Geroge Eliot – Silas Marner

Çiftlik evlerinde çıkrıkların hiç durmadan fırıl fırıl döndüğü, ipeklilere ve el örgüsü dantellere bürünmüş önemli hanımların bile oyuncak niyetine cilalı meşeden çıkrıklara sahip oldukları günlerde, anayollara uzak bölgelerde ya da tepelerin bağrında güçlü kuvvetli yöre halkının yanında soyu tükenmiş bir ırkın kalıntıları gibi duran, cılız, soluk benizli bazı adamlar görülebilirdi. Yabancı görünüşlü bu adamlardan biri kışın erken günbatımında karanlığa bürünen yaylada boy gösterdiğinde çobanın köpeği şiddetle havlardı; ağır bir çuvalın altında beli bükülmüş bir karaltıdan hangi köpek hoşlanır ki? Bu solgun benizli adamlar, sırtlarında o gizemli yükleri olmaksızın dışarıya nadiren adım atarlardı. Çoban çuvalın içinde keten ipliğinden ya da bu iplikten dokunmuş uzun patiska toplarından başka bir şey bulunmadığını bilse bile, vazgeçilmezliği kuşku götürmeyen bu dokuma zanaatının iblisin yardımı olmaksızın sürdürülebileceğinden pek de emin değildi. Çok geride kalmış o zamanlarda, tümüyle beklenmedik, arada sırada ve hatta çerçiyle bıçak bileyicisinin ziyaretleri gibi rasgele zamanlarda ortaya çıkan batıl inançlar herkesi ya da her şeyi kolayca pençesine alabiliyordu. Bu başıboş adamların evlerinin nerede olduğunu ya da kökenlerini bilen kimse yoktu ve en azından anasını babasını tanıyan birilerini bilmiyorsanız bir adam hakkında ne diyebilirdiniz ki? Eski zamanların köylülerine gelince, kendilerinin doğrudan doğruya yaşayıp gördüklerinin dışında kalan dünya, onlar için muğlak ve gizemli bir yerdi: Oradan oraya başıboş dolaşma kavramının kendi sığ düşünceleri içindeki yeri ilkbaharla birlikte geri dönen kırlangıçların kışın nasıl yaşadıkları kadar belirsizdi ve eğer uzaklardan gelmişse, kişi orada yerleşmiş olduğu halde güvensizlik duygusundan nasibini alır, yıllarca kendi halinde yaşayıp gitmişken bile bir gün bir şeyle suçlanması hiç şaşkınlık yaratmazdı; hele bu kişi bilgisiyle ünlenmiş ya da bir zanaatta beceri göstermiş biriyse… Dilini kıvrak biçimde, ustaca kullanmak gibi zor bir işin ya da köylülere tanıdık gelmeyen başka bir sanatın altından kalkmasını sağlayan o zekâ kıvılcımı başlıbaşına kuşkulu bir şeydi zaten: Herkesin gözü önünde doğup büyümüş, namuslu köy halkı, çoğunlukla başka türlü ya da daha zeki değildi; en azından hava durumunun belirtilerini anlamak gibi bir meselenin ötesine geçebilen bulunmazdı, herhangi türden bir hız ve ustalık gerektiren işlere de öylesine yabancıydılar ki bunları gözbağcılıkla bir tutarlardı. Kasabadan köye göçmüş o perişan keten dokumacılarına hoyrat komşuları tarafından o derece yabancı gözüyle bakılması ve genellikle yalnızlık halinden kaynaklanan garip alışkanlıklar mal edilmesi bu yüzdendi. Bu asrın ilk yıllarında, bu dokumacılardan Silas Marner adlı biri, terk edilmiş bir taşocağına fazla uzak olmayan Raveloe köyü yakınlarında, fındık çalılarının ortasındaki taştan bir kulübede kendi mesleğiyle uğraşıyordu. Silas’ın dokuma tezgâhının kuşku uyandıran sesi, harman savurma makinesinin doğal, neşeli tıkırtısından ya da harman döveninin yalın ritminden o kadar farklıydı ki taş kulübenin penceresinden içeriyi gözetlemek için fındık toplamayı ya da kuş yuvası yağmalamayı sık sık bir yana bırakan Raveloe oğlanları için tezgâhın gizemli eylemi, küçümseyici bir üstünlük duygusunun verdiği heyecanla, tezgâhın çıkardığı birbirinden değişik seslerin gülünçlüğü ve üstünde bir ayak değirmenine eğilir gibi eğilmiş dokumacının duruşuyla korkulu bir saygı uyandıran, azıcık ürkütücü bir büyüleyiciliğe sahipti. Ama kimi kez iplikteki bir eğriliği düzeltmek için işine ara veren Silas’ın bu küçük alçakları fark edeceği tutar ve bu izinsiz sokulganlıklarını terbiyesizce bulduğundan, zamanını tutumlu kullanmasına rağmen tezgâhından doğrulur, kapıyı açarak her zaman tabanları yağlayıp tüymelerine yeten bir bakış fırlatırdı. Zaten Silas Marner’ın solgun yüzündeki, burnunun dibine girmemiş hiçbir şeyi gerçekten de tam seçemeyen o pörtlek, iri kahverengi gözlerinin ve daha ziyade olduğu yerde çivileyip felç eden o ürpertici bakışının ya da o bir tarafa çarpılmış ağzının kaçıramayacağı bir oğlanın bulunduğuna inanmak nasıl mümkün olurdu ki? Belki de ana babalarından, kafasını kullanmış olsa insanların romatizmalarını iyileştirebileceği ya da daha ileri gidip, iblisle uygun bir dille bir konuşabilseniz sizi doktor masrafından kurtarabileceği yollu sözler işitmiş olsalar gerekti. Yaşlı köylülerin arasına karışmış dikkatli bir dinleyici şimdilerde bile geçmişteki şeytana tapınma günlerinden kalmış bu tür tuhaf yankılanmaları yakalayabilirdi; çünkü ilkel beyinler güçlü olmakla sevecenliğin bir arada bulunabileceğini kavramakta güçlük çekerler. İlkel isteklerinin baskısı altında hep ezilen ve zorlu yaşamları herhangi bir coşkulu dinsel inançla aydınlanmamış kişilerin zihnindeki görünmezlik duygusuyla en kolay aldığı biçim, zarar vermekten kaçınmayı zorlukla telkin edebilen belirsiz bir güç kavramıdır. Acı ve felaketler hoşnutluk ve keyif alma duygularından daha geniş olanaklar sunar onlara: Hayal güçleri, arzuyu ve umudu besleyen imgelerden yana kısır olduğu gibi, korkuyu kalıcı kılan çağrışımlar da beyinlerinin her kıvrımında yabani otlar benzeri dal budak salmıştır. Bir defasında hastalığının son demlerini yaşayan ve karısının sunduğu tüm yiyecekleri reddeden yaşlı bir ırgata “Yiyebilsem ne iyi olurdu dediğin bir şey var mı?” diye sormuştum. “Hayır,” diye cevaplamıştı, “her zamanki tayınımızın dışında hiçbir şeye alışık değilim ve onu da yiyemiyorum.


” Görüp geçirdikleri, iştahını harekete geçirebilecek hiçbir zevke yol açmamıştı kendisinde. Raveloe da geçmiş yankıların çoğunun can çekişerek sürdüğü, yeni seslere bulanmamış bir köydü. Uygarlığın varoşlarında uzanıp giden, sıska koyunlarla oraya buraya dağılmış çobanların yaşadığı o verimsiz köylerden biri olması değildi bunun nedeni; tam tersine Mutlu İngiltere diye adlandırmaktan hoşlandığımız, ülkenin ortasında kalan bereketli ovada yer alan ve ruhani açıdan söylersek, kiliseye oldukça cazip ondalık ödeyen çiftliklerin bulunduğu bir yerdi. Ama herhangi bir yol kavşağına at sırtında tam tamına bir saatlik uzaklıkta, arabacı çıngırağının titreşimlerinin ya da herhangi bir kamuoyu görüşünün hiçbir zaman ulaşmadığı bol ağaçlıklı kuytu bir çukurda yuvalanmıştı. Yolun hemen yanında, büyük duvarların ardındaki meyve bahçeleri, gözalıcı rüzgârgülleri ve kilise avlusunun öte yanındaki ağaçların arasından görünüp kaybolan papaz evinden bile daha heybetli cepheye sahip iki üç tane tuğladan ve taştan yapılma büyük çiftlik binası, köyün tam ortasındaki güzel, eski bir kilise ve geniş kilise avlusuyla önemli görünen bir köydü: Öyle bir köydü ki sosyal yaşamının dorukları bir çırpıda gözler önüne seriliyor ve o yörede hiçbir büyük park ya da malikânenin bulunmadığı deneyimli gözlerden kaçmıyordu; ama Raveloe’da o savaş zamanlarında 1 berbat tarımları sayesinde vur patlasın çal oynasın havasında yaşayıp neşeli bir Noel, Whitsun 2 ve Paskalya geçirmeye yetecek ölçüde para kazanarak gönül rahatlığıyla kötü çiftçilik eden birkaç bey bulunduğu da anlaşılıyordu. Silas Marner’ın Raveloe’ya gelişinin üstünden on beş yıl geçmişti; o sıralarda pörtlek, miyop, kahverengi gözlü, solgun benizli, sıradan bir delikanlıydı; ortalama bir kültür ve deneyime sahip kişiler görünüşünde hiçbir tuhaflık görmeseler de, yanlarına yerleşmeye geldiği köylüler mesleğinin sıradışı doğasına ve “kuzey tarafları” diye adlandırılan bilinmez bir bölgeden gelişine uygun biçimde onda gizemli bir acayiplik buluyorlardı. Kendi halindeydi yaşamı: Kimseyi kapısından içeri adım atmaya davet etmez ve Gökkuşağı meyhanesinde bir yudum içmek ya da tekerlek tamircisinin orada dedikodu etmek için köyün içinde asla dolanmazdı: Çağrılması ya da ihtiyaçlarını karşılama amacı dışında ne bir erkeğe ne de bir kadına uğrardı, ayrıca Raveloe’nun evlilik çağındaki kızları da içlerinden hiçbirini kendi gönlüyle evlenmeye razı edemeyeceğini kısa sürede anladılar; sanki kızların ölüp de yeniden dirilmiş bir adama asla varmayacağım dediklerini işitmiş gibiydi. Marner’ın kişiliğine ilişkin bu görüşün, solgun yüzünden ve benzeri görülmemiş gözlerinden başka bir dayanağı yoktu; çünkü köstebek avcısı Jem Rodney bir akşamüstü evine dönerken Silas Marner’ı aklı başında bir adamın yapacağı gibi çuvalı çitin üstüne koyup dinleneceğine, sırtında ağır bir çuvalla çite yaslanmış vaziyette görmüş ve ona doğru ilerlediğinde Marner’ın gözlerinin ölü bir adamınkileri andırdığını fark etmiş, onunla konuşmuş, onu sarsmıştı; kemikleri kaskatıydı ve elleri çuvalı öyle bir kavramıştı ki sanki demirdendiler; ama tam Jem dokumacının öldüğüne kanaat getirdiği anda, bir göz kırpması kadar bir zaman içinde, yeniden kendine gelmiş ve “İyi geceler,” diyerek yürüyüp gitmişti. Jem, bütün bunları gördüğüne yemin etmiş, dahası bu olay tam da Derebeyi Cass’ın tarlasında köstebek avlamaya çağrıldığı gün eski bıçkı çukurunun aşağısında olmuştu. Birileri Marner’ın bir “nöbet” geçirdiğini söylemişti; başka türlü inanılması olanaklı görünmeyen şeyleri açıklamaya yarayan bir sözcüktü bu; ama kilisenin papazı çokbilmiş Mr. Macey başını sallamış ve nöbet geçirip de yere düşmeyen birini bilip bilmediklerini sormuştu. Nöbet inme gibi bir şey değil miydi? Bir inmenin doğasında insanın eklemlerinin bir kısmını kullanılmaz hale getirip, kendisine bakacak çoluk çocuğu da yoksa onu kilisenin eline düşürmek yok muydu? Yok, yok; bu, insanın arabaya koşulmuş at gibi ayaklarının üstünde durabileceği ve biri “Ceee” der demez yürüyüp gidebileceği türden bir inme değildi. Ama burada insanın ruhunun bedeninden ayrılması ve yuvasına gidip gelen bir kuş gibi içeri girip çıkmasına benzer bir durum söz konusu olmalıydı ve bu da cisimsiz durumdayken komşularının beş duyularıyla ve papazdan öğrenebileceklerinden çok daha fazlasını öğretebilen bir okula gidenlerin, nasıl bu kadar bilge olabildiklerini gösterirdi. Ya Marner Usta’nın bu şifalı bitkiler bilgisi nereden geliyordu bakalım? Ya da kırk yılda bir razı gelirse yazdığı o muskalar? Jem Rodney’in hikâyesi, Marner’ın iki ayı aşkın bir zaman kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıp duran, doktor bakımı altındaki Sally Oates’ı iyileştirip de bir bebek gibi uykuya dalmasını sağladığını görmüş olan herkesin bekleyebileceğinden öteye geçmiyordu. İstese daha da çok insanı iyileştirebilirdi; yalnızca size bir zarar vermekten alıkoymak için bile, onunla kibarca konuşmaya değerdi.

Silas Marner, kendine özgü acayipliğinin üstüne çekebileceği sıkıntılardan korunmasını kısmen bu belirsiz korkuya; ama daha çok da komşu Tarley köyündeki yaşlı dokumacı öldüğü için zanaatının kendisini bölgenin varlıklı ev kadınlarının ve hatta yıl sonunda ellerinde azıcık iplik kalmış daha tutumlu köylülerin gözünde oldukça el üstünde tutulan bir göçmen kılışına borçluydu. Onun işe yararlığına yönelik sezgileri, kendileri için dokuduğu kumaşın kalitesindeki ya da boyutlarındaki bir yetersizlikle doğrulanmamış her türlü soğukluk ya da kuşkunun etkisini ortadan kaldırıyordu. Böylece yıllar komşularının Marner’a ilişkin izlenimlerinin garipsemekten alışkanlığa dönüşmesi dışında hiçbir değişiklik olmaksızın birbirini kovaladı. On beş yılın sonunda Raveloe’liler Silas Marner hakkında başlangıçtakiyle aynı şeyleri söylüyorlardı: Bunları sık dile getirmiyorlar, ama söyledikleri zaman da bunlara eskisinden daha fazla inanıyorlardı. Yıllar önemli sayılabilecek tek bir eklemede bulunmuştu: Bu da Marner Usta’nın bir yerlere epeyce bir para koyduğu ve bununla kendisinden “daha büyük adamları” satın alabileceğiydi. Ama kendisine ilişkin kanı aşağı yukarı aynı kalmış ve gündelik alışkanlıkları görünürde pek az değişime uğramışsa da, Marner’ın iç dünyasında yalnızlığa sığınan ya da mahkûm edilen bütün tutkulu kişilerin başına geldiği gibi bir tarih, bir dönüşüm olagelmişti. Raveloe’ya gelmeden önceki yaşamı hareketle, manevi etkinliklerle ve bugün olduğu gibi o gün de en yoksul ve sıradan bir kişinin bile konuşma yeteneği sayesinde sivrilme şansına, en azından kendi toplumunun yönetiminde sessiz bir seçmen ağırlığına sahip olabileceği dar bir dinsel çevreye erkenden katılmış bir zanaatkârın yaşamına damgasını vuran içten arkadaşlıklarla doluydu. Lantern Meydanı’ndaki kilise cemaati olarak bilinen o küçük, saklı dünyada Marner epeyce saygı görür; örnek bir yaşam süren ve coşkulu bir inanç sahibi bir genç adam olduğuna inanılırdı ve bir dua toplantısında gizemli bir biçimde kaskatı kesilip bir saat ya da daha fazla bir süreyle geçici bir bilinç kaybına uğradığı ve öldü sanıldığı günden sonra ayrıcalıklı bir ilginin odağı olmuştu. Bu olgunun tıbbi açıklamasının araştırılmasına vaiz ve cemaatten arkadaşları kadar Silas’ın kendisi de karşı çıkıyordu; bunun nedeni, içinde yatıyor olabilecek ruhsal anlamdan kendini kararlı biçimde dışlama isteğiydi. Silas’ın ayrıcalıklı bir disiplin için seçilmiş bir kardeşimiz olduğu besbelliydi ve bu disiplini yorumlama çabası dışarıdan da görülebilen kendinden geçişi sırasında gözünün önüne herhangi soyut bir görüntünün gelmemesi nedeniyle kendisi ve başkaları açısından cesaret kırıcı olmasına rağmen, yine de bu olayın bir ışığa ve coşkuya ulaşma durumu olarak görüldüğüne inanılıyordu. Ondan daha az güvenilir bir kimse, anısını sonradan yeniden canlandırıp bir görüntü uydurmaya yeltenebilirdi; aklı daha kıt bir kimse de böyle bir uydurmaya inanabilirdi; ama Silas hem aklı başında hem de dürüst bir adamdı; gerçi pek çok dürüst ve coşkulu adam için kültür kendi gizem mantığına uygun hiçbir kanal tanımlamamıştı ve böylece sorgulama ve bilginin düzgün yolundan ayrılmıyordu. Annesinden kendisine bazı şifalı bitkileri tanıma ve onları hazırlama becerisi miras kalmıştı; oğluna kutsal bir vasiyet gibi bildirdiği bir parça bilgelikti bu; ama son yıllarda bitkilerin duasız hiçbir etkide bulunmayacağına ve duanın da bitkiler olmaksızın yeterli gelmeyeceğine inandığından bu bilgiyi uygulamasının caiz olup olmadığı hakkında kuşkuya düşmüştü; bu yüzden kırlarda yüksükotu, hindiba ve öksürükotu aramak için gezinirken duyduğu miras kalmış o keyif ona bir tür günaha girmek gibi gelmeye başlamıştı. Kilisesinin üyeleri arasında, kendinden yaşça biraz büyük, uzun yıllara dayalı yakın bir dostluk kurduğu ve Lantern Meydanı Kardeşliği tarafından David ve Jonathan 3 diye çağrılmalarının bir gelenek halini aldığı genç bir adam vardı. Arkadaşının gerçek adı William Dane’di, her ne kadar bazı zayıf kardeşlik üyelerine karşı haşin davrandığı ve kendi ışığıyla gözleri aşırı kamaştığından kendini öğretmenlerinden daha bilgili saydığı düşünülse bile o da genç dindarların parlak bir örneği gibi görülüyordu. Ama diğerleri William’da ne tür yanlışlar sezerse sezsinler, o arkadaşının gözünde kusursuzdu: Çünkü Marner, deneyimsiz bir yaşta, zorunluluğa imrenen ve çelişkilere yaslanan, o kendine güvensiz ve kolayca etki altında kalan kişiliklerden birine sahipti.

Marner’ın yüzündeki, deneyim yoksunluğuyla, iri pörtlek gözlerinin o savunmasız, ceylan bakışıyla perçinlenmiş güven dolu yalınlık, William Dane’in kısık, yan bakan gözlerinde ve sımsıkı kapalı dudaklarında pusuya yatmış içsel böbürlenmenin bastırılmış kendini beğenmişliğiyle çelişiyordu. İki arkadaş arasında en sık gündeme gelen söyleşi konusu kurtuluş güvencesiydi: Silas korkuyla karışık bir umuttan fazlasına asla erişemediğini itiraf etmiş ve William dine dönüş döneminde, düşünde açık duran Kutsal Kitap’ta beyaz bir sayfa üzerinde “çağrı ve seçim kuşku götürmez,” sözcüklerini gördüğü günden beri sarsılmaz bir güvenceye sahip olduğunu açıkladığında, onu özlem dolu bir şaşkınlıkla dinlemişti. Bu tür söyleşiler, aç ruhları alacakaranlıkta kanat çırpmaya terk edilmiş yavru kuşları andıran soluk benizli dokumacıların çoğunu meşgul eder. Kurmaya başladığı bir başka yakın ilişki bile masum Silas’a bu dostluğun üstüne gölge düşüremez gibi gelirdi. Birkaç aydır evlilik için ortaklaşa biriktirdikleri paranın birazcık daha artmasını bekledikleri genç bir hizmetçi kızla nişanlıydı ve Sarah’ın pazar günleri buluştuklarında ara sıra William’ın da bulunmasına karşı çıkmaması ona büyük bir keyif veriyordu. Bir dua toplantısı sırasında Silas’ın katalepsi nöbeti geçirmesi ilişkilerinin tarihinin bu aşamasında ortaya çıkmıştı ve bir kardeşe özel muamele edilmesini sağlayan genel acıma duygusu içinde kardeşleri tarafından kendisine yöneltilen çeşitli sorular ve açıklamalar arasında bir tek William’ın ileri sürdüğü fikir çatlak ses oluşturmuştu. Ona bu kendinden geçişin Tanrısal bir armağanın kanıtından çok, şeytanın yoklamasına benzediğini söylemiş ve arkadaşına ruhunda herhangi uğursuz bir şey gizleyip gizlemediğini araştırmasını öğütlemişti. Sitem ve uyarıyı kardeşliğin gereği olarak kabul etmek zorunda kalan Silas, arkadaşının kendisiyle ilgili kuşkularına kızmamış, yalnızca acı duymuştu ve Sarah’ın kendine karşı davranışlarının aşırı bir ilgi gösterisiyle gizlemeyi başaramadığı bir çekingenlik ve hoşnutsuzluk belirtileri arasında garip bir biçimde gidip geldiğini kavraması bir zaman sonra buna endişeyi de eklemişti. Nişanı atmayı isteyip istemediğini sordu ona; ama o bunu inkâr etti: Nişanları kilise tarafından tanınmış ve dua toplantılarında onaylanmıştı; sıkı bir inceleme yapılmadan bozulamazdı ve Sarah da cemaat kamuoyu tarafından onaylanmamış hiçbir neden ileri süremezdi. Bu sırada başdiyakoz ölümcül bir hastalığın pençesine düşmüştü ve çocuksuz bir dul olduğu için kendisine gece gündüz kimi genç erkek ya da kız kardeşler bakıyordu. Silas da sıklıkla William’la dönüşümlü olarak gece nöbetine kalıyor, sabahın ikisinde sırayla biri diğerinin yerini alıyordu. Bir gece yatağının başucunda otururken Silas her zamanki gürültülü soluk alıp verişinin kesildiğini gördüğünde yaşlı adam beklentilerin tersine iyileşme yoluna girmiş gibiydi. Kandilin ışığı kısıktı ve hastanın yüzünü iyice görmek için kandili yukarı kaldırması gerekti. Yoklayıp sonuçta diyakozun öldüğüne ikna oldu; hem de kasları sertleştiğine göre öleli biraz zaman geçmişti. Silas kendi kendine uyuya mı kaldım diye sordu ve saate baktı: Neredeyse sabahın dördüydü.

Nasıl olmuş da William gelmemişti? Epeyce endişelenip yardım çağırmaya gitti ve kısa bir süre sonra birkaç arkadaşı evde toplandılar, papaz da aralarındaydı ve Silas William’ın neden ortalıkta görünmediğini öğrenmek için onunla karşılaşmayı umarak işine gitti. Ama saat altıda gidip arkadaşını aramayı düşünmeye başlamışken William çıkageldi, papaz da yanındaydı. Oradaki kilise üyeleriyle yüzleştirmek için onu Lantern Meydanı’na götürmeye gelmişlerdi ve kendini niye götürdüklerini öğrenmek için sorduğu tüm sorulara, “Öğreneceksin,” cevabından başka bir karşılık alamamıştı. Silas, papazın önünde, kendisi için Tanrı’nın cemaatini temsil eden o kişilerin gözleri üzerine dikilmiş olarak kilise yönetim kurulu üyelerinin karşısında oturuncaya dek başka da hiçbir şey söylenmedi. Arkasından papaz bir çakı çıkararak Silas’a gösterdi ve onu nerede bıraktığını bilip bilmediğini sordu. Silas, cebinden başka bir yere koyduysa bile bunu bilmediğini söyledi; ama bu tuhaf sorgulama karşısında titriyordu. Ardından da günahını saklamayıp itiraf ve tövbe etmesini öğütlediler ona. Bıçak ölen diyakozun yatağının başucundaki çekmecede bulunmuştu; içinde kilisenin parasının olduğu küçük kesenin durduğu yerde ki bir gün önce orada olduğunu papaz da kendi gözleriyle görmüştü. O kese bir el tarafından alınmıştı, bu el de bıçağını orada bırakan kişiden başka kimin eli olabilirdi? Şaşkınlıktan bir süre Silas’ın sesi çıkmadı: Sonra, “Tanrı beni aklayacaktır; ne bıçağın orada bulunduğundan ne de paranın kaybolduğundan haberim var. Beni ve evimi arayın; William Dane’nin de bildiği gibi bu altı ay boyunca biriktirdiğim üç pound dışında orada bir şey bulamayacaksınız,” dedi. Bunun üzerine William sızlandı, ama papaz, “Aleyhindeki kanıt ağır Marner kardeş. Para oradan son gece alındı ve William Dane bize ani bir rahatsızlığın her zamanki gibi nöbeti devralmasını engellediğini söylediği için ölen kardeşimizin yanında senden başka kimse yoktu, onun gelmediğini ve senin de cesetle ilgilenmeyi ihmal etmiş olduğunu kendin de söyledin,” dedi. “Uyuyakalmışımdır,” dedi Silas. Sonra biraz duraksayıp ekledi, “Ya da hepinizin beni görmüş olduğunuz o ziyaretlerden biri gerçekleşmiştir; böylece de benim kendimde olmadığım sırada hırsız gelip gitmiştir. Ama bir kez daha söylüyorum, üstümü ve evimi arayın, çünkü başka bir yere gitmedim.

” Arama yapıldı ve William Dane’in malum keseyi boş ve Silas’ın odasındaki çekmecelerden birinin arkasına tıkıştırılmış olarak bulmasıyla sona erdi! Bunun üzerine Dane, arkadaşına itiraf etmesini ve günahını daha fazla gizlememesini salık verdi. Silas, sert bir sitem içeren bir bakışla ona dönüp, “William, tam dokuz yıldır birlikte girip birlikte çıkıyoruz, benim bir kez olsun yalan söylediğimi duydun mu? Ama Tanrı beni temize çıkaracak.” “Kardeş,” dedi William, “Yüreğinin derinliklerinde şeytanın seni ele geçirmesine fırsat verecek neler gizlediğini ben ne bileyim?” Silas hâlâ arkadaşına bakıyordu. Birdenbire yüzü kıpkırmızı oldu ve tam alelacele konuşmaya başlayacaktı ki sanki kızarıklığı durdurup bedenini titreten bir iç sarsıntısı, onu yeniden kendine getirmiş göründü. Ama sonunda William’a bakarak kırık dökük bir sesle konuştu. “Şimdi aklıma geldi; bıçak cebimde değildi.” William, “Ne demek istediğini anlamadım,” dedi. Ancak orada bulunan diğer kişiler Silas’ı bıçağın nerede bulunabileceğine dair sorguladılar, ama o başka hiçbir açıklama yapmadı. Yalnızca, “Fena halde üzgünüm; hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Tanrı beni aklayacaktır.” Kilise kuruluna geri dönmelerinin ardından tartışmalar biraz daha sürdü. Adli kovuşturmanın Hıristiyanlara yasaklanmasına rağmen, söz konusu dava topluluk açısından çok önemli olmasa bile, suçun kesinleştirilmesi için yasal yollara başvurmak Lantern Meydanı’ndaki kilisenin ilkelerine aykırıydı. Ama üyeler gerçeği ortaya çıkarmak için başka yollar bulmak zorundaydılar ve dua edip kura çekmeye karar verdiler. Bu çözüm yolu kasabalarımızın ara sokaklarında süregiden, anlaşılması güç dinsel yaşama yabancı kişiler için yalnızca bir şaşkınlık kaynağı olabilir. Silas, ani bir Tanrısal girişimle onaylanacak masumiyetine güvenerek, ama insanoğluna güveni acımasızca yaralandığı için aklandığı zaman bile ardında üzüntü ve yas bulunacağını hissederek diz çöktü.

Kurada adı çıkanlar Silas Marner’ı suçlu ilan ettiler. Kilise üyeliği resmen askıya alındı ve çalınan parayı geri vermesi istendi: Kilise onu yalnızca tövbekârlığının belirtisi olarak itirafta bulunması durumunda bir kez daha bağrına basabilirdi. Marner sessizce dinledi. Sonunda herkes gitmek için doğrulduğunda William Dane’e doğru ilerleyip, heyecandan titreyen bir sesle şöyle dedi: “Bıçağımı en son senin için bir kayışı keseyim diye cebimden çıkardığım zaman kullandığımı hatırlıyorum. Yeniden cebime koyduğumu hatırlamıyorum. Parayı sen çaldın ve suçu benim üstüme yıkmak için de bir düzen kurdun. Ama bütün bunlardan sonra yine de başın göğe erebilir: Dünyayı hakça yöneten adil bir Tanrı yerine, masumlara karşı tanıklık eden yalanların tanrısı var çünkü.” Bu küfür karşısında herkesin tüyleri diken diken oldu. William alçakgönüllü bir tavırla, “Bunun şeytanın sesi olup olmadığını değerlendirmeyi kardeşlerimize bırakıyorum. Senin için elimden dua etmekten başka bir şey gelmez Silas,” dedi. Zavallı Silas yüreğindeki o ümitsizlikle, sevgi dolu biri için neredeyse delilik ölçüsüne varan o Tanrı’ya ve insana duyduğu sarsılmış inancıyla çıkıp gitti. Yaralı ruhunun acısıyla kendi kendine şöyle dedi, “O da beni yüzüstü bırakacak.” Aleyhindeki kanıta inanmazsa Sarah’ın da bütün inancının kendisininki gibi sarsılacağını düşündü. Dinsel duygularının kendi içinde bütünleşmiş biçimleri üzerinde akıl yürütmeye alışkın kimseler için, biçimin ve duygunun hiçbir zaman bir düşünme eylemi tarafından birbirinden koparılamadığı o yalın, öğretilmemiş ruh haline girmeleri güçtür. Marner’ın durumundaki bir adamın ilahi adalete başvururken kura çekilmesinin geçerliliğini sorgulamaya başlaması gerektiğini kaçınılmaz bir şey olarak algılama eğilimindeyiz; oysa onun için bu asla bilmediği bağımsız bir düşünme girişimi olurdu ve bu girişimi de tüm enerjisini hayal kırıklığına uğramış inancının elemine verdiği bir anda yapması gerekecekti.

Eğer insanların günahlarını yazdığı gibi kederlerini de yazan bir melek varsa, hiçbir insanın hak etmediği, yanlış fikirlerden doğan bu gibi elemlerin ne kadar çok ve derin olduğunu da bilir. Marner eve gitti ve ve bütün bir gün Sarah’a gitmek için ne bir dürtü ne de masum olduğuna onu inandırmak için bir girişimde bulunma gereği duymaksızın, ümitsizlikten sersemlemiş halde tek başına oturdu. İkinci gün tezgâhının başına geçip her zamanki gibi çalışarak inançsızlığını uyuşturmaya sığındı ve çok geçmeden papazla diyakozlardan biri Sarah’ın nişandan vazgeçtiğini bildiren mesajıyla geldiler. Silas haberi sessiz sedasız aldı ve sonra yeniden tezgâhında çalışmak için elçilere arkasını döndü. O anın üzerinden ancak bir ayı aşkın bir zaman geçmişti ki Sarah William Dane ile evlendi ve bunun da üstünden çok geçmeden Lantern Meydanı Kardeşliği Silas Marner’ın kasabadan ayrıldığını duydu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. 👍👍👍👍