Gordon Childe – Toplumsal Evrim

Eski dostum Gordon Childe’m bu kitabın kanıtlarını ortaya koymasından bu yana 12 yıl geçti. Aradan geçenbu süre zarfmda pek çok şey oldu. Ama yine de onun temel tezleri şaşırtıcı şekilde geçerliliğini koruyordu ve muhtemelen toplumsal evrim konusundaki çalışmalar için bir sınır taşı olarak varlığını sürdürecek. Zaman ve düşünceler değiştikçe, yeni kanıtlar ortaya çıktıkça, kaçınılmaz olarak eğilim ve üslup değişiklikleri olaaktır; ve zaten daha şimdiden Childe’ın politik ve toplumsal felsefesi kısmen eskimiş durumdadır. Ama kitabın şimdi yeniden yayınlanıyor olması sevindiricidir ve ben, yayıncının davetiyle kitabı yeniden okuyarak geçen zamanın getirdiği değişimlere göre düzeltmekten mutluluk duydum. Bu süreç içinde, yeniden yazmaktansa çıkarmayı tercih ettiğim bölümler oldu, ama metnin büyük bir bölümünün 1951 basımında nasılsa öyle kaldığını açıkça belirtebilirim. Benim yaptığım az sayıdaki değişiklik şunlardan ibarettir: Sayfa 33’de, Vahşilikten Barbarlığa geçiş sürecini tanımlarken Childe, ikinci aşamayı, onun terminolojisine uymamız halinde şimdi hepimizin yaptığı gibi, yiyecek üretiminin başlangıcıyla birleştirir. Ama bunun ardından şöyle devam eder: “yine de Morgan’ın çömlekçilik ölçütünü kullanmaya devam eden bir görüş savunulabilir…” 1951’den bu yana Kibns, Ürdün, Irak ve Pakistan’dan geniş ölçüde çömlekçilik öncesi ya da çömlekçiliğin hiç olmadığı ama yine de yiyecek üretiminin var olduğu aşamalara (“Neolitik” ismini doğrulasın ya da doğrulamasın) ilişkin kanıtlar toplanmıştır ve hiç kuşkusuz Childe bugün yaşasaydı kap yapımının icadını barbarlığın icadını barbarlığın vahşilik üzerinde yükselişinin bir belirtisi olarak ele almayacaktı. Ben de, buna uygun olarak hem bu türden hükümleri, hem de “kaplar, bazı yiyecek toplayıcılan tarafından ve olası- hkla da, kimi bölgelerde hiçbir Neolitik çiftçi aralara ulaşmasmdan önce yapıldılar” gibi karşıt savlar taşıyan hükümleri çıkardım. Diğer bir deyişle, çömlekçilikle, yiyecek üretimi arasındaki ilişki günümüzde artık genel bir ilkenin bir cephesi olmaktan çok, yerel bir sorundur. Çok daha zor olanı, Childe’ın bir sonraki aşama, yani Uygarlık konusundaki karmaşık tanımını yeniden düzenlemekti. “Birlikte yaşam biriminin sürekli artan genişlemesi” ve “toplumsal bir artının birikmesi” ölçütlerine ehilde bir üçüncü ölçüt daha ekler: “Yazının icadı”. 1951’den sonra yapılan iki keşif bu sentezi iyice içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Bunlardan ilki. Dr.


Kathleen Kenyon tarafından Jericho’da gerçekleştirilen kazının sonuçlandır. 4 hektarlık bir alanda çömlekçilik öncesi döneme ait duvarlı bir yerleşim alanı ortaya çıkaran Karbon, 14 üzerinden tarihlenen bu kazı ile şu anda, ilk iki ölçüdü 8. bin yıla, yani yazımn bilinen başlangıcının (4. bin sonları) çok ötelerine geri götürmüştür. İkincisi ise “Toplumsal Evrim”in yayınlanışından bir yıl sonra gerçekleşti. Michael Ventris Yunan Anakarası ve Knossos’da yaygın olarak kullanılan bir Miken tek-heceli işaret dili ile ilgili yorumunu ileri sürdü ve böylece Childe’ın “ileri barbarlık” aşamasının seçkin örneği olarak Miken Yunan’ı saptaması geçerliliğini yitirdi. Bu topluluk Childe’m tanımına göre U ygarlık kategorisine yükselmi^ oldu. Şayet yaşasaydı Childe’m bu değişikliği benimseyip benimseyemeyeceği, ya da bilinen açık fikirliliğiyle bir başka yol izleyerek kendi uygarlık tanımını gevşetip gevşetmeyeceğini tahmin etmek kuşkusuz mümkün değil. Ama kendisine ilişkin bilgilerimden yola çıkar^ ben onun ikinci seçeneği benimseyeceğine inanma eğilimindeyim. Çünkü Childe’ın özgün tanımı bicaz fazla katı ve dışlayıcıydı. Ancak şayet Childe’m kendi uygarlık tanımına sıkı sıkıya bağh kalacağına inanacak olursak (ki, kitap onun olduğuna göre böyle davranmamız da gerekir), bu durumda, sözünü ettiğimiz keşiflerin doğrudan sonuçları, kitabın 1951 baskısının 6-53. sayfalarını geçersiz kılacaktır. Bu sayfalarda, olgun barbarlık aşamasının sunuluşu olarak Miken Yunan’ı ve Homeros üzerine ilginç bir deneme yer almaktadır. Bu bölümü, artık bir parçası olmayacakları metinden ayırarak, bir belge olarak Ek bölümüne koymayı daha uygun buldum. Bunlar kadar önemli olmamakla birlikte bir diğer konu da, sayfa 133’de eklediğim birkaç sözcüktür.

’Bu eklemeyi, Knossas’a yapılan göndermeleri günümüz düşüncelerine daha uygun bir hale getirmek amacıyla yaptım ve metnin genel anlammda bu nedenle bir kayma olmadı. 10 I. ETNOGRAFYADA EVRİMCİ KURAM insan bilimi -ya da en geniş anlamıyla antropoloji- öğrencileri, “toplumsal evrim”, teriminin kullanımmda, “evrim”i, tarihin akışını biçimlendiren bireysel somut etkenlerin işlevini üstlenen bir tür genelleşmiş büyücül güç olarak anlama hatasına düşmüşlerdir. Bu yanlış anlamayı kavramak ve düzeltmek için konuya, bu terimin tarihi ve içerimlerini irdeleyerek girmek yararlı olacaktır. Fikir hiç kuşkusuz, tıpkı ismi gibi. Doğal Tarih’ten ödünç alınmıştır. 18. yüzyılda Linnaeus ve Bouffon’un bu alanda oluşturdukları sistem zaten, canlı organizmalann kol (phyla), takım ve cinslerini bir dereceye kadar hiyerarşik özellikler gösteren bir düzenleme içinde gözler önüne sermişti. Anılan yüzyılın son yıhnda ise Lamarck, bu hiyerarşinin doğal bir sürecin, bir evrimin sonucu olduğunu öne sürdü. Türler ve cinsler bir anda ve hiç değişmemek üzere mucizevi bir şekilde yaratılmamışlardı. Tersine, her tür, doğal bir sürecin sonunda, daha önceki ve daha alt bir diğer türden evrilmişti. Bu ise, insan aklı için anlaşılabilir bir süreçti. Kuram, başlangıçta gerçekten de, doğaüstü müdahaleler konusundaki teolojik doğmalara karşı yöneltilmiş tam bir rasyonalist protesto niteliğindeydi. Ancak gözlemlenen olgular, evrimi açıklamak için önerilen mekanizmayı -edinilmiş karakteristiklerin kahtımıdoğrulamadı. Böylece, Darwin ve Wallace daha iyi bir mekanizma önerip de bunu destekleyecek bir dizi inandırıcı gözlemi bir araya getirinceye kadar, “dönüşümcülük” ya da “evrimcilik”, kayda değer bir ilerleme gösteremedi.

Ama 1859’da Darwin, yalnızca yeni koşullann yol açtığı biçimsel değişiklikleri gösteren kendi gözlemlerini ileri sürmekle kalmadı, aynı zamanda, sürecin tarihselliğini kanıtlamak için paleontolojiye başvurma olanağı da bulabildi. Oysa çağdaş dünyada amiplerden memelilere kadar tüm organizma türleri yan yana bulunabiliyor; kayaların tuttuğu kayıtlarda evrim hiyerarşisinin üst basamaklarında bulunan kol, takım ve cinsler, gerçekte peşisıra geldikleri alt basamaktakilerden daha önce görüntü ‘ ‘ 11 veriyorlar. Artık Stratigrapik Jeoloji’de, bozulmadan kalmış tortul katman tabakalarının içinde “-daha sonra”nın anlamı, “-den daha üstte”dir. Böylece organik evrimdeki “daha üst” ve “daha alt” terimleri nesnel bir anlam kazandılar ve insan-merkezli öznelliklerinden kurtuldular. Homo sapines, yalnızca kendi önyargılanyla değil, ortaya çıkan en son tür olarak da en üst memeli oldu. Öte yandan, 18. yüzyılda bilginler, AvrupalIlardan temelde farklı olan insan toplumlanna ilişkin daha fazla bilgi sahibi olmaya başlıyor, “vahşiler” arasında beklenmedik bir toplumsal yapı, ekonomi ve teknoloji çeşitiiliğiyle tanışıyorlardı. En azından bazıları “vahşilik” derecelerinin farkına vardı. Daha 1768’de Ferguson (1), “vahşilik”i “barbarlık”la ve her ikisini de “uygarlık”la karşılaştırdı. Aslında 18. yüzyıl etnografları, artık daha büyük bir kesinlikle kaydedilen alışılmadık gelenek, tapınış ve inançlann giderek büyüyen yığınına bir düzen -Systema Nature (Doğa Sistemi) üzerinde modellenmiş hiyerarşik bir düzen- getirme peşinde oldular (2). 1850 yıhnda Herbert Spencer, Toplumsal Statik (Social Statics) isimli eserlerinde, toplum ile organizma arasındaki bir benzeşime belli belirsiz işaret etti ve Principles of Sociology’nde (Toplumbilimin İlkeleri) bu benzeşimi sıkıcı aynntılara dek inerek işledi. Onun organikötesi evrimler anlayışı bu benzeşim üzerine kuruludur. Haklı olarak vurguladığı gibi, her ne kadar büyümeyi belirleyen etkenler farklı olsa da, tıpkı organizmalar gibi toplumlar da “büyürler”. Varolan vahşi ya da barbar toplumlar büyümeleri durdurulmuş toplumlardır ve bu nedenle de soyut anlamda Toplum’un büyüme sürecindeki ilk aşamaları sergilerler.

Spencer, açık bir şekilde, bu büyümeyi zaman içindeki bir süreç olarak kabul eder. Buna karşılık hiç kuşkusuz, “her ne kadar toplumlar bir bütün olarak ele alındıklarında evrim kaçınılmaz ise de, tek tek her bir toplum için de kaçınılmaz, ya da hatta, muhtemel bir olgu olarak ele alınamaz” fikrini de benimser, (s. 107). Ama evrimin genel yasalar içinde tanımlanabilmesi mümkündür ve Spencer’in varsayımlarına göre de bu yasalar gerçek tarihsel sürecin gözlemlenmesinden çıkarsanabilir. Bu nedenle de Spencer bu geçmişte yaşanmış olan aşamaları örneklendirerek açıklamak üzere tekrar tekrar çağının “ilkel” toplumlarına başvurur. Sayfa 103’de şunları okuruz: “Uygarlaşmış atalarından miras kalan daha üst entelektüel yetiler harekete geçmeye başladığında ve zihinsel gelişim aşaması Malaya-Polinezyalıları gibi yarıuygar ırkların gelişim aşamasını temsil ettiğinde…” Ya da yine: “(Kölelik) kolay kolay fark edilemeyecek bir biçimde başlar. Örneğin Patagonya’lılar savaşta ele geçirilmiş kadın ve çocukları köleleştirerek işe başlariar. Bunun ardından, özellikle yamyamlığın bitmeye yüz tuttuğu sıralarda erkek tutsakların köleleştirilmesi gelir…” (s. 491) Uygulamada ise Prencer kuşkusuz daha az seçiciydi ve değerleri kuşku götürür geniş bir etnografık veri yığınına dalmıştı. Bir aşamalar dizisi içinde örnek olarak gösterdiği toplumlan sistematik bir şekilde düzenlemiş olduğunu söyleyebilmem pek olanaklı değil. Bundan dolayı Spencer’in kendi açıklama örneklerini bunların betimlediği kuralı çıkarsamak için gerekli olgusal veriler olarak sunmaması daha doğru olurdu. Spercer’ın düzenleme sistematiği, şayet mutlaka burjuva demokrasil i sinden yana bir önyargının ötesinde birşey üzerine kurulu ise, bir organizma ile olan benzeşim iddiası üzerine kuruludur. İşte bir toplumun Spencer hiyerarşisindeki konumunu belirleyen de, uzun vadede bu benzeşim iddiası olacaktı. Gerçekte Herbert Spencer, karşılaştırmalı sosyoloji ya da antropolojiye olan gereksinimi görmüş bulunuyordu. Toplumlann karşılaştırılması -hem tarihten bilinenlerin hem de o zaman misyoner ve gezginlerce keşfedilmiş- gelecekte ise antropologların keşfedeceği toplumların karşılaştırılması- bir hiyerarşiyi ortaya çıkarmalı ve böylece de soyut anlamda toplumun evrimini betimleyici genel yasaların çıkarımı için veriler sağlamalıydı.

Ama Spencer’in isteği yalnızca evrimsel bir sürecin geçerliliğini kanıtlamak değil, ama aynı zamanda toplumsal evrimin gerçek akışını da kurmaktı ve işte tam da bu nedenle eseri, yıllarca, bizzat antropolojinin zayıflamasına hizmet etti. Son zamanlarda Forde’nin (3) belirttiği gibi: “İki nesil boyunca antropologların imgelemini meşgul eden, dikkatlerini saptıran a priori evrim aşamalannı gündeme getirirken Spencer, kendisinin de ilke olarak savunduğu, gerçek toplumlar üzerine karşılaştırmalı çalışmalar yerine, imgesel ilkel toplumlann varsayımsal toplumsal koşullan konusundaki formülasyonu koydu. Oysa bu formülasyon, olsa olsa, daha karmaşık tarihsel toplumları ortaya çıkaran doğrusal olmayan evrim süreçleri için elverişli bir hareket noktası olarak ele alınabilirdi.” İşte Spencer’ın büyük ölçekte belli belirsiz işaret ettiği ama peşini kovalamadığı bu araştırma çizgisi, daha sonraları, Sir Henry Maine tarafından Ancient Law (Antik Hukuk, 1861) konulu çahşmasında; yine bir avukat olan Bachofen tarafından akrabalık kurumu bağlamında; ve Bucher tarafından ekonomi düzleminde (1893), yani hep sınırlı alanlarda, yeniden keşfedildi. Bu çalışmaların tümü de, çeşitli kurumlann evrimine ilişkin kuramlar için etnografik örnekler kullandı. Ama hiçbir iddia konusu toplumlar düzeninin nesnel olarak üzerine kurulabileceği ilkeleri doğrulayamadı ya da gerçek anlamıyla formüle edemedi. Etnografya alanında ayrı bir yeri olan Britanya Ekolü’nün gerçek kurucusu E. B. Tylor da aynı çizgiyi izledi. Tylor kendi varsayımlannı 1889’da oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyordu: “Toplumsal kurumlar, tıpkı katman kayalar gibi, öz olarak bir örnek özellikler gösteren diziler halinde yerküre üzerinde birbirini izledi; ırk ve dillerin birbirine kıyasla gösterdikleri yüzeysel farklılıklardan bağımsız, ama insan doğasınca biçimlendirildiler.” (4) Tylor, amaçlarında örtük olarak varolan ve yöntemlerine rehberlik eden bazı koyutlan (postulate) Spencer’dan daha açık bir şekilde formüle etti: “Çeşidi insan toplumları arasındaki kültürel koşullar, genel ilkeler içinde araştırabilme niteliğine sahip oldukları ölçüde, insan düşüncesi ve eyleminin yasalarına ilişkin çalışmalar için uygundur. Uygarlığı bu denli geniş ölçekte kaplamış olan birörneklik, bir yandan büyük ölçüde, bir-örnek nedenlerin yol açtığı bir-örnek eylemlerle açıklanabilir; ve öte yandan, bu tek-biçimliliğin dereceleri, her biri geçmiş tarihin ürünü olan ve gelecek tarihin biçimlendirilmesinde de uygun roller oynayacak evrim ya da gelişme aşamaları olarak kabul edilebilir. (İlkel Kültür, 1871, sf. 1). Herhangi bir diğer bilim gibi, karşılaştırmalı etnografya da, genel yasaları keşfetmek için ilgi alanına giren görüngüleri yalıtmak ve bunların tikel tezahürlerinin karmaşık çeşitliliği içinden soyutlama yapmak durumundadır.

Bundan dolayı, “her ne 13 kadar uygarlığın farklı evrelerinde konumlanmış olsalar da, insanlığı nitel açıdan türdeş olarak ele almak ve kalıtım çeşitliliği ya da insan ırkları olgulannı devre dışı bırakmak mevcut amaç açısından hem mümkün hem de yararlı görünmektedir.” (s. 7). Kalıtımdan, çevre koşullarından ya da tarihsel “kaza”lardan kaynaklanan farklılıkları ihmal ederek, toplumu olduğu gibi, genel yasaların hükmü altındaki bir olgu olarak bırakıyoruz. “Gerek özel alışkanlık ya da fikirlerle birkaç yörede birden karşılaşılması, gerekse bunların her bir yöre içindeki yaygınlığı konusunda çalışırken, insan yaşamına ait görüngüler üreten düzenli bir nedenselliğin ve belli kültür aşamalannda toplumun süregelen standart koşullarına yerleşen bu görüngülerle uyum içindeki süreklilik ve yayılma yasalarının, kendisini sürekli yineleyen kanıtlan gelecektir önümüzde” (İbid.s. 113). Bununla birlikte Tylor, pratikte, daha ileri bir soyutlama düzeyini devreye soktu. Bunun sonucunda da, işleyen bütünler olarak insan toplumlannı değil, toplumların yalıtılmış eylemliliklerini ya da görüngülerini -kültürleri değil kültür özelliklerini ya da kültürierin bileşenlerini ardışıklık içinde birbiriyle karşılaştırmıştır. Ve daha Spencer’da ilk işaretlerini vermiş olan bu yöntem, görüleceği gibi, “iplik-yama” kültür kuramına yol açar. Zamanında İngiliz Evrimcilerin kafasını fazlasıyla kanştırmış olan bu kuramına üstesinden, onların önde gelen muhalifleri Difüzyyonisler (Yayılma Kuramı yanlıları) geldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir