Gilly Macmillan – Dokuz Gün

Çoğu zaman başkalarının gözünde, sandığımız kişi deği-lizdir. Birileriyle tanıştığımız zaman, onun takdirini kazanmak için elimizden geleni yaparız, kendimizi en iyi şekilde ifade etmeye çalışırız, yine de çoğu zaman yanlış anlaşılırız. Bu, hayatın trajik bir yönüdür. Oğlum Ben kaybolduğundan beri çok düşündüm ve düşündüğüm her seferinde aklıma bir soru takıldı: Eğer biz sandığımız kişi değilsek, bir başkasının da bizim sandığımız kişi olmama ihtimali var mıdır? İnsanların bizi yanlış yargılama ihtimalleri bu kadar yüksekse, başkaları hakkında yaptığımız eleştirilerin doğruluğundan ne kadar emin olabiliriz? Buradan yola çıkarak, düşüncelerimin nereye varacağını anlayabilirsiniz. Otorite sahibi veya aile bireyi olduğu için birine gerçekten güvenebilir miyiz? Bütün arkadaşlıklarımız, ilişkilerimiz gerçekten sağlam temellere mi dayanıyor? Düşüncelere daldığım zaman, bunları Ben kaybolmadan önce düşünebilecek kadar akıllı olsaydım hayatımın ne kadar farklı olabileceğini aklımdan geçiriyorum. Ruh halim kötüyse bunları düşünmediğim için kendimi suçluyorum ve ardı kesilmeyen, felç edici düşüncelerim beni günlerce cezalandırıyor. Bir yıl önce, Ben’in kaybolmasından hemen sonra televizyonlarda da gösterilen bir basın toplantısına katıldım. Benim rolüm, oğlumu bulmama yardımcı olmaları için insanlardan yardım istemekti. Polis, okumam için bana bir kâğıt vermişti. İnsanların, karşılarında kaybolmuş oğlunu bulmaktan başka hiçbir şey istemeyen bir annenin durduğunu anlayacaklarını sanıyordum. İzleyicilerin çoğu, özellikle de sesi en çok çıkanlar tam aksini düşündü. Beni çok kötü şeylerle suçladılar. Programı izleyene kadar bunun sebebini anlayamadım. İzlediğim anda her şeyi apaçık kavradım ama zararı önlemek için çok geç kalmıştım. Televizyonda bir kurban gibi görünüyordum.


Çekici bir kurbandan ziyade kocaman gözlü bir antilop gibi diyelim, cılız ayakları üzerinde zor duran, bakımsız ve son dakikalarını yaşayan ideal bir avdım. Dünyaya duygusal bir pencereden, yaralı bir suratla bakıyordum. Bedenim rüzgârda titreyen bir yaprak gibi sallanıyor, konuşurken sesim kuru ve cılız çıkıyordu. Bu şekilde kendimi, duygularımı açıkça ortaya koyarak birilerinin Ben’i bulmama yardım edebileceklerini düşünmüş ama yanılmıştım. Beni bir ucube gibi görmüşlerdi. Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyi yaşadığım için benden korkmuşlar ve bir çakal sürüsü gibi üzerime çullanmışlardı. Her şey bittikten sonra televizyona tekrar çıkmam istendi. Sonuçta bu, büyük yankı uyandıran bir olaydı. Hep reddettim. Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yermiş. Yine de kendimi şöyle düşünmekten alıkoyamıyorum: Bu röportaj başka türlü nasıl olabilirdi? Kibar bir muhabirin rahat bir stüdyoda bana dönerek, “Bize biraz hayatından bahset Rachel,” dediğini hayal ediyorum. Muhabir, bir barda bir şeyler içip sohbet edecekmişiz gibi, benimkinin karşısına yerleştirilmiş koltuğuna yaslanıyor. Yüzünde sanki izleyicilere kokteyl veya meyveli dondurma tarifi veriyormuşuz gibi bir ifade var. Sohbet ediyoruz. Beni rahatlatmak için acele etmeden hikâyemi anlatmama izin veriyor.

Sesim gayet düzgün çıkıyor. Kendime hâkimim. Bir anneye yakışacak bir tablo çiziyorum, cevaplarım gayet yerinde ve tutarlı. Hiç kimse bana meydan okumuyor. Ağzımdan herhangi bir şey kaçırıp şüphe uyandıracak bir şeyler söylemiyorum. Hiçbir şekilde çırpınıp batmıyorum. Bunları hayal ederek uzun vakitler geçiriyorum. Sonuç her zaman aynı: Hayal kurduğum sürece her şey çok güzel hatta mükemmel gidiyor, muhabir en çok nefret ettiğim soruyu hiç sormuyor. Bu soruyu bana şimdiye kadar kaç kişinin sorduğunu söylesem ağzınız açık kalır. Soru ne mi? “Ben’in kaybolduğunu fark etmeden önce ona kötü bir şeyler olacağma dair bir şeyler sezdiniz mi?” Burada, ihmalkârlık yaptığımı ima eden bir şeyler var, o yüzden bu sorudan nefret ediyorum. İçgüdüleri daha güçlü, daha iyi bir anne olsaydım, çocuğumun tehlikede olduğunu hissedebilirmişim, ya da hissetmeliymişim gibi bir şey. Peki, her seferinde nasıl cevap veriyorum? “Hayır,” diyerek. Bu aslında basit ve yeterli bir cevap. Fakat insanlar bana dedikodu malzemesi olmuşum gibi, alaycı bir yüz ifadesiyle bakıyorlar. Buruşmuş alınlar ve sorgulayan gözler, “Gerçekten mi? Emin misiniz? Nasıl olabilir?” diye soruyor.

Verdiğim cevabı hiçbir zaman açıklamaya yeltenmiyorum. Duymaları gereken tek şey ‘hayır’ kelimesi. Uzun cevaplar vermiyorum, çünkü bu olaylardan sonra insanlara olan güvenimi kaybettim. Güvensizlik hissi bütün ilişkilerime cam kırıkları gibi yayılmış durumda; go-rünmüyor ama tamamını temizlediğimi sandığım zamanlarda bile batıyor, acıtıyor, can yakıyor… Artık çevremde gerçekten güvenebileceğimden emin olduğum pek az insan var, zaten onlar da beni hayata bağlayan kişiler. Bütün hikâyemi biliyorlar. Bir yanım, beni can-ı gönülden dinledikleri sürece öteki insanlarla da konuşabileceğimi düşünüyor. Ama önce bütün hikâyemi konuşmalarımı bölmeden, beni yargılamadan dinlemek ve Ben için yapabileceğim her şeyi yaptığımı anlamak zorundalar. Bazı davranışlarım sabırsız, bazıları ise tehlikeliydi ama hepsini Ben için yaptım, çünkü hayatımda bildiğim tek gerçek, ona karşı hissettiklerimdi. Eğer ihtiyar denizcinin hikâyesini başından sonuna kadar dinlemeye katlanabilecek sabrı, anlayışı ve vakti bol olan bir düğün davetlisi bulabilirsem’, ona her detayı anlatırım. Başka insanların acı dolu hikâyelerine ortak olmanın heyecanını kim sevmez ki? Neden Schadenfreu.de’ kelimesini karşılayacak İngilizce bir kelime türetmedik diye hep merak etmişimdir. Muhtemelen bunu hissettiğimizi itiraf etmekten utandığımız için türetmemişizdir. Sütten çıkma ak kaşıkmışız gibi davranmak bize daha kolay geliyor. Cömert dinleyicim şüphesiz ki anlattıklarımı duydukça şaşıracaktır, çünkü anlattıklarımın hiçbiri daha önce kaleme alınmadı. Hiçbirinin eşi benzeri yok.

Hayali dinleyicime hikâyemi anlatırken, en sevimsiz soruya cevap vererek başlayacağım: Ben kaybolduğu zaman, içimde herhangi bir sezgi yoktu. Hem de hiç. Başka şeyler düşünüyordum. Zihnim, eski kocamın şimdiki eşiyle meşguldü. * The Rime of the Ancient Mariner: Yazar, Samuel Taylor Coleridge’in Türkçeye İhtiyar Denizcinin Ezgisi olarak tercüme edilen romanına atıfta bulunuyor, -rn *’ Alm. Başkalarının acısıyla eğlenmek, -y» JIM Bir zamanlar kontrol altında tuttuğum şeylerin listesini veriyorum: İş, ilişki, aile. Şimdiki sorunum ise, kafamda ardı arkası kesilmeyen düşünceler. Kaybettiğim şeyler ve bunu ne kadar dilersem dileyeyim asla geri alamayacağım davranışlarım her saniye, her dakika, her an beynimde dönüp duruyor. Bu acıları hafifletmek, düşüncelerimi azaltmak için hafta içi kendimi işe veriyorum. Hafta sonları işim daha zor oluyor ama kısmen ona da bir çözüm buldum: Antrenman yapıyorum, biraz daha fazla çalışıyorum ve sonra aynı döngüyü tekrar ediyorum. Geceleri mahvoluyorum, çünkü düşünceler kafamda dönüp durduğu için uyuyamıyorum. Öğrenciyken uykusuzluk hastalığına dair bir şeyler öğrenmiştim. Sürrealist şiire dair bir şeyler okumuş, uykusuzluğun beyinde halisünatif etkiler yaratabileceğini, hu etkilerin de günlük hayatta yaratıcılığımızı arttıracağını öğrenmiştim. Ama benim uykusuzluk hastalığım böyle değil Uykusuzluk yüzünden depresif, rahatsız bir hale geldim. Yaratıcılığın değil, umutsuzluğun ve ezilmişliğin kuyusunda dolanıyorum.

Her yatağa girdiğimde, bu duygulardan kaçmanın mümkün olmadığı tokat gibi yüzüme çarpıyor. Başımı yastığa koyduğumda, kendi zihnimden kurtulabilmek için ne kadar çabalarsam çabalayayım, her bir hücrem beni uyanık tutmak için arkamdan iş çevirmeye devam ediyor. Etrafımdaki bütün potansiyel uyarıcıların farkındayım ve bu uyarıcıların tamamı bana birer Çin işkencesi gibi geliyor. Sürekli hareket ettiğimden yatak örtüm bir hayvanın acımasız pençelerine maruz kalmış gibi buruşuk ve dağınık duruyor. Ellerimi göğsüme koyup uzanmaya çalışsam, kalp atışlarım korkudan nefesimi kesiyor. Örtünmeden uzansam, sıcaklığı ne olursa olsun odanın havası derimi yakıp iğneliyor. Sıkı giyinsem, ciğerlerimdeki havayı söküp alan ve yatağımı içinde yıkanmaya mahkûm edildiğim durgun bir ter havuzuna dönüştüren yoğun ve bunaltıcı bir kapalı alan korkusu hissediyorum. Yatağımda bu şekilde kavrulurken, dışarıdan gelen sesleri dinliyorum: Yabancıların bağırışları, arabalar, bir motosiklet, bir bisiklet, rüzgârla hareketlenen yaprakların hışırtıları, bazen de hiçbir şey… Derin bir boşluk… Bazı geceler sessizlik beni boğuyor. Genellikle gece yarısından sonraki saatlerde yataktan kalkıp giyiniyorum, dışarı çıkıp sokak lambalarının sodyum turuncusu ışığı altında, bir tilki veya kapının eşiğindeki kederli bir adamın yarattığı bulanık karaltılardan başka yaşam belirtisi olmayan yerlerde dolaşıyorum. Fakat dışarı çıkıp yürümek de beni rahatlatmıyor. Her adımda eve, yatağıma, o boşluk duygusuna ve uykusuzluğa dönüş korkusu içimi kaplıyor. Her şeyden kötüsü, beynimi tekrar tekrar işgal edecek düşüncelerden korkuyorum. Düşüncelerim beni gün içinde büyük mücadeleler vererek saklanıp kurtulduğum o karanlık, parlak odalara geri götürüyorlar. Bu gizli saklı yerleri buluyorlar, kapıları kolayca açıyorlar, pencerelerdeki kalasları söküp ışığın karanlık köşelere girmesine neden oluyorlar. Beynimde göz kamaştırıcı bir cinayet sahnesi canlanıyor.

Başkahraman Benedict Finch’in berrak, mavi gözleri benimkilerle buluşuyor; gözlerinde öyle masum bir ifade var ki, neredeyse beni suçluyorlarmış gibi hissediyorum. Bazen geç saatlerde azıcık dinlenebiliyorum ama derin, rahatlatıcı, dinlendirici bir uyku uyuyamıyor, sadece kısa bir süreliğine düşünmeyi bırakmış oluyorum. Uykularım bile soluklanmama izin vermiyor, sürekli kâbuslar görüyorum. Uyumuş olsam da olmasam da, sabah kalktığımda daha güne başlamadan kupkuru, kokuşmuş ve yorgunluktan suyu çıkmış bir halde oluyorum. Yastığım gözyaşlarım-la yıkanmış, çarşafım terden sırılsıklam olmuş bir halde, uykusuzluğun sadece geceyle gündüzü ayıramayacak bir hale gelmeme değil, dengemi de kaybetmeme neden olduğuna dair derin bir dehşet duygusuyla sabahı karşılıyorum. Bu olay başıma gelmeden önce ne uykunun yenileyici gücünü ne de paramparça olmuş akıl sağlığının tahrip edici etkilerini anlayabilirdim. Tükenmişliğin insanı bu kadar fazla yaralayacağını, mahvedeceğini hiç düşünmemiştim. Zihnin hiç farkında olmadan sessizce artan ve geri dönüşü olmayan bir biçimde hastalanabileceğim hiç fark etmemiştim. Bunları birilerine anlatmaya utanıyorum. Uykusuzluk, yaşamım onunla örülmüş gibi sırtıma yapışmış, gece gündüz benimle geziyor. Verdiği tükenmişlik duygusu, içtiğim kahveye paslı demir tadı katıyor ve yemek yemenin düşüncesini bile katlanılamaz hale getiriyor. Kalkar kalkmaz sigaraya sarılıyorum. İşe giderken korkuyorum, bisikletimle kaldırım dibinden gidiyorum ve arkamda veya önümde aniden bir araba durduğunda kalçalarımm ağrısına rağmen korkuyla pedallara asılıyorum. Ofisteki erken toplantıda birisi Baş Komiserim, “İyi misin?” diye soruyor. Başımı evet anlamında sallıyorum ama ter damlalarının saçlarımın arasından aşağı süzüldüğünü hissedebiliyorum.

“İyiyim,” diyorum. Birisi, “Sen ne düşünüyorsun, Jim?” diye sorana kadar aşağı yukarı on dakika daha direniyorum. Kendimi kanıtlamak, öne çıkarmak için soruyu cevaplamam gerekiyor. Bir yıl önce olsaydı bunu yapabilirdim. Şimdiyse tükenmez kalemimin ucundaki kırık plastik parçasına bakıyorum. Başımı kaldırıp bana beklentiyle eğilmiş yüzlere bakmam gerekiyor. Bütün düşündüğüm, uykusuzluğun beni ne hale getirdiği ve sağlıklı düşünmemi ne derece önlediği. Panikliyor ve korkunun bir uyuşturucu gibi bedenime yayıldığını hissediyorum; korku damarlarımdan geçiyor, kılcal damarlarıma yayılıyor ve vücudumu kaplıyor. Sessizce dışarı çıkıyorum ve parmaklarım kanayana kadar duvarları yumrukluyorum. Bu ilk defa olmuyor ama beni psikologa yollamakla ilgili tehditlerini ilk kez yerine getiriyorlar. Doktorumun adı Francesca Manelli. Seanslara düzenli olarak katılmaz ve onunla işbirliği yapmazsam, Suç Soruşturma Dairesinden atılacağımı açıkça söylüyorlar. Bir ön toplantı yapıyoruz. Doktor benden Benedict Fitch davasıyla ilgili bir rapor yazmamı istiyor. Rapora, itirazlarımı yazarak başlıyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir