Geza Gardonyi – Tanrı’nın Kılıcı

Ölmek üzere olanların ölüm karşısındaki vakarlarını, hâsılı köy hayatının bin bir köşe ve bucağını göstermiştir, öyle ki, kitabın sonuna vardığımız zaman, Macaristan’ın en sevimli köyünü tanımış olduğumuzu söyliyebiliriz. Gardonyi’nin bu büyük köyseverliği ve dünyaya köyden bakışı, yalnız çağma inhisar etmemiş, tarihî romanlarına da tesir etmiştir. Tarihî romanlarında da hakikî Macarhğı ancak köy görüşiyle ölçerek anlatmış ve Macarlığın tek gerçek timsali olarak köylüyü almıştır. Tarihî romanlarından ilki «Eğri yıldızlara (1901) dır. Bu romanın mevzuunu Macaristan’daki Türk devrinden almış ve eseri Eğri kalesinin 1552 yılında Türkler tarafın-d’an muhasarası üzerine kurmuştur. Gardonyi bu romanı yazabilmek için uzun tarih araştırmaları, mahallî etütler yaptı, hattâ İstanbul’a kadar gitmeğe bile üşenmedi. Yazık ki, bu büyük hazırlıklar güzel tarihî eserin tamamiyle lehine olmamıştır, çünkü eserdeki çehreler zaman zaman, romanda yaşatılan çağa ait hâdise yığınları arasında kaybolmaktadır. Gardonyi «Ahlaşılmıyan insan» (1902) ve «Tanrının köleleri» (1908) adlı eserleriyle tarihî romancılığının doruğuna yükselmiştir. Bunlardan ikincisi, bizi Macarlığın Hıristiyan orta çağına götürdüğü gibi, birincisi de kavimler göçü zamanına, Attilâ ve Hunlar çağına götürmektedir. Ziya Tuğal tarafından tercüme edilerek, bu cilt içinde okurlara sunulan bu roman, haklı olarak büyük bir şöhret kazanmıştır. Yazar «Anlaşılmıyan insan» da, «Eğri yıldızlarımda görülen hatalara düşmediği gibi az fakat kuvvetli hatlarla, kavimler göçünü gözlerimizin önünde canlandırmasını, aynı zamanda devri mümkün olan şada-, katle yaşatmasını bilmiştir. Bu roman baştan sona kadar, Hun devrinin kronikacısı Priskos retor’la Attilâ’nın ordugâhına gitmiş olan Zeta adlı bir kölenin ağzından dinlediğimiz için de ayrı bir samimilik taşımaktadır. Roman gerek ayrıntılarında, gerekse bütünlüğiyle mükemmel bir eserdir. Gardonyi, Hunlarla ilgili düşüncelerini, Macar milletinin şuurunda yaşıyan ve son zamanlardaki eski Macar tarihi araştırmalarının verdiği neticelere bakılırsa herhalde bir temeli olması gereken Hun – Macar kök birliği görüşünü romanına sokmuştur. Yeni bilim araştırmalarına göre Hun – Macar kök birliğinden, Macar geleneğinin anlattığı şekilde bahsetmek imkânı olmasa bile, Macarlı-ğm Karadeniz boyu Hun imparatorluğu topluluğu içinde bulunmuş olduğu şüphe götürmez.


Keza, Macarlığın ilk millî hanedanı olan Arpad hanedanının Hun kökünden olduğu ve ilk cet olarak romanımızın kahramanı Attilâ’-yı saydığı da tarihî bir ihtimalden daha çok hakikate yakındır. Demek oluyor ki, romancımız, Hunlarla Macarları bir kökten sayar ve Hunları eski Macarlar olarak anlatırken pek de tarihe aykırı bir yol tutmamaktadır. Aynı zamanda ve yine esassız olmıyarak, tarihî bir topluluğun gelenek suretiyle kültürünü kendinden sonraki nesillere terkettiğme de inanmaktadır, yani onca bu gelenek, düşünce, efsane, âdet, türkü veya masal şeklinde olsun, Macarlara Hunlardan kalmıştır. Bu kanaatinin tabii bir neticesi olarak Gardonyi – Hunlar eski Macarlar olarak kabul edilirse-Hunlann aşağı yukarı bugünkü Macar köyü seviyesinde bulunduklarına inanmıştır ve dolayısiy-le – kendisine göre – Hun çağının rengini, havasını, ruhunu ancak bugünkü Macar halkında, Macar köyünde bulmak mümkündür. Böylece o, Attilâ’yı ne bir kahraman, ne bir barbar, ne bir yüksek kültürlü adam, ne bir kana susamış canavar olarak değil, sadece bir insan, ama tam bir insan, bir ortaçağ veya bugünkü bir Macar köy ilerigeleni şeklinde göstermiştir. Kendisine bağlı olan beyler, komutanlar da, köylerinde akıllılık, kurnazlık, servet ve iktidarın temsilcisi olan bugünkü Macar köyünün ağaları gibidir, olsa olsa ı Hun imparatorluğunda bir beyin kızı olan Emöke de, bugünkü Macar köy ağasının terbiye görmüş giuel kızının timsalidir. Buraya kadar romanımız ve yazarı hakkında söylediklerimizi yeter bularak okurlarımızı «Anlaşılmıyan insan» la baş başa bırakırız. Yalnız Gardonyi üzerine çizilen bu taslağın tamam olması için onun psikolojik romanlarını da kaydetmemiz yerinde olur. «tzzetlü ihtiyar» (1905), «Abel ve Eszter» (1907) bu nevi eserlerinin birer basamağıdır, fakat aynı edebî neviden ilk eseri olan «Kudretli üçüncü» (1903) ile en yüksek noktaya yükselmiştir. Bu güzel ve gerçekten değerli psikolojik romanın da bir gün Türk tercümecisini bulacağı umulur. T. HALASI KUS ÖNSÖZ Son söz olarak da okunabilir. Zeta’yı tanır mısın, diye Bizans’ta istediğinize sorun. Herkes : «Onu bilmiyen var mı? Hepimiz tanırız» diye cevap verecek, hattâ, Kayserin kütüphanecisi ve ünlü Priskos’un dostudur. Akıllı, namuslu bir adamdır.

Altın gibi bir kalbi vardır» diyenler bile bulunacaktır. Bu Zeta herhalde ben olacağım. Ama ne yalan söyliyeyim ‘. Beni hiç kimse tanıyamamıştır. Evet, kayserin kütüphanecisi olduğum ve Priskos’un beni sevdiği doğrudur. Fakat hiç de akilli bîr adam değilim. Namusuma gelince, o da on para etmez. Sorarım size, adam öldüren kimse insanseverlikten söz açabilir mi? Evet, öldürdüm. Adam öldürdüm, hem bir kişi de değil, yüzlercesini. Çaldım, yalan da söyledim. Istırabımı biraz olsun avutayım, diye bütün bunları şu yapraklara geçirdim. Kitabı okuduktan sonra, bana maledilen akıllılığım veya dünyada hiç kimsenin daha üstününü yapamıyacağı çılgınlığım hakkında hüküm vermek mümkün olacaktır. Bu kadar şeyden sonra acaba o kimseler hâlâ beni tanıdıklarını iddia edebilecekler mi? Ne de tanımışlar ya! Birbirini yalnız hayvanlar anlar, insanlar asla! Karım ve koruyucu meleğim olduğu, çekmecem kadar kalbim de kendisine açık bulunduğu halde, Cicia bile beni hiçbir zaman anlıyamamıştır. Evet, beni tanımaz. Biz insanların yalnız yüzünü görebili-ris, fakat bu yüz onun benliği değildir, o bu perdenin arkasında durur.

Görünmez. Anlaşılmaz. Bunu bana öğreten bir kız oldu. TANRI’NIN KILICI 11 Babam beni köle olarak sattığı zaman on iki yaşında idim. Bir piliç, yahut bir köpek eniği veya bir sıpa gibi pazara çıkarıldım. Bunun için şikâyetçi olduğum sanılmasın, hayır; babam buna ağlıya ağlıya razı olmuştu. Oturduğumuz yer Doğu – Roma İmparatorluğunun Trakya eyaletinde idi. Hükümetin vergi için durmadan sıkıştırdığı günlerdi. Bu sırada Hunlara ödenecek vergiyi halkın sırtından çıkarmağı âdet edinmişlerdi. Zaten bütün dünya Hunlarm adiyle çalkanıyordu. Anneler ağlıyan çocuklarını : — Sus, Hunlar geliyor! diye korkuturdu. Uykusundan keyifsiz kalkanlar : — Düşümde Hunları gördüm, diye homurdanırlardı. Zavallı Trakya halkının çift hayvanlarını sözde Hun-ların midesine inmekten korumak için, elinden ahp götürürlerdi. Annem o günlerde gözlerini dünyaya kapamıştı. Evde bir inekle altı çocuk kalmıştık.

Babamın, beni veya ineği satmaktan gayri çaresi kalmamıştı. Beni seçti. Deniz yoliyle Bizans’a gittik. Babam ayaklarıma kireç sürdükten sonra beni pazar yerine götürerek, daha birçok •’¦«I! I 12 TANRI’NIN KILICI satılık çocukların bulunduğu yüksekçe bir yere çıkardı. Burada ben akran otuz kadar çocuk vardı. Bana alıcı olarak önce bir elbise tüccarı geldi, arkasından da yeşil ipek başörtülü bir kocakarı çıktı. Babam on altın istedi. Başlarını salladılar. Almadılar. Bundan sonra toga giymiş kibirli, iri – yarı bir zengin müşteri çıktı. îki köle kalabalık arasından kendisine yol açıyordu. Babam ondan yalnız iki altın istedi. Bey de kabul etti. Göz yaşlarını artık tutamıyan babam, yüzümü öperek: — Tanrı yardımcın olsun, oğlum, dedi. talihin yaver olursa, beni de hatırdan çıkarma.

Seni ucuz fiyatla bu beye verişim sırf bahtına yar olsun diyedir. İyi kalbli babacığımı bu son görüşüm oldu. Beni satın alan bey, kurumlu çalımlı, yağız bir adamdı. Başını bir kaya kartalı gibi ağır ağır çeviriyordu. Trakya’lı delikanlıların paskalya günü ayaklarına yeni çarıklar giyip kurumlu kurumlu kiliseye gidişlerini andıran bir yürümesi vardı. Adı Maksiminos’muş. Eve vardığımız zaman, beni önce bir temiz yıkadılar, sırtıma da güzel bir entari geçirdiler. Boynuma kara bir kayış bağlandı. Sonra efendim Maksiminos bir baş işaretiyle beni yanına çağırdı, bahçeye çıkardı. Bahçede bir çınar ağacının altında üç çocuk oynuyordu. Maksiminos: — Çocuklar, size bir köle getirdim, diye seslendi, adı Teofil’dir. Çocuklar ben akrandılar. İkisi benden daha kabaca, birisi az küçük görünüyordu. Her ne kadar aralarında manda ile cırcır böceği kadar bir fark mevcutsa da, tıpkı babalarına benziyorlardı. Bu cırcır böcekleri beni sevinç içinde tepeden tırnağa süzdüler.

Benim de içime bir ferahlık gelmişti. — Herhalde onlara oyun arkadaşı olacağım, diye düşündüm. — Fakat nasıl bir oyun arkadaşı olacağımı pek çabuk anladım. TANRI’NIN KILICI 13 Evet, şımarık insan palazı için bir kuzu veya bir köpek eniği, yahut da kedi yavrusu gibi bir arkadaş. İlk iş olarak beni bir yere nişan tahtası gibi dikip başıma limon kabuğiyle nişan aldılar. Arkasından : — Haydi, sıçra! diye emrettiler. Sıçramağa başladım. Oyun, hiç görmedikleri kadar eğlenceliydi. Fakat sırf onları eğlendiriyordu. Nihayet dayanamadım, büyük bir çığlık kopararak, çimenlerin üstüne yuvarlandım. Bunun üzerine ayaklarımın çıplak yerlerini ısırganla dalamağa başladılar. Kan beynime sıçradı. Çocuklardan en büyüğünün üstüne atıldım, ağaca öyle bir çarptım ki, az kalsın kafası patlıyacaktı. Çocuklar bu hareketim karşısında fena halde şaşırdılar. En büyükleri içeri koştu, lalayı çağırdı.

O zaman ben de suç işlediğimi onlar gibi olmuştum. Fakat, kimi isterlerse, çağırsınlar, bu haylaz çocukların bana nasıl iş ettiklerini anlatırım, diye düşündüm. Lala, az sonra yanımıza gelmişti. Olup bitenleri öğrenince, gözlerini üzerime dikti. Ben ağlıyarak: — Efendim, dedim, bu çocuklar öyle canımı yaktılar ki… — Köle değil misin? diye yüzüme haykırdı. Kemiklerimi kırıncaya kadar dövdü. Evde bulunan öteki köleler de koşuştu. Birisinin elinde kırbaç vardı. O da üstüme çullandı, hem öyle ki, her vurduğu yerden kan fışkırıyordu. O günden sonra her dakikam ıstırapla geçti. Acılarımı dışarı vurmazsam, canlan sıkılıyordu. Fakat ben o zaman ancak on iki yaşındaydım, insan bu yaşta yapmacık ne olduğunu daha bilmiyor. Dişlerimi göstermekten başka elimden bir şey gelmezdi. Bu düşmanca hareketim onları eğlendirir : «Köle kızıyor» derlerdi. Aman ne kadar eğlenceli! Zincirle bağlı bir köpek çocuklar tarafından ancak bu şekilde kızdırılır.

Ana ve babalarının yanında da beni aşağıladıklarını 11 TANRI’NIN KILICI söyliyecek değilim, sırf yalnız kaldıkları zaman veya öteki kölelerin gözü önünde bu şekilde hareket ediyorlardı. Bir kölenin insan olmaktan ne kadar uzaklaştığını orada gördüm. Hiç kimse onlara bir şey söylemeğe cesaret edemiyor, tersine, onlarla birlikte gülüyordu. Yüzümü çamurla veya daha berbat pisliklerle sıvamaları, yahut boynuma ip takarak, cellâtçılık oynamaları, çocukların en çok hoşlandığı şeylerdi. Bir gün bakıyorsunuz : — Haydi köleyi asalım, diyorlar. ¦ Çocukların ortancası ağaca tırmanıyor, beni yukarı çekiyor, en küçükleri kollarımı arkadan bağlıyordu. Ümitsizce çırpınmalarım ve kopardığım çığlıklar karşısında çılgınca bir haz duyuyorlardı. Bir başka gündü : — Körebe oynıyalım, dediler. Gözlerimi bağlayıp şadırvanın yanına götürdüler Arkamı çevirdiler, havuza itiverdiler. Bir sefer boynuma bir köpek bağlayıp sırtına sopayla vurmağa başladılar. Hayvan ensemi ve kulaklarımı dişleriyle paramparça etti. Bu da olmadı, ayaklarımı birbirine bağladılar ve böylece sıçramağa zorladılar. Sıçrıya sıçrıya gül fidanlarının yanma geldiğim zaman, beni dikenli çalıların üstüne itiverdiler. Bir başka gün yalı boyunda onlarla birlikte yürüyordum. Değneklerini denize attılar.

— Haydi çıkar! diye emrettiler. Denize atlamak benim için hiç de güç bir iş değildi, bir susamuru gibi yüzerdim. Fakat değnekleri alıp döneceğim sırada, çakıl taşlarını kafama yağdırmağa başladılar. Evde yemeğimin içine tükürdüler veya yiyeceğime pislik koydular. Yatak çarşafımın altına kirpi derisi yerleştirdiler. Saçlarıma zamk döktüler. TANRI’NIN KILICI 15 Ve benim bütün bunlara katlanmam gerekti, çünkü köle idim. Birçok defalar ağlıyarak kendilerine yalvardım : —• Küçük beyler, güzel güzel oynıyalım, beni incitmeyin. Ben çok oyunlar bilirim. Hakikaten biliyordum. Oynadık da. Fakat bu oyunlardan bıkınca, gene en çok haz duydukları şey feryatlarım oldu. Galiba bu eve geldiğimin onuncu günüydü, o gün öğle yemeğini acele yedim, ortadan kayboldum. Bahçeye saklandım. Öğretmenleri onları çağınncaya kadar, görünmemeğe karar vermiştim.

Sık dallı bir ılgın ağacının altına girip uyudum. Bu vaziyette ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Müthiş bir can acısı ile uyandım. Ayaklarımdan birisi yanıyordu. Parmaklarımın üstüne talaş koymuş, ateşlemişlerdi. Üç çocuk gene gülmekten kırılıyordu. Çalının altından fırladım. Üstlerine atıldım. Birini sağa, ötekini sola, fırlattım. Üçüncüsünün yüzüne bir tokat aşkettim, saçını başını birbirine karıştırdım. Üç köpek eniği birer tarafa yuvarlandı, ben de otların üstüne devrildim. Ağlıya ağlıya yanık yerlerimi yalamağa başladım. Gürültüye evdekiler koşuştu. Efendim evin balkonunda bir misafiriyle oturuyordu. O da bahçeye doğru eğilip seslendi: —¦ Ne var, ne oluyor? — Kölelerden biri, cevap vermek üzere, beni yakalayıp balkonun altına sürükledi: — Bu it eniği — dedi — küçük beyleri dövmüş.

Kibirli efendimin sapsarı kesildiğini farkettim. Misafirine karşı ayıp olmasın diye sesini çıkarmadı, yalnız beni içeri almaları için başiyle işaret etti. Dayak yiyeceğimi anlamıştım. Diz üstü çökerek : — Efendim, diye ağladım, ayağımı ateşle yaktılar. Köle ite – kaka beni içeri sürükledi. 16 TANBI’NIN KILICI TANEI’NIN KILICI 17 O kadar dayak yemiştim ki, kımıldıyamaz oldum. Yal-nız göz yaşlarım biteviye akıp duruyordu. Yataktan doğrulup oda kapısından çıkıncıya kadar, galiba dört gün geçmişti. Düşündüm, daha öğleye vakit var, küçük beyler şimdi derste olur, bu saatte bahçede kimsecikler bulunmaz. Hemen bahçeye indim, çimenlerin üstüne uzandım. Hasta hayvanlar güneşi ne kadar sever! Burada dinlendiğim sırada, baktım, efendimle o gün balkonda konuşan şişman bey oralarda dolaşıyor. Tek başına idi, düşünceli bir hali vardı. Alnı, çok ıstırap çekmiş insanlarınki gibi çizgilerle doluydu. Sırtındaki, bayram günleri giyilen saman renkli toga, senatör-lerinki kadar geniş değilse de, gene o cins bir şeydi. Yerimden kıpırdamamağa karar verdim.

O bu evden değildir, herhalde bana bir şey yapmaz, diye düşündüm. Şişman bey önümde durdu, sordu: — Hasta mısın, yavrucak? Bu şefkatli hitap karşısında göz yaşlarımı tutamadım. Babama dert yanıyormuşum gibi: — Ah, efendim, diye cevap verdim, çok dövdüler. Kafatasında sırtımın ağrısına dayanamıyorum, ayaklarım da sızıdan kopacak gibi. Sırtımdan mintanımı aşağıya doğru sıyırdım, vücudum cılk yara içindeydi ve yediğim dayaklardan yer yer çürümüştü. Hiç sesini çıkarmadan, bana baktığını görünce, bir çocuk saffet ve emniyetiyle ağladım, dert yanmağa devam ettim : — Bana bir köpek göziyle bakıyorlar, hattâ daha da kötü. Ayağıma ateş koyup güldüler. Kimse onları cezalandırmadı. Dayaktan bitkin bir halde avluda yatarken, onlar da üzerime çullandı, tekmelediler, dövdüler: Al sana! Al sana! Tokat mı istedin? Al! Ah, efendiciğim, ben bu evde ölüyorum, öldüğümü iyice hissediyorum. Çektiklerimi böyle ağlıya ağlıya sayıp dökerken, birdenbire efendim Maksiminos göründü, misafirini selâmladı. O da elini uzattı: — Bu küçük köleyi bana vermez misiniz? dedi. Maksiminos : — Memnunlukla! diye cevap verdi. Değersiz bil hediyem olarak kabul ederseniz, minnettar olurum. Misafiri: — Yo, öyle değil, alış – verişin işareti olarak şu bir altını kabul ediniz. Maksiminos nezaketle parayı aldı: — Hay hay, nasıl isterseniz.

Bahçede bir müddet daha dolaştılar, konuştular. Sonra şişman bey elimden tutarak, beni birkaç sokak ötede iki katlı küçük bir eve götürdü. Burası ahşap bir yapı idi. Fakat sevimil bir hali vardı, zemin katı taştan yapılmıştı. O günü hiç unutamam. Meğer benim sevgili kurtarıcım saray tarihçisi Priskos retor imiş. Evin alt katında kitapları ve yazılariyle baş başa yaşıyor, işlerine ak saçlı bir yerli kadın bakıyormuş. Bu kadıncağız beni üst kata çıkardı. Yatağa yatırdı, tepeden tırnağa kadar bütün vücudumu yağladı. iyileşip kendime geldiğim zaman, Priskos bana iki elbise diktirdi. Bunlardan birisi yünden yapılmış, beyaz bir sokak elbisesi, öteki de âdi ketenden gündelik giyeceğim. Her sabah o kadıncağızla birlikte pazara çıkıp alış -verişe yardım ediyor, sonra okula gidiyordum. Öğleden sonraları cici elbiselerimi giyip efendimle birlikte saraya çıkıyordum. Çok zaman koltuğumda bir kâğıt tomariy-le peşi sıra yürürdüm. Bunları taşımak öyle koltuklarımı kabartırdı ki.

Efendim iyi bir adamdı, bazan yüzümü okşar, yanaklarıma ufak ufak fiskeler vururdu. Bazan şaka olsun diye beni Zeta diye çağırırdı. Sonraları evdeki kadın da buna 18 TANRI’NIN KILICI alıştı, o da Zeta demeğe başladı. Nihayet adım Zeta kaldı. Hatuncuk büsbütün ihtiyarlayınca, benim işim de artmış oldu. Efendimin elbiselerini temizlemek, çarıklarını boyamak bana düştü. Çarşıya, pazara ben gidip gelmeğe başladım. Lâmbalara yağ doldurmak, ortalığı sü-pürmek, tozları almak, bulaşıkları, kirlileri yıkamak da benim işim oldu. Bunların hepsini büyük bir memnunlukla yapıyordum. Efendim her geçen yıl benden daha fazla hoşnut görünüyordu. Buna sebep, bilhassa kitaplarına ve yazılarına karşı ilgi göstererek tozlarını alıp temizlemekliğim oldu. Bir gün öğretmenim ona, hafızamın çok az bulunur bir kuvvete sahip olduğunu söylemiş. Efendim denemek istedi: Bana Homeros’tan iki mısra okudu. Sonra dört, daha sonra altı mısra. Söylediklerini yanlışsızca tekrarladım.

Bunun nasıl olduğunu kendim de bilmiyorum, fakat dikkatle dinlediğim veya okuduğum şeyler hafızama öyle yerleşir ki, unutmama imkân yoktur. Hizmetine girdiğimin daha üçüncü yılında beni istinsah işlerine başlattı. Bu çok işime yaramıştı. Kayserin kütüphanesinde yalnız bilgin adamlar bu işle uğraşırdı. Bunlar bana daima tavsiyeler ve nasihatlar vererek yardımda bulunuyorlardı, konuşmalarından da çok faydalanıyordum. Bir kölenin sekiz yıl hizmetten sonra azat olacağım da onlardan öğrendim. Fakat ölünceye kadar efendisine bağlı olan köleler de varmış. Benimki bunlardan hangisiydi, bilmiyordum; zaten efendimden ayrılmayı aklana bile getirmiyordum. Bu evde geçen sekiz yıl içinde birbirimize çok alışmıştık. Efendimin beni sevmesi yalnız ona karşı ettiğim hizmete karşılık değildi, benimle felsefî, tarihî konular üzerinde de konuşabiliyordu. Platon’u, Aristoteles’i, He-rodotos’u, Plutarkhos’u Svetonius’u, öğrenmiştim; feyle-sofları, dilcileri, büyük-küçük bütün bilgi kollarını biliyordum. Efendim yazı yazarken yer adlarını, tarihleri, yılları hep benden sorardı. Yavaş yavaş kayserin evrak TANRI’NIN KILICI 19 mahzeninde tek canlı takvim, coğrafya lügati, isim defteri haline geldim. Bir sabah, çok garibime gitti, efendim âdeti olmadığı halde hiç konuşmuyor, sessiz duruyordu. Sabah sütünü fincanına koymuş, herzamanki gibi : — Nasıl uyudun efendim, rüyanda neler gördün? diye sormuştum.

Buna da cevap vermedi. Yalnız zaman zaman bana bakıyor, düşünceli ve hüzünlü görünüyordu. — Acaba neye canı sıkıldı diye kendi kendime sordum, bir yanlışlık mı yapmıştım? Fakat şimdiye kadar hizmetimde kusur ettiğim olmamıştı. Nihayet konuşmağa başladı: — Ne kadar paramız var, Zeta? — Dünkü kadar efendim, yetmiş beş solidus üç yüz üç sestertius. — Kırmızı kesede ne kadar var? — Doksan altı solidus, yani bir fund’dan biraz fazla. Bu kese ayrı bir çekmecedeydi. Kapağında ağaçtan yapılmış bir İsa başı vardı. Efendim bu kesenin bir başka adama ait olduğunu söylemişti. O zaman para sahibinin adını vermemiş, ben de sormamıştım. Paraların hesabını daima ben tutardım. Yorgun bir eda ile : — Kırmızı meşin keseyi buraya getir, dedi. Üzerine dört altın daha koy, yüz olsun. Parayı masasının üstüne, önüne doğru koydum. Düşünceli bir tavırla odanın içinde bir aşağı, bir yukarı dolaşmağa başladı. Ben kapının yanında durmuş, para işinin sonucunu sabırsızlıkla bekliyordum.

Efendimin artık eski şişmanlığı kalmamıştı,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir