cevap verdi John Fitzpatrick. Dışarı çıktı ve gürültülü Republic Caddesi’ nde yükselen Kraliçe Victoria’nın son derece çirkin heykelinin karşısında durdu. La Valletta, dar merdivenli ve eğimli sokaklarıyla, kırmızımtırak bir taşla inşa edilmiş binalarıyla ve gülünç bir şekilde süslenmiş balkonlarıyla Napoli ve San Francisco’nun karışımı bir yerdi. Günün bu saatlerinde, dışarda’ sağır edici bir gürültü hüküm sürerdi. Kaldırımda tek bir yöne doğru ilerleyen kalabalık caddeye taşmıştı. John Fitzpatrick bulunduğu yerde taksi bulamama tehlikesi olduğunu düşünerek çantası kolunda, kalabalığa karıştı. On metreden fazla ilerlememişti ki, adamın biri hızla ona çarptı.

Bir an olduğu yerde döndü. Aynı anda sol baldırında, sanki büyük bir sinek sokmuşcasına bir acı duydu. Küfrede küfrede başını kaldırdı ve gülümseyen, siyah bıyıklı adamı gördü. — Affedersiniz, bayım! 8 Kendisine çarpan adam, sıcağa rağmen bol bir pardösünün içinde kaybolmuştu. Gözleri, siyah saçları, mat teni, kısaca her şeyi bir Arap olduğunu belli ediyordu. Adamın yanında aynı şekilde giyinmiş, kolunda şemsiye olan biri vardı. Belki de Libya asıllı bir Maltalıydı. John Fitzpatrick’in yüzünde nazik bir gülümseme belirdi ve Republic Caddesi’ne dönmeye çalıştı. Görünürde hiçbir taksi yoktu. Malta Gazinosu’nun karşısındaki küçük meydanda durdu. Sonra Merchant Caddesi’ne doğru gitmeye karar verdi. Kaldırımdan inince ayağını burktu. Dengesini bulmak için yaptığı hareketten sonra, biraz evvel bir sızı hissettiği baldırında kramp gibi korkunç bir acı duydu. Kaslarını zorlayarak birkaç adım attı, fakat olmadı. Tam aksine acı daha da fazlalaştı.

Bacağı kıvrıldı, öne doğru tökezlendi. Elindeki deri çanta düştü. Biraz sonra, onu koltuk altlarından kavrayan iki güçlü kol hissetti. Önündeki Başkanlık Sarayı’mn siyah cephesi sarsılır gibi dalgalanıyordu. Başı dönüyor, bacağı kaynar suya batırılmış gibi yanıyordu. Aynı sıcaklık korkunç bir hızla bütün vücuduna yayılmaya başladı. Kaygı dolu kalın bir ses duydu. — İyi değilsiniz, bayım. Bırakın size yardım edeyim. John Fitzpatrick anlaşılmaz bir sesle mırıldandı: — İyiyim, teşekkür ederim. Fakat baş dönmesi devam ediyordu. An i bir mide bulantısıyla sarsıldı. Yavaş yavaş önündeki görüntüler kayboldu. Arasıra, ayakta kalmasına yardım eden iki adamı ayırt edebiliyordu. Biri elinden düşen deri çantayı yerden almıştı.

İki adam onu Republic Caddesi’nden geçirdiler. Dar yolun sonunda limanın üzerinden mavi gökyüzünü ve gemileri hayal meyal gördü. O garip sıcaklık hep yukarı çıkıyor, midesini sarıyordu. Her şeye rağmen yine de hoş bir duyguydu. Kendisini morfin yemiş gibi hissediyordu. Bacakları artık görevlerini yapamıyordu. Hiçbir dayanağı olmasa düşerdi. Ayakları yolda sürükleniyor, park etmiş arabalar rengârenk, kocaman hayvanlar gibi görünüyordu. Kendisini karşıdan karşıya geçirip Libya Kültür Merkezi’ne doğru götürdüklerini farketti. Başını çevirince Başkanlık Sarayı’mn önündeki polisler tarafından merakla izlendiğini gördü. Aralarından iki tanesi diğerlerinden ayrılarak ona doğru yöneldi. İngiliz polisleri gibi mavi giyinmişlerdi, tek farkları silah taşımalarıydı. Adamlar durakladı. John Fitzpatrick başını kaldırdı ve karşı binada dalgalanan yeşil, beyaz bayrağı gördü. Durup dururken gösterilen kardeşçe ilginin nedenini anladı.

Kurtulmak, kendilerine yaklaşan polislere doğru koşmak istedi. Beynini kollarına ve bacaklarına söz geçirmesi için zorladı, ama başaramadı. Bütün adaleleri felce uğramıştı sanki… Neyseki polisler yanlarına gelmişti. İçlerinden biri selam verdi. — Size yardım edebilir miyiz, bayım? John Fitzpatrick’i tutan adamlardan biri dişlerini göstererek sırıttı. — Hayır teşekkürler, arkadaşımız hastalanıo dı da. John Fitzpatrick onların arkadaşları olmadığını, La Valletta’nın ortasında kaçırıldığını, kendisinin MI 5 ajanı, yani ingiliz Gizli Servisi görevlisi olduğunu söylemek istedi. Fakat sesini bile çıkaramadı. Sıcaktan baş dönmesi fazlalaşmıştı. İki polis onun ne durumda olduğunu bilemezdi. Kalp krizi geçiren birinden farkı yoktu. — Bir ambulans çağırmak ister miydiniz? diye sordu polis, bu adam bayağı hastaya benziyor. — Bizim de yapacağımız buydu, diye cevap verdi İngilizi tutanlardan biri. Kültür Merkezi’mizde çok iyi bir doktor var. Teşekkürler, çok çok teşekkürler.

Birkaç saniye polislerin bakışları altında yürümeye devam ettiler. Sonra polisler ikna olmuş bir şekilde Başkanlık Sarayı’na doğru ilerledi. Malta şiddetin tanınmadığı küçük ve sessiz bir adaydı. Polislerden biri sarayın yakınındaki manava doğru yöneldi. Görevine geri döndüğü zaman, John Fitzpatrick ile “arkadaşları” Libya Kültür Merkezi’ne girmiş, gözden kaybolmuşlardı. * ** Binbaşı Ebu Dofar, Muhammed Callud’a kızgın kızgın baktı ve sonra patladı. — Aptal köpek, ölürse ne yapacağız? John Fitzpatrick bir kamp yatağında çıplak, burun delikleri sıkışmış, yüzü morarmış, kesik kesik nefes alarak yatıyordu. Libya Kültür Merkezi’nin doktoru başını salladı ve: — Eğer doz öldürücü değilse nefes almasındaki anormallik yavaş yavaş kaybolur,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir