Guy de Maupassant – Tombalak

Ordunun bozguna uğramış bölümleri günlerce kentten geçip gitmişlerdi. Bunlar artık düzenli birlikler değil, dağınık bir sürüydü. Askerlerin sakalı uzun ve pis, üniformaları paramparçaydı. Bir birliğe bağlı olmaksızın sancaksızolarak gevşek bir yürüyüşle ilerliyorlardı. Yorgun ve bitkin olan bu adamlann hepsi, düşünemez veya bir karar veremez durumda, yalnızca alışkanlıkla yürüyorlar; durur durmaz da yorgunluktan yere yıkılıyorlardı. En çok, silahlarının ağırlığı altında belleri bükülmüş yedekler görülüyordu; bunlar, bir geliri olan, uyumlu, uysal insanlardı. Bu ayağına çabuk genç yedekler kolayca ürküye kapılır ve çabucak heyecanlanırlar; saldırıya geçmeye de, kaçmaya da aynı derecede hazırdırlar. Aralarındaki kırmızı pantolonlu askerler de büyük bir çarpışmada ezilmiş bir tümenin döküntüleriydi. Üniformaları koyu renkli olan topçular bu değişik birliklerden piyadelerle bir sırada yürüyorlardı. Bazen da parlak miğferli bir süvarinin, daha çevik yürüyüşlü piyadeleri ağır adımlarıyla, zorlukla izlediği görülüyordu. “Bozgunun Öcünü Alacaklar”, “Mezar Yoldaşları”, 13 “Ölüm Kardeşleri” gibi kahramanca adlar taşıyan gönüllü alayları da haydut tavırlarıyla geçiyorlardı. Eskiden, kumaş ya da tahıl ticareti yapan, yahut yağ veya sabun tüccarı olan üstleri, herhalde savaşa katılmak zorunda kalmışlardı. Bu adamlar bıyıklarının uzunluğu veya paralan sayesinde subay olmuşlardı; üstleri başlan, yünlülerle, silah ve şeritlerle kaplıydı Yüksek sesle konuşarak askeri planlar üzerinde tartışan bu farfara insanlar can çekişen Fransa’nın yükünü yalnız başlarına omuzlannda taşıdıklannı ileri sürerlerdi. Çoğunlukla, aşın derecede cesur fakat aynı zamanda çapulcu ve serseri, ipten kazıktan kurtulmuş insanlar olan askerlerinden korkarlardı. Prusyalılann Rouen’a girmek üzere oldukları söyleniyordu, iki aydan beri çevre ormanlarda pek sakınarak keşiflerde bulunan ulusal korumanlar bazen kendi nöbetçilerini vuruyor ve çalılıklarda küçük bir tavşan kımıldayacak olsa silaha davranıyorlardı.


Bu askerler artık evlerine dönmüşlerdi; eskiden çevre yollann taşlarını ürküten silahlan, üniformalan, bütün öldürücü aygıtlarıyla birdenbire ortadan yok olmuşlardı. Son Fransız askerleri de Saint-Sever ve Bourg-Achard yoluyla Pont-Audemer’e varmak üzere sonunda Seine ırmağını aşmışlardı. En arkada, iki emir subayının arasında yayan yürüyen general geliyordu. Yenmeye alışmış olan fakat efsanevi yiğitliğine karşın acı bir yenilgiye uğrayan bu ulusun bozgunu onu şaşkına döndürmüştü; bu dağnık döküntülerle artık bir iş göremeyeceği için de umutsuz bir durumdaydı. Sonra, kenti saran derin suskunluk içinde korkunç ve sessiz bir bekleyiş başlamıştı. Ticaret yaşamının gevşetti14 ği birçok göbekli zengin evdeki kebap şişlerinin yahui İm yük ekmek bıçaklarının birer silah sayılmasından korkarak yenenleri kaygıyla bekliyorlardı. Yaşam durmuş gibiydi; dükkânlar kapalı, sokaklar sessizdi. Bazen bir adamın bu sessizlikten ürkerek duvarların dibinden koştuğu görülüyordu. Beklemenin verdiği kaygıyla boğulan halk, düşmanın bir an önce gelmesini istiyordu. Fransız birliklerinin ayrılmasından sonra, aynı gün ikindiye doğru, kentten hızla nereden çıktığı belli olmayan birkaç kargılı Alman süvarisi (*) geçti. Biraz sonra, Sainte-Catherine bayırından kara bir kitle inerken, Darnetal ve Boisguillaume yollarından da iki ayrı düşman dalgasının geldiği görüldü. Üç birliğin öncüleri belediye alanında aynı zamanda birleştiler; artık Alman ordusu bütün caddelerden taburları halinde akıp gidiyor, sert ve tempolu adımlan caddelerin taşlannı inletiyordu. Genizden gelen ve bilinmedik bir dille verilen komutlar, boş ve ıssız görünen evler boyunca yükseliyordu. Bir yandan da “savaş hukukuna” dayanarak kente, insanların yaşam ve servetlerine egemen olan bu galipleri kapalı pancurlar arkasından gözetleyenler vardı. Kent halkı, loş odalanna çekilmiş, aklın ve gücün önünde umarsız kaldığı afetlerin ve kanlı sarsıntılann verdiği bir şaşkınlık içindeydi.

Çünkü ne zaman var olan düzenler altüst olup güvenlik ortadan kalksa, yahut doğa ve toplum yasalannın koruduğu her şey bilinçsiz ve yırtıcı bir gücün insafına bağlı kalsa, halk böyle bir şaşkınlığa uğrar. Depremde bütün (*) Bu olay 1870 Fransız-AJman Savaşı sırasında geçer. 15 halkın yıkılan evler altında kalarak ezilmesi; taşan bir ırmağın sularında boğulmuş köylülerin ölülerinin damlardan kopan tavan direkleri ve öküz ölüleriyle bir arada sürüklenip gitmesi; yahut utku kazanmış bir ordunun kendini savunanları kılıçtan geçirerek halkın geri kalan bölümünü tutsak alması, kılıcına güvenerek yağmalar yapıp Tanrısına top sesleriyle şükretmesi; bütün bunlar sonsuz bir adalete olan inancımızı, Tann’nın esirgemesine ve insan zekasının üstünlüğüne inanmamız için söylenen sözleri sarsar. Bu sırada küçük birlikler kapıları çalıyor, sonra evlerin içine girip kayboluyorlardı. Bu yayılmadan sonraki elkoymaydı. Artık yeniklere, kazananlara nezaketle davranma görevi düşüyordu. Bir süre sonra, ilk ürkü duygusu geçince ortalık yeniden yatışmıştı. Birçok ailede Alman subaylar evin sofrasında yemek yiyorlardı. Bazıları terbiyeli olan bu subaylar, nezaket gereği Fransa’ya acıyor ve bu savaşa katılmaktan duydukları tiksintiden söz ediyorlardı. Onların bu biçimde düşünmeleri halkta bir şükran duygusu uyandırıyordu; hem de günün birinde bu subayların korumasına gereksinimleri olabilirdi. Onları kollamak yoluyla, her aile, karınlarının doyurulması kendilene düşen askerlerin sayısını belki de azaltabilirdi. Zaten, keyfine bağlı olduğumuz bir insanı kırmak neye yarar? Böyle davranmak yiğitlikten çok, düşüncesizce ataklık olur. Oysa eski zamanlarda bu kentin tanınmasına neden olan kahramanca savunmalar çağında görülen o ataklıktan bugün artık halkta eser kalmamıştır. Yabancı askerlerle herkesin önünde teklifsiz olmadıkça evde onlara pekâlâ terbiyeli davranılabileceği ile16 ri sürülüyordu. Bu kanıtı Fransız görgü kurallarından çıkarıyorlardı.

Sokakta bu askerleri tanımazlıktan gelen aileler evde pekâlâ onlarla oturup söyleşiyorlardı. Böylelikle, Alman subayları, her akşam ocak başında ev sahipleriyle birlikte geç vakitlere kadar oturuyorlardı. Kent bile, yavaş yavaş, her zamanki görünüşünü almaya başlamıştı. Fransızlar hâlâ dışarı çıkmıyorlardı; Alman askerleriyse sokaklarda kaynaşıyorlardı. Sokakta kılıçlarını büyüklenerek sürüyen mavi üniformalı süvari subayları halka belki küçüksemeyle bakıyorlardı; fakat geçen yıl aynı gazinolarda içmiş olan Fransız subayları da halka daha az yüksekten bakmış değillerdi. Bununla birlikte havada belirsiz ve bilinmeyen bir şey var gibiydi; dayanılmaz yabancı bir koku ortalığa yayılmıştı: bu düşmanın yayılma kokuşuydu. Bu koku evleri ve kentin alanlarını sarıyor, yemeklerin tadını değiştiriyor, insana sanki çok uzaklarda, yabanıl ve tehlikeli oymaklar arasında bulunuyormuş duygusunu veriyordu. Yenenler para, çok para istiyorlardı. Aslında zengin olan kent halkı da durmadan bu parayı ödüyordu. Fakat Normandiyalı bir tüccar ne kadar zenginleşirse özveriler de ona o kadar ağır gelir; servetinin her zerresinin başka ellere geçtiğini gördükçe de o kadar acı duyar. Bir yandan da, kentin iki üç fersah ötesinde, dere boyunca, Croisset, Dieppedale veya Biessart yönlerinde, balıkçılar ve ırmak gemicileri, suyun dibinden sık sık Alman ölüleri çıkarıyorlardı. Üniformaları içinde şişmiş olan bu ölüler bir bıçak veya bir tahta kundura vuruşuyla öldürülmüş, ya başları bir taşla ezilmiş yahut da köprünün üstünden ansızın itilerek suya düşürülmüşlerdi. Yabanıl ve ya17 sal olan bu gizli öçler ırmağın çamurlarında gömülü kalıyordu. Bu sessiz saldırılar, bu bilinmeyen kahramanlıklar, güpegündüz yapılan çarpışmalardan daha tehlikeli olmakla birlikte, şan ve onurdan yoksundu. Çünkü, düşmana karşı duyulan kin bir düşünce uğrunda canlarını vermeye hazır olan atak insanları her zaman harekete geçirir.

Yayılmacılar kenti sıkı ve şaşmayan bir disiplin altında tatmalarına karşın halka kötü davranmıyorlardı; oysa utkuya yürüyüşleri sırasında yaptıkları kötülüklerle ilgili neler söylenmemişti. Bundan cesaret alan kentin tüccarları ticaret gereksinmesiyle yeniden kıvranmaya başlamışlardı. Bazılarının, Fransız ordusunun elkoyduğu Havre kentinde birçok ticari ilişkileri vardı. Bu tüccarlar kara yoluyla Dieppe’e varıpi oradan deniz yoluyla Havre’a gitmek istiyorlardı. Tanışmış oldukları Alman subaylarının yardımlarıyla başkomutandan bir gidiş izni elde etmişlerdi. Bu yolculuk için dört atlı büyük bir posta arabası tutulmuş ve on yolcu arabacıya adını yazdırmıştı. Herhangi bir kalabalığa neden olmamak için gün doğmadan, bir salı sabahı yola çıkılmasına karar verilmişti. Zaten birkaç günden beri don toprağı kaskatı etmişti; pazartesi günü de saat üçe doğru kuzeyden gelen kocaman kara bulutlar kar getirmiş; bütün gün, bütün gece durmadan kar yağmıştı. Sabahleyin, saat dört buçukta, yolcular arabaya binmek için Normandie Oteli’nin avlusunda toplanmışlardı. Gözleri hâlâ uykuluydu, örtülerinin altında soğuktan titreşiyorlardı.Karanhkta birbirlerini güçlükle görebiliyorlardı. Kalın kış giysilerinin içinde uzun cüppeli şişman pa18 pazlara benziyorladı. Karanlığa karşın yolculardan ikisi birbirini tanımıştı; üçüncü bir yolcu da onlara yanaştığından, konuşmaya başladılar. Birisi: – “Karımı da birlikte götürüyorum” dedi. Öteki: – “Ben de öyle”, öbürü: – “Ben de” dedi.

Birinci yolcu şu sözleri ekledi: – “Rouen’a artık dönmeyeceğiz, Almanlar Havre’a yaklaşacak olurlarsa oradan İngiltere’ye geçeceğiz!” Hepsi aynı yapıda olduklarından tasarladıkları da aynıydı. Bu sırada araba hâlâ koşulmamıştı. Bir ahır uşağı, elinde küçük bir fenerle, arasıra karanlık bir kapıdan çıkıyor, derhal başka bir kapıdan girip gözden yitiyordu. Hayvanların yataklık gübreleriyle yumuşamış olan toprağı atlar nallanyla dövüyor, yapının derinlerinden hayvanlarla konuşup söven bir adamın sesi duyuluyordu. Hafif bir çıngırak sesinden koşumların takıldığı anlaşıldı; bu ses biraz sonra hayvanın devinimlerine uyan duru ve sürekli bir ürperiş biçimini aldı; bazen kesiliyor, sonra, hayvanın ani bir silkinmesiyle yine başlıyor, aynı zamanda atların yeri döverek çıkardıkları boğuk nal seslerine karışıyordu. Kapı birdenbire kapandı. Bütün gürültüler kesilmişti. Soğuktan donmuş yolcular susmuş, kımıldamadan, kaskatı duruyorlardı. Durmadan yağan beyaz kar taneleri, bir perde halinde, toprağa düşerken yansımalarla parlıyordu. Kar altında biçimler silikleşiyor ve her şey buzlu bir köpükle örtülüyordu. Kışın içine gömülmüş dingin kentin derin sessizliğinde yalnızca düşen karın belirsiz, betimlenmesi olanaksız, dalgalanan hışırtısı duyuluyordu. İnsan bu sesi işitmekten çok duyumsuyordu. Sanki birbirlerine karışmış hafif zerrecikler çevreyi sarmış, dünyayı örtmüş gibiydi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir