Gerard De Villiers – 26 Surinam

Juliüs Harb, Blauwgrondstraat Caddesi’ ni hızlı adımlarla geçtikten sonra, kalabalığın arasına karıştı. Verandalardan duyulan değişik “Merenge” melodileri sokağı dayanılmaz bir gürültüyle doldurmuştu. Paramaribo’nun tek özgürlüğü, bu müzik sesiydi. Curcunadan uzak Blauwgrondstraat Caddesi, pazar akşamları gülünç bir bayram yerine dönerdi. Bu cadde Java Mahallesi’nde, Paramaribo’nun tam kuzeyindeydi. Köy havası taşıyan masalar ve aralıksız banklarla dekore edilmiş derme çatma lokantalarda, yöre ailelerinin tek işi yemek yapmak ve müşterilere hizmet etmekti. Kot pantolonu ve polo gömleğiyle pek dikkat çekmeyen Julius Harb, kalabalığın içinde sessizce ilerlemeye devam etti. Sömürgelerde doğmuş Avrupalılara özgü yüzü, yassı burnuyla anlamsız bir ifadeye sahipti. Az sonra gözü, yeşil boyalı küçük bir eve takıldı. Bir su kanalının üstüne konmuş tahta parçasıyla yola bağlanan bu sessiz ev, Bauwgrondstraat’ın neşeli gürültüsüyle tam bir tezat meydana getiriyordu. Julius Harb birkaç adımda su kanalının üstündeki tahta geçite varmıştı. Sayısız kanallarıyla Paramaribo, Bangkok’u andırıyordu. Julius Harb eski bir şezlongun 5 bulunduğu verandayı geçtikten sonra kapıya iki kez vurdu. Kapının kanadı açılınca içeri girdi. Kapıyı açan genç kadın hiç konuşmadan kendini Julius Harb’ın kollarına bırakmıştı.


Julius Harb onu geri iterek yüzünü avuçları içine aldı. My-lai Surinam’da ender rastlanan saf ve temiz Çinlilerden biriydi. Sevimli yüz hatları, kalkık burnu ve etli dudaklarıyla oldukça çekiciydi. Siyah perçemini eliyle yukarı ittikten sonra: — Gelmeyeceksin diye öyle korktum ki!., dedi. Julius Harb’ın elleri genç kadının çıplak omuzlarından aşağıya, ince beline doğru kaydı. — Bruine bonen*’i annemden bile iyi pişirdiğini sen de biliyorsun! My-lai mutlu bir şekilde güldü. Beline, teniyle aynı renkte sarı bir peştemal bağlamışt ı. İnce bedeni dolgun gögüsleriyle tezat teşkil ediyordu. — Aç mısın? diye sordu. — Hem de nasıl! Salon L şeklinde bir divanla döşenmişti. Divanın hemen önünde alçak bir masa vardı. Tuğladan örülmüş küçük kitaplıkla hasır koltuklar bu dekoru tamamlıyordu. Çinlilere özgü, kâğıttan yapılmış bir gece lambası salonu loş bir ışıkla doldurmuştu. Julius Harb gömleğini çıkarıp koltuklardan birine fırlatınca kemerindeki silah ortaya çıktı.

45’lik otomatiği masanın üstüne bıraktı. (*) Bir tür tavuk yemeği 6 My-lai bakışlarını ters yöne çevirdi: Silahlar onu her zaman korkuturdu. Diğer Surinamlılar gibi o da şiddetten nefret ediyordu. Aşığına siyah bir peştemal uzatarak: — Rahatına bak, dedi. Yemeği hazırlayayım. Genç kadın mutfağa yönelince, Julius Harb bir süre gözleriyle onu izledi. My-lai’nin ailesinin küçük bir dükkânı vardı. Kendisi de Mazda mümessilliğinde sekreter olarak çalışıyordu. Kiraladığı evinden ayda altmış florin kira ücreti alıyordu, ama paraya fazla ihtiyacı olduğu söylenemezdi. Mutfaktan bir müzik sesi duyuldu, fakat kalabalık sokağın gürültüsü müzik sesini bastırıyordu. My-lai dans etmeye bayılırdı. Önceleri, her pazar akşamı, Paramaribo’nun en iyi diskoteği olan Skorpio’ ya giderlerdi. Ama artık bu olanaksızdı. Julius Harb bir an, başçavuş olduğu günlerde My-lai’nin kendisini Memre Boekoe Kışlası’ nın çıkışında beklediği zamanları düşündü. Bütün arkadaşları My-lai’ye hayrandı.

Hayat, o günlerde çok daha basitti. My-lai sofadaki minderlere uzanmış, Julius Harb’ı seyrediyordu. Boşalmış bira şişeleri ve akşam yemeğinden kalan artıklar hâlâ alçak masanın üzerindeydi. My-lai aşığına eğilerek: — Yemeği beğendin mi? diye sordu. — Harikaydı, diye yanıtladı Julius. Genç kadın dudaklarını dudaklarına kapattıktan sonra: — Seni seviyorum, diye fısıldadı. Sonra dudaklarını sevgilisinin bedeni bo7 yunca dolaştırarak onun en dokunulmadık yerlerini keşfetmeye koyuldu. Genç Çinli dilber erkeğin kalbine giden yolun midesinden geçtiğini bilmekle beraber, onu memnun etmenin diğer yollarını da çok iyi biliyordu. Kaslı bedeniyle Julius Harb nazik Çinli dilberin yanında başka bir dünyadanmış gibi duruyordu. Genç kadın gözlerini kapatmış, kesik kesik inliyordu. Hafif bir çığlık attıktan sonra dişlerini aşığının boynuna geçirdi. Julius Harb sakinleşmesini bekledikten sonra My-lai’ yi divanın üstüne yatırdı. Ona sahip olduğunda genç kadın bir çığlık daha attı. My-lai kendi kendine itiraf etmekten çekinmesine rağmen Julius ile sevişmekten sonsuz bir haz duyuyordu. Julius Harb ise, sevgilisiyle vedalaşmak için buraya gelmekle kendini ne denli tehlikeye attığını düşünüyordu.

Birkaç saat sonra, şafak sökerken, Saramacca Kanalı ‘nda bekleyen sandala binecek ve Surinam’ı terkederek Carolina’ya gidecekti. Arkadaşları arabayla onu alacaklar ve Maroni ile sınır çizen Fransız Guyanası’na doğru yol alacaklardı. Yöre zencileri onu kayıkla karşı kıyıya attıkları anda, artık tamamiyle güvenlikte olacaktı. Ülkesini terketmek fikri Julius Harb’ın kalbini sıkıştırıyordu, ama ne yazık ki başka seçeneği yoktu. Odada vantilatörün gürültüsünden başka ses duyulmuyordu. Dışarıya tam bir sessizlik hakimdi. Julius Harb saatine baktı: On ikiyi yirmi geçiyordu. Sokağa çıkma yasağı saat on ikide başlardı. Aniden bir araba sesi duyunca kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Herhalde polis birlikleri !. devriye geziyorlardı. Yine de doğrularak bedenini My-lai’den ayırdı. Homurtu sesi yaklaşıyordu. Dirseği üstüne dayanan My-lai de dışardan gelen bu sese kulak verdi. Gecenin sessizliği içindeki gürültüler olağandışıydı.

Zayıflayan motor sesi az sonra kesildi. Bu ani sessizlik Julius Harb’ı rahatlatacağı yerde, kaygılarını daha da artırdı. Araba evin tam önünde durmuştu! Julius Harb yapmış olabileceği ihtiyatsızlıkları düşündü. Kimse, hatta annesi bile bu son geceyi nerede geçireceğini bilmiyordu. İzlenmediğinden de adı gibi emindi. Hiç konuşmadan ayağa kalkarak slipini ve pantolonunu giydi. My-lai peştemalım beline doladı. Önce açılıp kapanan kapıların sesi, ardından da ayak sesleri duyuldu. Bütün sokak halkı uyanmış, etrafı gözlüyor olmalıydı.My-lai silahı Julius’a verdi. Bakışlarıyla çeltik tarlasına açılan mutfak kapısını göstererek fısıltıyla konuştu: — Git! Julius Harb silahı aldı. Namluya kurşun sürülüydü. Eğer tarladan kaçabilirse, onu bulmak için çok uğraşmaları gerekecekti. Sonra, kendisini kurtaracak sandala varmak için şafağın sökmesini bekleyebilirdi. Ama ya My-lai?.

Davetsiz misafirler intikamlarını genç kadından almaya kalkışabilirlerdi. Ayak seslerinin yaklaşmasıyla kapıya indirilen bir darbe camları titretti. My-lai daha kapıyı açacak zamanı bulamadan, bir omuz darbesiyle kanat titredi ve sürgü kendiliğinden açılıverdi.Ellerinde Uzi’leri,üç adam evin içine daldılar. Komando üniformaları giymişler, kırmızı berelerini kulaklarına dek indirmişler- di. Arkalarından gelen dördüncü adam elindeki fenerle odanın içini taradı. Sanki gece lambasının ışığı odayı yeterince aydınlatmıyordu. — Julius! At onu elinden!diye bağırdı. Daha önce emrinde çalıştığı için Julius Harb’ı yakından tanırdı. Julius, silahını bırakmazsa ne olacağını çok iyi biliyordu. Adamlar rahat hareket edebilmek için içki içmiş olmalıydılar. Julius Harb silahını yatağın üstüne atınca, şimdi teğmen olan eski çavuşu silahı avuçladı. — Giyin ve hemen gel, diye emir verdi teğmen. Julius Harb ne pahasına olursa olsun şansını denemek istiyordu. — Benim kim olduğumu bilmiyor musun? dedi.

Yoldaş Bouterse ile 80 İhtilâli’ni yapan bendim. Bir katil değilim. Teğmen rahatsız olmuşçasına başını iki yana salladı. — Seni tutuklamak için emir aldım. Yapabileceğim bir şey yok. Derdini Memre Boekoe’dekilere anlatırsın. Haydi, çabuk! Memre Boekoe, Desi Bouterse ile Julius Harb’ın ortaklaşa yönettiği 1980 İhtilali’nin başlatıldığı kışlaydı. Sonraları iki adam anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Desi Bouterse devrim hareketine marksist bir yön vermek istemişti. Son büyük münakaşaları geçen aralıkta, ayın 8’inde olmuştu. O gece Desi Bouterse’ın partizanları kendilerine başkaldıranların tümünü, sendikacıları, avukatları, gazetecileri tutuklamışlar ve öldürmüşlerdi. Surinam’ın seçkin insanları bir bir yok ıo edilmişti. Julius Harb uzun süre Desi Bouterse’e karşı çıkmış, bunun üzerine Desi Bouterse de eski dostunu yok etmek için elinden geleni ardına koymamıştı. Bu konuda ona yardım edenler Kübalı dostlarıydı. Kübalılar, Julius Harb’ın Surinam Ordusu ve halkı arasında itibarı olduğunu biliyorlardı.

Bu nedenle Kübalılar için tek tehlikeli kişi Julius Harb idi. Rejime karşı çıkan diğerleri gibi Hollanda’ya kaçmadan önce onu yakalamaları gerekiyordu ve yakalamışlardı da. Julius Harb ayakkabılarını ve gömleğini giydi. Askerler odada dolanıp duruyor, bir yandan da Çinli kadını süzüyorlardı. My-lai ise hiç sesini çıkarmadan odanın bir köşesine büzülmüştü. Siyah perçemi bakışlarındaki anlamı gizliyordu, göğüsleri hâlâ çıplaktı. Julius Harb ona dönerek, yumuşak bir sesle: — Seni seviyorum, dedi. Askerler kapıya doğru ilerliyorlardı. My-lai aniden ayağa kalkarak teğmenin üstüne atıldı. Julius sevgilisinin sağ elindeki bıçağı görmekte gecikmedi. Çinli kadın bağırıyordu: — Kaç, kurtul! Sonra tüm gücüyle bıçağı teğmenin koluna saplamaya çalıştı. Ama teğmenin geri sıçramasıyla bıçak ancak bileğini yaralayabildi. Julius Harb mutfağa kaçacak fırsatı bulamadı. Teğmen kemerinden çektiği silahı Julius Harb’a doğrultarak My-lai’ye: — Orospu! diye bağırdı. Askerler genç kadının üzerine yürüdüler.

Çinli kadın top gibi odanın bir köşesine büzülürek kendini korumaya çalıştı. Adamlar onu tekmeliyorlardı. Teğmenin sol eli titriyorıı du,fakat yine de silahını Julius Harb’in yüzüne dayayabildi. — Onu bağışla, dedi Harb. Çok gençtir, beni korumak istedi. Teğmen cevap vermedi, kendini hasır koltuklardan birine bırakarak öfkeyle genç Çinliyi süzmeye başladı. Mutfağa geçen askerlerden biri elinde bir rom şişesiyle geri döndü. Teğmen şişeden bir yudum içki aldı. Salondaki hava aniden ağırlaşmıştı. Şişe elden ele dolaşıyordu. Julius Harb’ın düşündüğü tek şey, bu evi terketmek ve hâlâ mümkünse My-lai’yi korumaktı. O sırada teğmen adamlarına alçak sesle bir emir verdi. Adamlardan ikisi Çinli kadını koltuk altlarından sürükleyerek mutfağa götürüp masanın üstüne yüzükoyun yatırdılar. Masanın tahtası genç kadının göğüslerini acıtıyordu. Sonra, peştemalını çekip çıkardılar.

Askerlerden biri hareket etmesini önlemek için My-lai’nin bileklerini tutarken, diğeri pantolonunun önünü çözerek genç kadının kaba etlerine bir süre sürtündü, sonra sadistçe ona sahip oldu. Julius Harb açık mutfak kapısından sahneyi gördüğünde, öne ilerleyerek My-lai’yi kurtarmak istedi, ama midesine gömülen Uzi namlusu onu durdurdu. — Hareket etme, yoksa gebertirim, dedi teğmen. My-lai hıçkırıklara boğulmuş ağlıyordu. Adamlar şimdi yer değiştirmişlerdi. Teğmen ise koltuğa yerleşmiş, yaralı bileğini inceliyordu. İçtiği rom onu biraz rahatlatmıştı. — Onlara durmalarını söyle, dedi Julius Harb.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir