Glenn Meade – Buz Kapani

New York’ta, Jennifer March sabaha karşı saat üç karanlığında uyandığında, odada bir varlığın hareketini hissetti. Dışarıda fırtına kol geziyor, şimşekler pencere camlarım aydınlatıyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Gözlerini açtığında, dehşet içinde kalarak iki şeyin farkına varmıştı: fırtınanın uğultusu ve yakınında bulunan birinin korku verici varlığı. Yüzünü ter bastı, kısa kısa, kesik kesik soluk alıp vermeye başladı. Üzerindeki örtüyü itip, yataktan kalkmaya davrandığında, tepesinde duran siyahlar içindeki adamı gördü. “Kıpırdama” dedi adam. Jennifer bu uyarıya rağmen korku içinde kalkmaya çalışırken, adam suratına bir tokat patlattı, yüzünde yakıcı bir iz bırakan bir tokat. “Sakin ol!” Çakan bir şimşeğin ışığı odayı aydınlatınca, saldırganın yüzüne baktı. Adamın yüzü yoktu. Kafasında koyu renk bir kayak maskesi vardı, yarıklarından delici siyah gözlerinin göründüğü bir kayak maskesi; deri eldivenli elinde de bir kasap bıçağı. Jennifer yeniden bağırmaya kalkışınca, adamın öteki eli gelip ağzım kapattı. Genç kadın korkuyla kıvranıp inledi, geceliği karnına doğru toplandı. Adam bıçağı dikkatle başucu masasının üzerine yerleştirdi. Jennifer birden teninin üzerinde bir elin gezindiğini, adamın bacaklarını ayırmaya çalıştığını hissetti. “Sakin ol, yoksa gırtlağını keserim!” Jennifer March donup kalmıştı.


Adam kemerini çözdü, yatağa çıktı ve vahşice genç kadının içine girdi. Kadın büyük bir acı duydu. Hayatında hiç yaşamadığı bir korku içinde kalmıştı, adamın yaptığında hayvanca ve itici bir şeyler vardı ama olan bitenin dehşetine öylesine kapılmıştı ki, hareket bile edemedi. Fırtına dışarıda esip gürlerken, adam homurtular içinde doyuma ulaştı. Sonra birden, her şey bitti. Adam yatakta oturdu, kadının ağzını kapatan elini çekti, parıltısı kan çağrışımları yapan bıçağı başucu masasının üzerinden alırken, Jennifer girdiği şok yüzünden bağıramadı bile. Sadece hıçkırıklara boğuldu. “Ne? Ne yapacaksın?” “Seni öldüreceğim.” www.cizgiliforum.com Jennifer March bir çığlık attı. Jennifer March yastığını göğsüne bastırmış vaziyette, çığlık çığlığa uyandı. Bu kez bir kâbusta değil, gerçeğin içinde uyanmıştı. Dehşet içinde soluk soluğa kalmıştı. Elindeki yastığı bırakıp, yatak örtüsünü ayağıyla itekledi.

Başucu lambasını yaktı, gergin hareketlerle yataktan kalkıp, pencerenin yanına gitti. Kendini daha düzenli soluk alıp vermeye zorlarken, açık camın ötesindeki şıpırtının farkına vardı. Yağmur. Fırtınalı gecenin soğuğunda şarıldayan, ağır ve bitmeyecek seller. Dışarı baktığında, teselli edici gümüşümsü bir ay ışığı aradı ama hiçbir şey göremedi; sadece çılgın rüzgârın önüne katılmış, camlarından yol yol akan kapkara, buz gibi bir yağmur. Şimşek çakıyor, gök gürültüsü korosu gümbürdüyordu. New York uykudaydı, Bütün Doğu Sahili fırtınalı karanlığa boğulmuştu, ama o uyanıktı, ruhu yürek paralayıcı ürküntünün, korkunç kaygının altında eziliyordu. Her zamanki gibi, kâbusu yine fırtına sırasında görmüştü. Ve yine her zamanki gibi öylesine gerçekti ki, tedirginliğe kapılmamak elde değildi. Uyurgezer gibi hole çıktı, banyoya girdi, askıdan bir havlu alıp, yüzünün terini sildi. Ardından mutfağa yönelip, fırının üzerindeki gece lambasını yaktı, buzdolabından bir şişe çıkardı, uzunca bir bardağa su doldurup içine birkaç parça da buz attı. Koca bir yudum içtikten sonra odasına döndü, yatağının kenarına oturdu. Sırtı duvara dayalı, buz gibi bardağı alnına bastırdı, başucu masasının üstündeki dijital saatin rakamlarına baktı: 3.05. Neredeyse düşünmeden başucu masasındaki uyku haplarına uzandı, plastik şişeyi açarak ağzına iki hap attı, yine kocaman bir yudum suyla yuttu.

Uyku hapı almaktan hoşlanmıyordu ama bu akşam almak zorundaydı. Uyumak istiyordu, kâbus işkencesine uğramadan uyumak. Long Beach, Long îsland’daki apartman dairesi bir yatak odası, sevimli bir salonu, küçük bir mutfağı ve minicik bir banyosu olan güzel bir daireydi. Havanın berrak olduğu günlerde koyun öbür tarafındaki Cove End ve annesi ile babasının evi görülüyordu: suyun kenarında bir rıhtımı olan, gri ve beyaza boyanmış, sömürge üslubunda yapılmış metruk bir ev. Jennifer o evde artık oturamayacağını anlayınca, yeni bir başlangıç umuduyla bu daireye taşınmıştı ya, aslında hiçbir başlangıç yapmayı da becerememişti. Sonsuza dek geçmişine tutsak, geçmişinin zincirlerine bağlı yaşayacaktı. Hâlâ kâbus görüyordu. Anılar hâlâ peşini bırakmıyordu. Unutmak için ne yaparsa yapsın, anılardan kurtulmak mümkün değildi. Nedenini de biliyordu. Bazen sahip olduğu tek şey, rüyalarıydı. Hatırlayabileceği tek şey babası ve annesiyle paylaşıp yitirdiği hayat ve onlarla birlikte almanın huzuruydu. Ne var ki bazen düşleri kâbusa dönüşüyor, sıkıntı ve dehşet taşıyor, bu akşamki gibi onu pençelerine alıp, bırakmıyordu. Đşte bir insan sesi duymaya, yalnız olmadığım, bu dünyada başka biriyle ilişkisi olduğunu kanıtlama duygusuna onu iten de buydu. Başucu masasının üzerindeki saatin ışıklı kadranına bir daha baktı: 3.

06. Bu dünyada, gecenin yarısında olsun, başka herhangi bir saatte olsun, derdini paylaşabileceği tek bir insan olduğunu düşündü. Telefonu alıp, yanına koydu, ahizenin üzerindeki ışıklı rakamları tuşladı. On kilometre ötede, Elmont Long îsland’daki telefon iki kez çaldıktan sonra, uykulu bir erkek sesi duydu: “Alo?” “Benim.” “Jennifer? Sen misin? Her… Her şey yolunda mı?” Mark Ryan’ın sesi telaşlıydı. Adamın endişesini hissedebiliyordu. “Özür dilerim Mark. Görüşmeydi epey zaman olduğunu biliyorum, ama arayacak başka kimsem yok.” “Önemli değil Jennifer. Önemli olan sensin.” “Seni uyandırdım.” “Aldırma. Yatalı zaten çok az oldu.” Usulca güldü. “Genellikle, deprem olsa duymam ya, anlaşılan yan uyanıkmışım.

” Hışırdayan çarşaflar, yatakta doğrulduğunun işaretiydi. Birdenbire patlayan bir gök gürültüsü Jennifer’ı yerinden sıçrattı. Mark, “Dışarıda hava korkunç görünüyor” dedi. “Çok kötü.” “Galiba yine kâbus gördün. Onun için mi telefon ettin Jennifer? Kâbus mu gördün?” “Aynı kâbusu. Adamı odamda gördüm. Her zamanki gibi, öylesine gerçekti ki. Üstelik hayal gücüm gördüğüm kâbusu daha da korkunçlaştırıyor. Her seferinde, adamın ırzıma geçtiğini görür gibi oluyorum.” “Sadece asabın bozuk Jennifer.” Genç kadının sesi çatladı. “Bazen kırılmışım, ortadan ikiye bölünmüşüm gibi geliyor. Bu gece de o gecelerden biri Mark. Bana kalırsa, onları öylesine özlüyor, onlar olmadan kendimi öylesine kaybolmuş hissediyorum ki.

Zamanla azalacak sanmıştım oysa. Ama azalmıyor. Đki yıl geçti, bazen sanki dün olmuş gibi geliyor.” Mark bu sözler üzerine usulca, “Kolay olmadığını biliyorum Jennifer” dedi. “Yıldönümleri de bizleri çok daha duyarlı yapıyor, özellikle de trajik olanlar. Ara sıra hepimiz aynı şeyleri hissediyoruz. Ancak adamın dönmeyeceğini artık bilmen gerek. Asla gelmeyecek. Bunu lütfen anla.” Jennifer yağmurun camlan dövmesini izlerken kendini bu sözlerin tesellisine bıraktı. Islak ve fırtınalı Cove End koyunun birkaç yüz metre ötesindeki ev soğuğa ve zifirî karanlığa gömülmüş olmalıydı. Bir zamanlar o ev birçok güzel anıyı içinde toplayan sıcak ve şirin bir yerdi ama bugün artık değil. “Orada mısın Jennifer?” “Buradayım, dinliyorum.” “Annen seni bu halde görmek istemezdi. Hele onun doğum gününde, böylesine kaygılı ve tedirgin olmandan hoşlanmazdı.

Onun için şimdi senden yatağına yatıp, gözlerini kapatmanı, uyumaya çalışmanı isteyeceğim. Benim hatırım için, yapar mısın, Jennifer?” “Đlaç aldım zaten, uyuyacağım şimdi.” “Kaç hap aldın?” “iki.” Mark’ın sesindeki rahatlamayı hissetti. “Ne yapalım, iki tanenin bir zararı olmaz. Zaten şimdi ihtiyacın var. Đyisin değil mi? Haplar gerçekten işe yarıyor mu?” “Galiba.” “Đstersen yarın seni arayayım ya da kendini konuşmaya hazır hissettiğinde sen bana telefon et, ne dersin?” “Harika.” “Đyi geceler Jennifer. Dinlenmeye çalış.” Sesinde, sanki genç kadının korkusunu atmasını kolaylaştırmak istermiş gibi, isteyerek yapılmış, belli belirsiz bir gülme belirtisi vardı. “Bak, eğer şimdi yanında olsaydım ve öylesi bir ilişki yaşasaydık, kollanma alıp uyutmayı Önerirdim.” “Biliyorum, iyi geceler. Ve… Dinlediğin için teşekkürler Mark. Đyi ki varsın, teşekkürler.

” “Arkadaş dediğin, başka ne işe yarar ki? Birbirimizi uzun zamandan beri tanıyoruz. Şimdi dinlen. Yakında görüşürüz.” Son sözleri, “Kendine iyi bak” oldu, ardından telefondan bir tıkırtı geldi. Sonra sessizlik; pencerelere çarpan yağmurun ipeksi kırbacının ve uzak gök gürültüsünün dışında, sessizlik. Jennifer March telefonu yerine koyduktan sonra bir yanının üzerine döndü, ellerini çocukluğundaki gibi başının altına soktu, uyku ilacının kadifemsi eli onu avucuna alıp uyuşturuncaya kadar, buğulu gözlerle camı yıkayan kara yağmur derelerini seyretti. Orada, uyanıklık ile uyku arasındaki ıssız topraklarda yakalanmış gibiydi, kimsenin ona yardım edemeyeceğim yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Kendinden başka kimse ona gerçekten yardım edemezdi. Ruhuna azap veren iblislerle yaşamayı bir gün, bir şekilde öğrenmek zorundaydı. Bunun şimdilik imkânsız olduğunun farkındaydı ama en azından maskeli adam yoktu ve kâbus sona ermişti. Hiç olmazsa, bunlar vardı. Özlemle beklediği uyku sonunda geldiğinde, gözkapakları titreşti ve Jennifer March kendini geceden geri kalanın kollarına teslim etti. JFK1 Uluslararası Havalimanı, New York Nadya her şeyin hemen bitmesi için dua etti. Eğer önündeki birkaç dakikayı da atlatırsa hayatta kalacaktı. Atlatamazsa ölmüş demekti.

Endişeyle kucağındaki bebeği göğsüne bastırdı, iki yaşındaki kızının elini sıkı sıkı tuttu. Havalimanı gürültülü ve kalabalıktı. JFK’ ye hayatında ilk kez geliyordu; adam neler olacağını söylemiş olmasına rağmen, korkuyordu. Yüzünün ter içinde kaldığını, sırtından, yünlü elbisesinin altından damlaların aktığını hissetti. Yirmi üç yaşındaydı, adamların onu seçmesinin nedeni de açık mavi gözleri ve masum yüzüydü. Kızı Tamara da tıpkı kendine benziyordu, kusursuz bir yuvarlak yüz ve koskocaman, masum gözler; Nadya onu çok seviyordu. Moskova’da hayat güçtü. Sokaklarda sekiz milyon kişi varken, hayatını kazanmak güçtü. Sosyal konutlardan birinin on dördüncü katında, sıcak suyu olmayan, böceklerin cirit attığı bir odada yaşam savaşı vermek de güçtü. Nadya Fedov kızı için daha güzel bir hayat istiyordu. Kızı annesi gibi olmayacak, hayatını gece kulübünden çok kerhaneyi andırır bir pislikte çalışarak geçilmeyecekti; bir avuç ruble karşılığında vücudunu satın alan kaba sarhoşlarla uğraşmak zorunda kalmayacaktı. O iyi bir muhitteki güzel bir apartmanda, sıcak suyu olan bir dairede oturacak, temiz çarşaflar içinde yatacak, arkadaşları da iyi çocuklar olacaktı. Nadya’nın kızı için istedikleri bunlardı. Başını eğip, Tamara’ya baktı. Moskova’dan buraya sekiz saatlik yolculuğun heyecanıyla yorgun düşmüş çocukcağızın saçları darmadağınıktı.

“Uykuya daha çok var mı anne?” “Birazdan Tamara, birazdan.” Nadya mavi battaniyeye sarılı bebeği sallayıp, önündeki pasaport kabinine baktı. Artık önünde sadece bir kişi vardı, yerdeki san çizginin gerisinde, gergince bekledi. “Korkuyormuş gibi görünmemeye çalış” dedi kendi kendine. Elindeki pasaport gerçeğinden ayırt edilemez bir sahtecilik şaheseriydi, üzerinde çocukların adları tamamdı ve sayfalarından birinde de ABD vizesi damgalanmıştı. Sıra kendisine gelince, mavi üniformalı pasaport görevlisi ilerlemesini işaret etti. Adamın dediğine uyup pasaportunu ve uçuş sırasında doldurduğu iniş kartını uzattı. Adam pasaportu inceleyip, Nadya’nın yüzüne baktı. Ardından pasaportu tarayıcı gibi bir aletten geçirdi, sonra da elini uzatarak, “Biletler, lütfen” dedi. Nadya uçak biletlerini verdi. Memur biletleri inceledikten sonra, yeniden genç kadına baktı. “New York’ta on beş gün kalıyorsunuz, öyle mi?” “Da. Evet.” “Bu adreste mi?” “Evet.” “Bunlar çocuklarınız mı?” “Evet.

” Görevli Tamara’yı görebilmek için tezgâhın üzerinden uzandı, sonra da kıza göz kırptı. Tamara utanarak gülümsedi, annesinin elbisesinin eteğine yapıştı. Adam, “Güzel bir kız” dedi. “Evet.” Nadya asabice gülümsedi. Adam hiç beklediği gibi çıkmamıştı, iyiydi. Nadya’nın kucağında, battaniyeye sarılmış bebeğe bir göz attı, sonra iniş kartını pasaportun sayfalarından birine zımbalayıp damgaladı, biletlerle birlikte uzattı. “Teşekkürler hanımefendi. New York’ta iyi eğlenceler.” Oysa daha bitmemişti. Nadya döner banttan bavulunu buldu, bir bagaj araba almak için para çıkardı; bir eliyle arabayı iter, öbüründe bebeği tutar, Tamara da arabaya tutunmuş yürürken ABD gümrüğüne doğru ilerledi. Đçinde inanılmaz bir korku hissediyor, yüreği kaburgalarını dövüyordu. Kucağındaki kundaklanmış bebeği sallayıp mırıldandı: “Uyu Aleksey. Uyu küçüğüm.” On metre ötesinde gümrük masasını, çevresinde de iki üniformalı görevliyi gördü.

Masanın ardındaki otomatik kapı geliş salonuna açılıyordu. Düşündü: Özgürlüğe bu kadar yaklaşmışken, Tamara için istediklerime yaklaşmışken. Kendine durmadan her şeyin iyi olacağını telkin etmesine rağmen, vücudu sanki alevlenmiş gibiydi. Adamlar gümrükçülerin insanı bazen durdurmadıklarını, geçip gitmesine ses çıkarmadıklarını söylemişti. Her şeyden önce, adamların yüzüne bakma, bakışlarını gözlerinden kaçırmaya çalış, korkmuş ya da endişeli görünme. Bu insanlar av köpeğinin tilkinin kokusunu alması gibi, endişenin kokusunu almak üzere yetiştirilmiş. Gizli kapaklı hiçbir şeyi olmayan, normal bir yolcu gibi davranmaya çalış, yeter. Nadya bütün bu söylenenleri hatırlamaya çalıştı ama bebeği kucağında tutar ve bagaj arabasıyla uğraşırken, söylenenleri yapmak güçtü. Masaya doğru yaklaşırken, yolculardan çoğunun ellerini kollarını sallayarak geçtiklerini, gümrükçülerin hemen hemen kimseyi durdurma zahmetine girmediklerini gördü. Görevlilerden birinin kendine doğru baktığını fark edince, bebeğiyle meşgul oluyormuş gibi davranarak adamla göz göze gelmemeye çalıştı, çocuğu kolunda sallayıp, “Uyu Aleksey” diye fısıldadı. Şimdi artık adamın önünden geçiyordu; adam onu durdurmak için bir harekette bulunmayınca, içini büyük bir rahatlık kapladı. “Bu bavul sizin mi hanımefendi?” Nadya adımını geliş salonuna atarken, birden başka bir gümrük görevlisi gelip, elini bagaj arabasına koymuştu. Nadya’nın yüreği gümbürdemeye başladı. “Da, benim… Benim bavulum.” “Bu tarafa getirir misiniz lütfen?” Eğer seni durdururlarsa, söylenenleri yap.

Sakin davran, korkacak bir şeyin yokmuş gibi dur. Oysa Nadya inanılmaz bir korku hissediyordu. Bagaj arabasını masanın yanına iterken, bacakları tir tir titriyordu. Adam bavulu arabadan aldı, metal bir tezgâhın üzerine yatırıp, “Bavulu açar mısınız lütfen?” dedi. Nadya bavulunu açmak için hareketlendi, bir taraftan bebeğini tutarken iyice telaşlandı, gerginliğinin adamın gözünden kaçmayacağını düşündü. Sonunda anahtarını bulabildi. Bebeği hâlâ bir kolunda, biraz titreyen eliyle bavulun kilidini açmaya uğraşırken, gümrük görevlisi kibarca, “isterseniz ben açayım” dedi. Nadya’nın bavulunu açıp, eşyalarım karıştırdı. Kendisi, Tamara ve bebek için ucuz elbiseler, çamaşırlar… Elbiselerin arasında, pembe kurdeleyle bağlı, hediyeymiş gibi sarmalanmış küçük bir paket görevlinin dikkatini çekti. Paketi bir kenara koyup, öteki eşyayı hızla ama dikkatlice aradı. Bavulun içini karıştırmayı tamamlayınca, hediye paketini gösterdi. “Bunun içinde ne var hanımefendi?” “Kuzinime hediye.” “Nasıl bir hediye?” “Bir eşarp.” Adam kutuyu salladı. Kutudan bir tıkırtı gelmedi.

Nadya’yı dikkatle süzdü, kucağındaki bebeğe baktı, ardından tekrar Nadya’ya döndü. “Hangi uçakla geldiniz hanımefendi?” Nadya biletlerindeki uçuş numarasını okuyup, usulca tekrarladı. “Moskova’dan gelen uçak. Biraz önce indik.” Kendi gerginliğini yatıştırmak için kolundaki bebeği salladı. Adam kaşlarını çatıp sordu: “Bebeğiniz iyi mi?” Nadia başım salladı. “Uzun bir yolculuk oldu. Pek iyi olduğunu sanmıyorum.” Adam sanki ne yapması gerektiğine karar vermek istermiş gibi bir an elindeki pakete bakıp, ardından, “Benimle birlikte büroya kadar gelir misiniz?” dedi. “Ama bebeğim, belki bir doktor gerekiyordur…” “Fazla uzun sürmez.” Adam bagaj arabasını bir kapıya doğru itti. Yanlarına gelen ikinci bir gümrük görevlisi kapıyı açtı. Đkinci gelen kadındı. Ufak tefek, güzel, siyah saçlı, damarlarında Meksika kanı dolaşan bir kadın. Sol göğsünün üzerindeki kimlikte adının Reta Hondalez olduğu yazılıydı.

Nadya midesinin bulandığını hissetti. Küçük büronun içi sıcaktı. Tamara’nın elini sıkıca tuttu; küçük kız, bütün bu insanların annesiyle neden konuşmak istediklerini merak ederek gözlerini kocaman açtı. Kadın memur bir kenarda dururken, adam elindeki hediye paketini masanın üzerine bıraktı. “Üzgünüm ama bu paketi açmak zorundayım madam. Bir itirazınız var mı?” “Efendim?” “Paketi açmamı kabul ediyor musunuz?” Nadya titrememeye çalışarak başını salladı. “Tabiî, açabilirsiniz.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir