Gilbert Sinou – Tanrinin Sessizligi

“Yaşlı kadın, zemin kata inen basamakları yaşının elverdiği hız¬ la indi. Merdivenin sonuna geldiğinde elektrik düğmesini bulabilmek için birkaç saniye el yordamıyla arandı. Parlak küçük düğmeye ulaşabilmek için hiç bu kadar zaman harcamamıştı; çok uzun bir süre geçti sanki. Nihayet ışık salonu doldurdu. – Kim o? diye sordu, kararlı olmaya çalışan ancak endişesini saklamakta güçlük çeken bir sesle. Çıt yoktu. -Kim o? Ses tonundaki endişeyi gizleyemedi. Kapının zili çalıyordu. Birkaç adım attı. İşte o zaman gördü onu. Giriş kapısının yakınında, yerde bir adam yatıyordu. Nefesini duyabiliyordu. Yaklaşırken korkusunu bastırdı; gecenin buz gibi havası odayı kaplamıştı. Oysa yatmadan önce bütün pencereleri kapatmıştı. Bundan emindi.


Ölmekte olan adamla arasında iki üç metre vardı; hiç şüphe yoktu, adam ölüyordu. Aceleyle ve zor anlaşılır bir sesle sordu: – Ne… ne yapıyorsunuz burada? Ve hemen ardından sorduğu sorunun saçmalığını fark etti. Boğazı âdemelmasınm hemen altından kesilmişti. Kesik kesik fışkıran kan halının üzerinde koyu kırmızı bir birikinti oluştur¬ muştu. Duyduğu korku ve tiksintiyi aşarak adamın yanında diz çöktü. Yara derindi. Adam, yaşlı kadının varlığını hissetmiş olmalıydı. Dudakları 10 hareketlendi. Bir şeyler söylemeye çalıştıysa da bışaramadı. Böyle aptalca diz çökmüş ne yapıyordu sanki 9 Hemen telefona koştu… ” Clarissa Gray yazdırmayı bırakarak denize bakan pencereye doğru ilerledi. Uzaklarda, küçük Lindisfarne Adasının gri yeşil gölgesi şekillendi. Kutsal ada. Burada, İskoçya’da, Lamlash’te yaşadığı yirmi yıldır bu görüntü içini rahatlatıyordu. Düzen, dinginlik, her şeyin yerli yerinde olduğu gerçeği. – Bugünlük bitti, dedi dizüstü bilgisayarın arkasında oturan genç kıza.

Öykünün akışını kaybettim. Saatine baktı. – Saat de neredeyse altı olmuş. Gecikeceksiniz. – Ah! Korkmayın Bayan Gray, burası ile Brodick arası en faz¬ la beş mil. Saat yedideki gemiyi kaçırsam bile fark etmez, bir son¬ rakine binerim. Bisikletim kanatlıdır. Çalışmasını kaydedip bilgisayarı kapattı: – Bayan Gray, bir şey söylememe izin verir misiniz? – Biliyorum, sahne size gerçekçi gelmet . – Hiç de değil, tam tersine. – Fakat… Sesindeki endişe hissedilebiliyordu. – İnanılır gibi değil. Siz en çok okunan polisiye roman yazarla¬ rından birisiniz. Tiyatro eserleriniz dünyanın dört bir yanında oy¬ nanıyor. Elliden fazla eser yayımladınız. Ne kadar satış yaptınız? Yüz milyon mu, iki yüz milyon mu? -Ve… – Ve tüm bu büyük başarıya rağmen, sizi hep kaygılı görüyo¬ rum.

Neden? – Çünkü ben doğuştan kaygılıyım. Gördüğüm şeyler karşısında boğazım düğümlenir. Pişen suflenin kabarmama olasılığı bile be¬ ni altüst etmeye yeter. Kaderci bir havayla kollarını iki yana açtı: – Değişmek zor. Hele yetmiş üç yaşındaysan. Şunu da ilave edeyim sevgili Kathleen, eğer yaradılışın ne olduğunu bilseydiniz bunları söylemezdiniz. Çok basmakalıp ama, yaradılış kaynağını endişeden alır, kararsızlık içinde büyür ve şüpheyle sonlanın Eminim Tanrı da bu ruh hallerini yaşadı; yedinci günde 1 dinlenI. Eski Ahit’e göre Tanrı dünyayı altı günde yaratıp yedinci günde dinlenmiştir, (ç.n.) 11 me ihtiyacını duyması böyle açıklanabilir. – Tanrı’nın bir mazereti vardı; bu onun ilk denemesiydi. Oysa sizin sahip olduğunuz şöhret, deneyim… – Deneyim… Yirmi bir yaşında olmanıza karşın, aynı olgunun her zaman aynı sonuçları doğurmayacağını bilirsiniz. Yazı için de aynı şey geçerli. Salonun duvarına dayanmış maun büfeye doğru kısa adımlarla yürüdü. Üzerinde bardaklar, içinde sherry bulunan bir sürahi ve bir şişe de saf malt İskoç viskisi Glen Mhor duruyordu.

İki alkol¬ lü içki arasında tereddüt etti ve sonunda sherry’yi seçti: – Size de vereyim mi? Kathleen istemediğini belirten bir hareket yaptı. – Sözcüklerin geçirdiği evrim gizemli bir şey, diyerek saptama yaptı Bayan Gray bardağını ağzına kadar doldururken. İngilizcede sherry dediğimiz içki, İspanyolca kheres Fransızca’da xeres ol¬ muş, gelin de anlayın nedenini. Tuhaf değil mi? Sekreterin karşısında duran çiçekli koltuğun üzerine bıraktı kendini ve iç çekti: – Sözcükler. Sözcüklerin gizemi… Bu iki kişinin oluşturduğu görüntü kafa karıştırıcıydı. Bir yan¬ da gençlik, diğer yanda solgunluk; biri henüz ilk ışıklarında bir yaşamken, diğeri alacakaranlığa sarmalanmış. Aniden bir şeyden esinlenmişçesine sordu Kathleen: – Bana hiç anlatmadınız Bayan Gray. Bu sürgünün nedeni nedir? – Neden söz ediyorsunuz? – Burada, Arran’da, İskoçya’nın bu unutulup gitmiş adasında bulunmanızdan. Romancının gri mavi bakışlarından bir gölge geçti. – Uzun ve ilginç olmayan bir hikâye. – Patavatsızım. – Sizin yaşlarınızda normaldir. Buna karşın size kısa bir cevap vereceğim; “gereksiz eklenme.” 2 – Özür dilerim, anlayamadım. – Bu deyimi, cümlelerini şaşırtıcı terimlerle noktalamaya bayı¬ lan, parlak bir biyolog ve sıkıcı bir eş olan merhum kocamdan öğ¬ rendim.

Daha genel bir anlatımla bu, dişilerinin doğumdan birkaç gün önce yeniden döllenme yeteneği olan bazı hayvan türlerine özgü bir durumdur. Sonuç olarak, daha ilki ana karnındayken ikin.:’ bir fetüs oluşur. 2. Özgün metinde superfetation, art arda geicn iki yumurtlama evresinde her iki yumurtanın da döllenmesi anlamına gelen biyoloji terimi, (ç.n.) 12 Kathleen’in gözleri kocaman oldu. – Adaya gelişinizle olan ilgisini pek anlayamadım. – Anlam zorlamasıyla bu “faydalı bir şeye yapılan faydasız ekleme”yi belirtir. Siz isterseniz gereksiz deyin. Benim durumumda aşırı doluluktu söz konusu olan. Elli yaşına yaklaşırken yaşamı¬ mın yersizliğinin, saçmalığının farkına vardım. Tanınan ve beğe¬ nilen bir yazar olarak varlığımın en parlak dönemlerini, her tür¬ den çağrıya cevap vererek, bir akşam yemeğinden diğerine koş¬ turarak, kitaplarım hakkında söylenen boş lafları dinleyerek ge¬ çirdim. Kısaca kendimi, “zaman yiyici” adını verdiğim tiplerle, bir haftamı beş dakikada yiyebilen gereksiz varlıklar ve davranışlar¬ la çevrili buldum. Önümde iki seçenek vardı; ya hayatımın geri kalanının yutulup gitmesi pahasına bu çığrından çıkmış koşuş¬ turmayı sürdürecektim, ya da bir son verecektim bu… gereksiz eklenmelere.

Bir yudum sherry içip sözlerini noktaladı: – İşte sonuçta buradayım, “İskoçya’nın unutulup gitmiş küçük adası “nda. – Anlıyorum… Yani bir anlamda kaçtınız. – Hayır güzelim. Meydan okudum. Yenilip yutulmama izin ver¬ medim. Bu aynı şey değil. Bir süre sessizlik oldu. Sonra Kathleen ayağa kalktı. – Ne zaman devam etmek istiyorsunuz? Yarın aynı saatte? – Öbür gün veya en geç hafta içinde bir gün diyelim. Bilmiyo¬ rum. Murray’in durumu üzerine düşünmeye ihtiyacım var. Okurun zamanından önce şüphelenmesinden endişeleniyorum. – Anlaştık. Yaz tatili başladı, onun için bol vaktim var. – Barselona’da bir hafta geçirmeyi düşünmüyor muydunuz? – Evet, mimarlığa, özellikle de Art Nouveauya olan tutkumu biliyorsunuz.

Gaudi’nin eserini yakından görmek istiyordum. Fa¬ kat sevgili George bana eşlik etmek istiyor, ama ben onunla kırk sekiz saatten fazla beraber olmayı istemiyorum. – Sevgili George. Erkek arkadaşınızdan bahsediyorsunuz sanı¬ rım. Sorunlarınız mı var? – Ah! Önemli şeyler değil. Birbirimizi anlamayla ilgili problem¬ ler. İskoçyalı olduğumu biliyorsunuz, o da İngiliz. Ben Katoliğim, o Protestan. Bu her şeyi açıklıyor… – Anlıyorum. Bununla beraber âşıksınız. Âşık bir kadın genel¬ likle bağışlayıcıdır… Bir İngiliz’e karşı bile… Kathleen’in dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi. – Âşık mıyım, değil miyim; işte bütün mesele bu. Ama yalnızca 13 bu değil. George sadece eğitime, özellikle matematiğe karşı olan tutkusuyla yaşıyor. Onun gözünde en büyük aşk bile bir logaritma tablosu kadar uyarıcı değil.

Ya siz? Bir yerlere gitmeyi planlı¬ yor musunuz? Bayan Gray küçük bir kahkaha attı. – Adadan ayrılmak mı? İskoçya’yı bırakıp kendimi ter içinde, kulakları Japon malı fotoğraf makinelerinin sesinden sağırlaşmış bir insan sürüsü içinde bulayım diye mi? Yo, hayır! Bu ülkeyi baş¬ ka bir yere gitmeyecek kadar çok seviyorum. Highlands’e gidip biraz yürüyüş yapacağım elbette. – Highlands… sizin çok sevdiğiniz Highlands. Hiç kuşku yok, oradan vazgeçemezsiniz. – Şekerim, unutma ki annem bir Highlander? hem de en koyusundan. Kathleen bilgisayarı kılıfına koydu. – Ben çıkıyorum. Bu gece son sayfalan basmış olurum. Onları postayla göndermemi ister misiniz, yoksa bir sonraki buluşmamı¬ za kadar bekleyecek misiniz? – Hayır. En kısa zamanda okumayı tercih ederim, beni bilirsin. – Bana güvenebilirsiniz. En geç öbür gün elinize geçmiş olur. Clarissa Gray yalnız kalınca koltuktan kalktı ve odanın duvar¬ larından birini kaplayan kütüphaneye doğru yürüdü. Bir anlık te¬ reddütten sonra elini bir kitaba uzattı ve o an duyduğu acıdan kaynaklanan çığlığını bastırdı.

Dejeneratif işleyişti kronik artropati. Doktoru, iki yıl önce, hastalığını bu anlaşılmaz ifadeyle ken¬ disine bildirmeden önce sormuştu: “Bilgisayar kullanmıyorsunuz sanıyorum?” “Hayır” diye cevap verdi Clarissa. “Hep elle yazdım. Neden sor¬ dunuz?” Cevap vermeden önce biraz tereddüt etti: “Korkarım bil¬ gisayar dersi almanız gerekecek. Yakında kalem tutmanız imkân¬ sız hale gelecek. Ya da bu işi dayanılmaz ağrılar pahasına yapa¬ caksınız. Neden mi bilgisayar? Çünkü biçimleri bozulmuş bile ol¬ sa, bir iki parmağınızı klavyenin tuşlarına basmak için kullanabi¬ lirsiniz. Bu eylem parmak kemiklerini daha az yorar. Romanları¬ nızı başkasına da yazdırtabilirsiniz. Bence en doğrusu bu olurdu. Örneğin meslektaşınız Peter Cheney gibi yeteneği azımsanmayacak pek çok yazar tarafından bu yöntem kullanıldı, kullanılıyor.” Clarissa cevap verememişti. Romanlarını yazdırtmak mı? O ki, yazarken yanı başında bir gölgeye bile tahammül edemezdi. 0 ki, yazmanın bir şahitle paylaşılamayacak kadar mahrem bir davra3. Highlands’li.

(ç.n.) 14 niş olduğunu düşünürdü! Bu doktor deliydi. “Başka bir çözümü olmalı. Bana tıbbın yetersiz kaldığını söylemeyin.” “Tıp, ne yazık ki, ütihap önleyiciler, kortizon ve bir dizi ağrı kesiciden başka bir silaha sahip değil.” Tam itiraz ediyordu ki doktor bir açıklama getirdi: “Cerrahi müdahale, sizi rahatlatabilir. Buna karşın, görevim sizi uyarmak: Başarıya ulaşma garantisi yok.” “Ameliyat yapalım!” diye cevaplamıştı Clarissa, hiç tereddüt etmeden. Ve bu, acının ilerlemesini hızlandıran bir başarısızlık ol¬ muştu. Oysa edebi yaratıcılığına yabancı bir etkenin müdahale etmesine engel olmak için fiziksel olarak sonuna kadar diren¬ mişti etmişti. Eski ve tek dostu Profesör William Maclean’in tav¬ siyesi üzerine bir cep kayıt cihazı satın almıştı. Ama ruhu olma¬ yan bir makineye konuşmak ona kısa sürede insanlık dışı gelmiş¬ ti. Boş bir evde, boşluğa konuşan kendi sesim duymak.:.

Çıldır¬ mak için başka şeye gerek yoktu. Maclean bir kez daha yardımına koşmuş ve onu öğrencilerin¬ den biriyle, Kathleen Ferguson’la tanıştırmıştı: “Çok hoş biridir, göreceksiniz. Ve hiç de aptal değildir. Onunla kendinizi çok rahat hissedeceksiniz.” Başlangıçta çok zor geldiyse de, artık bu yeni yazma yöntemine uyum sağladığı gibi, kabul etmeli ki, daha ön¬ ceki alışkanlıklarına dönmesi de zorlaştı. Kathleen ile arasında kurduğu sözsüz anlaşma ona taze bir kan vermişti. Yeni bir gayretle, Clarissa parmaklarını kitabın üzerinde kapat¬ mayı başardı ve koltuğuna döndü. Wystan Ashebery… LamberHouse’ta Cinayet. Uzun süredir bir polisiye romana kaptırmamıştı kendini. Bu ye¬ ni kuşak yazarları hayal gücünden yoksun ve özellikle basiretsiz buluyordu. Daha ilk sayfalardan katilin kimliği anlaşılıyordu. Ço¬ cukça. Hayır, eğer Ashebery’yi satın almaya karar verdiyse, bunun sebebi yalnızca bir hafta evvel Stornoıvay Gazettete çıkan ve ya¬ zarı büyük Clarissa Gray’le karşılaştıran eleştiri yazısıydı. Gözlüklerini taktı, koltuğuna rahatça yerleşti ve okumaya ko¬ yuldu. Bir saat sonra, bulmayı ümit ettiği mutluluk hâlâ ortada yoktu.

Bu yazım tarzını kendisininkiyle karşılaştırmaya cüret et¬ mek mi… Bu gizemden uzak olay örgüsünü, bu kişiliksiz karak¬ terlerle Clarissa Gray’in kahramanlarını karşılaştırmak mı? Bu henüz olgunlaşmamış detektif ile büyük Archie Rhodenbarr’ı karşılaştırmaya cesaret etmek mi? Hadi canım! Böyle benzerlik¬ ler ileri sürmek için Stornoınay Gasette’in eleştirmeninin Wystan Ashebery kadar yeteneksiz olması gerekir. Yaşlı kadın dudak büktü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir