Graham Greene – Yikilis

Wilson, pembe tüysüz dizlerim demirlere dayamış, Bedford Oteli’nin balkonunda oturuyordu. Bugün pazardı; Katedral’de sabah duası çanları çalmıyordu. Bond Sokağının karşı kaldırımın d aki okulun penceresinde, lacivert jimnastik gömlekleriyle oturan kara kızlar, bitmez tükenmez bir işe dalmışlardı: Yaylı telleri andıran saçlarım örmeye çalışıyorlardı. Wilson, yeni bıraktığı bıyığım okşuyor, içeceği cinin gelmesini bekliyordu. Orada, Bond Sokağında otururken, Wilson’un yüzü denize dönüktü. Bu yüzün solgunluğundan da, karşıdaki kız öğrencilerle ilgilenmemesinden de anlaşılıyordu daha yeni denizden gelip, limana çıktığı. Wilson, bir barometrenin geride kalan ibresine benziyordu; öteki ibre “fırtınalı hava “ya işaret ederken, bu ibre hâlâ “güzel hava”yı gösteriyordu. Aşağıda sokakta, yerli küçük memurlar, kiliseye doğru gidiyorlardı. Onların mavi ve kiraz rengi şatafath öğleden sonrası giysileri giyen eşleri de Wilson’un ilgisini çekmedi. Balkonda, ıı Wilson’un falına bakmaya kalkan sakallı ve sarıklı bir Hintliden başka kimse yoktu: Beyaz soydan olanlar, buralarda değil, beş mil uzaktaki kumsalda bulunurlardı günün bu saatinde; ama Wilson’un oraya gidecek arabası yoktu. Dayanılmaz bir yalnızlık duygusuna kapıldı. Okulun her iki yanındaki teneke damlar, denize doğru meylediyordu. Wilson’un tepesindeki oluklu demire bir akbaba konunca, dam çatırdayrp şangırdadı. Limandaki ticaret gemileri kafilesinden çıkan üç subay, rıhtımda görüldü. Okul kepleri giyen küçük erkek çocukları, hemen çevrelerini sardı onların. Bu çocukların bebe türkülerini andıran bir tempoyla söylediklerini hayal meyal duydu Wilson: “Kaptan ister fik fik? Benim kızkardeş güzel öğretmen. Kaptan ister fik fik?” Sakallı Hintli, kaşları çatık, bir zarfın arkasına çetrefil hesaplar yazıp çiziyordu. Yıldız falına mı bakıyordu, yoksa geçinmek için gereken parayı mı hesaplıyordu? Wilson, bir daha aşağıya bakınca, deniz subaylarının, okul çocuklarının çemberini yarıp kurtulduklarım gördü. Şimdi küçük çocuklar, tek başına bir denizci bulmuşlar, üstüne üşüşmüşlerdi. Denizciyi, bebeklerin bakıldığı bir yuvaya götürür gibi, polis karakoluna bitişik geneleve götürdüler bir zafer havası içinde. Kara bir delikanlı, Wilson’un cinini getirdi. Wilson’un, sıcak ve sefil odasına geri dönüp, bir roman —belki de bir şiir— okumaktan başka hiçbir işi olmadığından, içkisini çok ağır ağır yudumladı. Wilson, şiiri severdi. Ama bir uyuşturucu madde kullanırcasına gizlice özümlerdi şiiri. Altın Hazine adlı şiir derlemesini, nereye gitse yanına alırdı. Ne var ki, geceleri küçük dozlar halinde başvururdu bu kitaba. Bir parmak Longfellow, bir parmak Macaulay, bir parmak Mangan: “Haydi, anlat şimdi dehanın nasıl heba olduğunu; / Dostlukta nasıl hainliğe uğradığını, aşkta nasıl aldandığını…” Wilson’un romantik beğenileri vardı. Ama herkesin gözü önünde Wallace ‘ı okurdu ancak. Görünüşte öteki erkeklerden ayırt edilememeyi tutkuyla isterdi. Onun bıyık bırakması, be12 lirli bir kulüp üyelerinin eş boyunbağlan takmaları gibi bir şeydi. Bu bıyık, en belirli ortak yanıydı öteki erkeklerle. Ne var ki, Wilson’un gözleri onu ele veriyordu. Bir köpeğin kahverengi gözleri vardı onda: Bond Sokağı ‘m kederli kederli gözetleyen bir av köpeğinin gözleri. Bir ses, “kusura bakmayın ama,” dedi, “siz Wilson değil misiniz?” Wilson, başım kaldırdı, orta yaşlı bir adama baktı. Herkes gibi, bu adam da haki renk bir şort giyiyordu. Yorgun yüzü saman sarışıydı. “Evet, ben Wilson’um.” “Yanınıza oturabilir miyim? Benim adım Harris.” “Çok memnun oldum tanıştığımıza Mr. Harris.” “Siz, U.A. C.’deki yeni saymansınız, değil mi?” “Evet, öyle. Bir şey içmez misiniz?” “İzninizle bir limon suyu içeyim. Gündüzleri alkol alamam.” Hintli, oturduğu masadan kalktı; büyük bir saygıyla yaklaştı: “Beni tanırsınız, Mr. Harris. Belki dostunuza benim yeteneklerimden söz edersiniz, Mr. Harris. Belki dostunuz, elimdeki tavsiye mektuplarını okumak ister.” Kirli zarf demeti hep elindeydi Hintlinin: “Toplumun en önde gelenleri…” “Git,” dedi Harris. “Defol, koca kerata.” Wilson sordu: “Adımı nerden bildiniz?” Harris, “bir telgrafta gördüm,” dedi. “Ben telgraf sansürüne bakarım. Ne biçim iş bu? Ne biçim yer burası?” “Mr. Harris, talihinizde büyük bir değişiklik olacağım uzaktan balonca bile anladım. Benimle bir dakika tuvalete gelirseniz…” “Defol, GungaDin.” Wilson sordu: “Niçin tuvalete gelin diyor?” “Hep orada fala bakar. Her halde gizlice konuşulabilecek tek yer orası. Neden orada diye sormak aklımdan geçmedi hiç.” 13 “Uzun süredir burada mısınız?” “On sekiz ay… Berbat geçen on sekiz ay.” “Yakında yurda dönüyor musunuz?” Harris, teneke damların üstünden limana baktı. “Gemiler hep ters yöne gidiyor,” dedi. “Ama hele yurda bir döneyim, beni hiç kimsecikler bir daha göremez burada.” Harris, sesini alçalttı; limon suyu bardağının üstünden zehir saçtı: “Nefret ediyorum buradan. Nefret ediyorum buradakilerden. Nefret ediyorum o pis zencilerden. Ama malum ya, artık pis zenci dememeliyiz onlara.” “Bana hizmet eden, iyi bir adama benziyor.” “Bize hizmet edenler, hep iyidirler. Gerçekten zencidirler onlar… Ama şunlara bakın, şunlara… Boynunda tüylü bir atkı olana bakın. Bunlar gerçek zenci bile değiller. Batı Hint Adaklar bunlar ve bu sahil boyunca dedikleri dedik. Dükkânlarda çalışıyorlar, belediye meclisine giriyorlar, yargıç oluyorlar, avukat oluyorlar… Hey Tanrım! Tümüyle denetimimiz altında olan bölgede sorun yok. Gerçek bir zenciye karşı da değilim ben. Tanrı, kimimizi ak, kimimizi kara yarattı. Ama bunlar… Hey Tanrım! Hükümet korkuyor bunlardan. Polis korkuyor bunlardan. Hele şu aşağıya bir bakın; Scobie’ye bir bakın.” Bir akbaba kanat çırpıp, demir damın üstünde yer değiştirdi ve Wilson, Scobie’ye baktı. Bir yabancının sözünü dinleyerek, ilgilenmeden bakmıştı. Bond Sokağında tek başına yürüyen bu kır saçlı, kalın yapık adamın ayrıca ilginç bir yam da yokmuş gibi geldi ona. İnsanın hiçbir zaman unutamayacağı anlar vardır; böyle bir am yaşadığım bilemezdi kuşkusuz. O anda küçük bir yaranın izi kazılmıştı belleğine. Belirli şeyler —örneğin öğle vakti cinin tadı, bir balkonun altındaki çiçeklerin kokusu, oluklu demirin şangırtısı, buradan oraya konan çirkin bir kuş— birleşince, belleğindeki o yara hep sızlayacaktı. Harris, “zencileri öylesine sever ki Scobie, onlarla yatar,” dedi. 14 “Polis üniforması mı bu?” “Evet, yüce Güvenlik Kuvvetlerimiz. Yitirilen bir şeyi bulamazlar asla… O şiiri bilirsiniz.” “Ben şiir okumam,” dedi Wilson. Güneş ışığına boğulmuş sokakta Scobie’yi izledi gözleriyle, Sçobie durdu; geniş kenarlı beyaz bir şapka giymiş kara bir adama birkaç söz söyledi. Yanlarından geçen bir kara polis, fiyakalı bir selam verdi Scobie’ye. Scobie yoluna devam etti. “Herhalde Scobie, Suriyelilerden de para sızdırıyordur.” Harris, “tam bir Babil Kulesi’dir burası,” dedi. “Batı Hintlileri, Afrikalılar, gerçek Hintliler, Suriyeliler, İngilizler, Demir İşletmeleri bürolarındaki Iskoçyalılar. İrlandalı papazlar, Fransız papazlar, Alzaslı papazlar.” “Suriyeliler ne yaparlar?” “Para yaparlar. Yukarıdaki bölgenin tüm mağazalarını ve buradaki mağazaların çoğunu onlar işletir. Elmas kaçakçılığı da yaparlar.” “Herhalde çok yaygın bir iştir bu.” “Almanlar yüksek fiyat veriyorlar.” “Onun bir karısı yok mu burada?” “Kimin? Ha, Scobie’nin. Olmaz olur mu? Var karısı. Benim de böyle bir karım olsaydı, belki ben de zencilerle yatardım. Yakında tanışırsınız o kadınla. Kentin aydın kişisidir o. Sanattan hoşlanır, şiirden hoşlanır. Gemisi batan denizciler yararına bir sanat sergisi düzenledi. Bilirsiniz ne biçim şeyler olduğunu o sergide: Uçak teknikerlerinin sürgün konusunu işleyen şürleri, gemilerde ateşçilik edenlerin suluboya resimleri, misyoner okullarında yapılan el işleri. Zavallı koca Scobie. Bir cin daha içecek misiniz?” “İçeceğim galiba,” dedi Wilson. 2 Scobie, James Sokağı’na sapınca, Sekreterlik Dairesinin yanından geçti. Bu uzun balkonlu yapıyı, bir hastaneye ben25 zetirdi öteden beri. On beş yıldır hastaların ardı ardına buraya gelişini seyretmişti. Kimi hastalar, on sekiz ay kaldıktan sonra, sapsarı ve sinir içinde.yurda geri gönderilirdi. Başkaları onların yerini alırdı: Sömürgeler sekreterleri, Tarım sekreterleri, saymanlar, ve fabrika müdürleri… Scobie, onlardan her birinin hastalığının seyrini izlerdi: Mantık dışı bir öfkeye ilk kez kapılışları; fazla içmeleri; bir yıl boyunca yolsuzluklara göz yumduktan soma, ansızın belirli ilkeleri savunmaları… Kara soydan küçük memurlar, hasta idare etmesini bilen doktorlar gibi, koridorlarda gidip gelirlerdi. Güler yüzlü ve saygılı davranırlar; horlanmanın her çeşidine katlanırlardı; çünkü hastanın, her zaman kendini haklı bilmesi gerekirdi. Köşeyi dönünce, onlara dost olmayan bu deniz kıyısına yerleşmek üzere gelenlerin ilk kez toplandıkları yaşlı pamuk ağacının karşısında, Adliye ve Emniyet binası vardı. Güçsüz kişilerin tumturaklı sözlerle boşuna övünmeleri gibi bir şeydi bu koskocaman taş yapı. Bir kabağın içindeki kuru çekirdekler nasıl takırdarsa, insanlar da öyle takırdıyordü bu kalın yapının koridorlarında. Böylesine sahte bir yücelik, bir tek odaya girer girmez yok oluveriyordu. Scobie, arkadaki dar ve karanlık koridorda, gözaltına alınanların bulunduğu odada, hücrelerde, insanların bayağılığının ve haksızlığının kokusunu alıyordu hep. Bir hayvanat bahçesinin, yerlere serpilen talaşın, dışkının, amonyağın ve özgürlükten yoksun kalmanın kokuşuydu bu. Gerçi bina her gün temizleniyordu ama, bu kokudan kurtulmanın yolu yoktu. Sigara dumanı kokusu gibi, polislerin de, tutukluların da giysilerine sinmişti bu koku. Scobie, büyük merdivenden çıktı; sağa döndü; gölgeli koridorda yürüyüp, odasına girdi. Bir masa, iki tahta iskemle, bir dolap, eski bir şapka gibi çiviye asılı paslı kelepçeler, bir de dosya çekmeceleri vardı odada. Bir yabancıya, rahat olmayan, çıplak bir yer görünebilirdi burası. Ama Scobie için bir yuvaydı bu oda. Başkaları, yavaş yavaş eşya biriktirerek, bir yuva yaparlar kendilerine: Yeni bir resimle sayısı gittikçe artan kitaplarla, dağılmasmlar diye kâğıtların üstüne konulan acayip biçimli bir taşla, unutulmuş bir nedenden ötürü, unu16 tulmuş bir tatil gezisi sırasında satın alınmış bir kültablası gibi eşyalarla kurarlar yuvalarım. Scobie ise, eşyadan arınarak yuvasını kurmaktaydı. On beş yıl önce, bu odaya ilk yerleştiği sırada, çok daha fazla eşyası vardı. Karısının bir fotoğrafı, yerlilerin çarşısından aldığı parlak renkli yastıklar, rahat bir koltuk, duvarda limanın renkli büyük bir haritası vardı. Haritayı, kendinden genç memurlar ödünç almışlardı. Nasıl olsa, Scobie’nin artık işine yaramazdı o harita: Kufa Körfez i’nden Medley’ye kadar uzanan bölgeden sorumlu olduğu için, sömürgenin tüm sahilini ezbere biliyordu. Yastıklarla koltuğa gelince.böylesine havasız bir kentte bu çeşitten rahat oturulacak yerlerin sıcağı büsbütün artırdığını çok geçmeden anlamıştı. Bedene bir şeyler değdikçe, bedeni bir şeyler sardıkça, insan daha da fazla terliyordu. Karısının fotoğrafım gereksiz yapan şey de, karısının varlığıydı: Karısı, “sahte” savaşm ilk yık buraya gelmişti. Şimdiyse, buradan gidemiyordu. Çiviye asılı kelepçeler yerinden kıpırday amadığı gibi, karısı da yerinden kıpırdayamıyordu. Üstelik bu fotoğraf çok eskiden çekilmişti. Scobie, henüz kesin bir biçim almayan, hiçbir şey bilmediği için dingin ve tath olan o yüzü, fotoğrafçının isteği üzerine açılıp gülümseyen o dudakları anımsamak istemiyordu artık. Bir yüz, on beş yüda kesin biçimini alır; bir insanın yaşantısı, o insanın tatlılığını yok eder. Scobie ise, kendi sorumluluğunun bilincindeydi öteden beri: Karısına yol gösteren oydu; karısının yaşantısını o seçmişti. Karısının yüzü, Scobie’nin bu yüze verdiği biçimi taşıyordu. Scobie, üstü bomboş masasına oturur oturmaz, Mende Kabilesi’nden Çavuşu kapıda,”hazır ol” durumunda çıkageldi. “Buyrun, efendim.”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir