Hakan Gunday – Daha

Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım… “Sen doğmadan iki sene önce… Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo… Rahim diye bir itin teknesi… Neyse, yükledik malı… En az 40 kelle var. Biri de hasta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen…” Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım… “Neyine gerek lan senin, dedim hatta… Kaçmak, göçmek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse… Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, daha kamyonu almamışım…” Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken ölmeyecekti… “Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum… Hem işi öğreniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum… İyi lan, dedim. Bindik, açıldık işte… Sakız’a varmaya az kala bir fırtına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya…” Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basmayacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım… “Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana… Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünüyorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar… Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde… Vurmuş kafayı teknede bir yere… Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok…” Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anlatacaktı, ne de ben onu dinleyecektim… “Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum… Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım… Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele… Bir dalıp bir çıkıyorum… Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyorsun… Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm… Üstünde de bir karaltı var…” Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim… “Bir baktım, o hasta herif… Hani o bitik herif vardı ya… Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor… Nasıl yüzdüm, bilmiyorum… Ama sonunda vardım adamın yanına… Tuttum simidi, çektim elinden… Baktı bana… Uzandı böyle… İttim ben de… Boğazından tutup… Sonra da bir dalga geldi götürdü zaten…” Ama babam bir katildi ve hepsi oldu… O gece babam öyle ağır ağır anlattı ki hikâyesini, dudaklarının arasından kesik kesik çıkan o sessizlikler gibi karıştı aramıza kelimeleri. Hatta bu yüzden hafızama çivilenmeyip de vidalandılar. Döne döne saplandılar aklıma. Ya da aklımdan geriye ne kaldıysa ona… Şimdi düşünüyorum da, babam bir katil olmasaydı eğer, babam da olamayacaktı belki. Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi. Onu da zaman gösterdi… Bir daha hiç bahsetmedi cinayetinden. Gerek de yoktu zaten. Kaç kez itiraf edilir ki aynı günah aynı insana? Bir kez duysan, yeter. Sofradan yavaşça kalkıp yatağa gitmek ve uzansan bile gözlerinin dimdik ayakta kalması için… Neden şimdi, diye düşündüğümü hatırlıyorum o gece. Neden şimdi anlattı? Kendine mi yoksa bana mı anlattı? Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi.


Tek gerçek hayat dersi: Hayatta kal! O dersten çıkardığım dersi de hatırlıyorum: Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma… Kimse anlatmasın nereden geldiğini, diye ağladığımı hatırlıyorum. Kimse anlatmasın aldığı nefesleri kimlerden çaldığını. Dokuz yaşındaydım. Bilemezdim… Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındığını… Sonra bir ara, babamın o yaşlı adamı boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamdaki âdemelmasından o adamda da vardır, diye düşündüğümü… Ve o yumru babamın eline gelmiş midir, diye sessizce kendime sorduğumu… Babamın avucunda bir iz bırakmış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadığında bana da bulaşır mı? Sonra da uyuduğumu hatırlıyorum. Sonra da uyandığımı… Sonra da, bana hazırladığı o kahvaltıyı ve o tokadı ve o emri. Bir dilim ekmek… “Ne anladın dün anlattıklarımdan?” “Ya sen ölecekmişsin ya da o adam…” İki dilim peynir… “Aferin… Söyle bakalım… Sen olsan ne yapardın?” “Belki o cansimidi ikinize de yeterdi…” Bir tokat… “Ye hadi, bakma suratıma öyle! Sil o gözlerini de…” “Peki baba.” Bir yumurta… “Ben olmasam sen de yoktun, anlıyor musun?” “Evet baba.” Üç zeytin… “İyi… Bunu hiç unutma! Şimdi söyle, sen olsan ne yapardın? “Ben de senin gibi yapardım baba.” Biraz tereyağı… “Ben bu hayatta ne yaptıysam, hepsi senin için.” “Sağ ol baba.” Bir emir… “Madem artık bu işin nasıl bir hayat kavgası olduğunu öğrendin, bugün sen de benimle geleceksin!” “Olur baba.” Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, kemiği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıyla paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla.

“Geleceksin!” dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır almaz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında… Pek farkı yoktu aslında, bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan… Şimdi düşünüyorum da, belki de sarhoştu o hikâyeyi anlattığında. Sonra da anlata anlata ayılınca, anlamıştı artık çok geç olduğunu… Belki de kötülüğü ağır basan bir vicdan topalıydı babam, hepsi bu. Belki de kendi babası yüzünden böyle olmuştu. O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… O da kendi babası yüzünden… Sonuçta hepimiz, hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları… Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini söküp alanların çocukları… Sağ kalmayı bilmiş olanların… Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların… Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı… Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar… Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu… Güzellik de… Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebileceğine ilişkin bir bilgi yoktu. Sonuçta, beni de bu hayata iki ceset taşıdı: Biri yaşama, diğeri yaşatma isteği… Birini babam, diğerini annem istedi… Ve yaşadım ben de… Başka çarem var mıydı? Mutlaka… Ama kim bilir, belki de hayat fiziği böyle işliyor ve bir yerlerde şöyle yazıyordur: Hayat Fiziğine Giriş: Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri yaşatmak isteğine bağlı, iki ölüm. Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için, o ölümler sayesinde nefes aldığından habersiz olarak yaşaması gerekir. Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar. Evet, belki benim adım Gazâ… Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmedim. Sadece bir ara… Hissettim. Şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe, görüyorum ki yine değişmiş.

Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar, bıraktığın çukurlara. Halbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gözünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer değiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin… Ve artık zamanı geldi… Hatırladığım ne varsa, hepsini bir defada anlatıp mühürlemenin. Çünkü bu son! Bir daha dönüp bakmayacağım geçmişe. Aynada bile suratına bakmayacağım. Anlata anlata yiyip bitireceğim onu. Sonra da bir kürdanla dişlerimden kazıyıp tabanlarımla çiğneyeceğim. “Şimdi”den ibaret kalmanın tek yolu bu… Yoksa içinde yaşadığım bu beden, zamanı durdurmak için her şeyi yapar! Çünkü her şeyin farkında: Öleceğinin de, çürüyeceğinin de… Kim söylediyse bunu ona, hangi orospu çocuğu, bu beden biliyor geberip gideceğini! Hatta sırf bu yüzden, kudurmuş bir köpek gibi çenesini hayata kenetlemek için, aynı hataları bana tekrar tekrar yaptırıyor.

Tekrar tekrar! Bir anlığına da olsa beni o deja vu’lerle geçmişe götürüp zaman kazanmak için… Ama artık bitti! Ne zaman ki hikâyemi anlatıp susacağım, artık sadece yeni hatalar yapacağım! Zamanı dörtnala koşturacak kadar yabancı hatalar! Duvar saatlerini mıknatısa tutulmuş pusulaya çevirecek kadar bilinmeyen hatalar! Daha önce kimsenin yapmadığı, adını bile duymadığı hatalar! Kayıp bir kıtanın ya da dünya dışı bir hayatın keşfi kadar muhteşem ve tanımlanamayan hatalar! Makineler yapan makineleri yapan insanları yapan makineleri yapan insanlar kadar olağanüstü hatalar! Tanrı’nın icadı kadar dev hatalar! Tanrı’dan sonraki en büyük icat olan karakter kadar öngörülemeyen hatalar! Yeni doğmuş bir bebeğin ilk hatası kadar büyülü, doğmak kadar ölümcül bir hata yapmak! Tek isteğim bu… Belki biraz da morfin sülfat. Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara… Tabii dünyanın geri kalanı da boş durmuyor ve bir an önce doğdukları yerden çıkıp ölecekleri yere koşmaları için onlara her türlü çaresizliği sunuyordu.

Çaresizliğin bütün çeşitlerini. Her boy ve ende ve ağırlıkta ve yaşta çaresizlik… Biz de bu toprakların enlem ve boylamlarının gereğini yerine getiriyorduk sadece. Cehennemden kaçanları cennete taşıyorduk. Ben ikisine de inanmıyordum. Ama o insanlar her şeye inanıyordu. Hem de neredeyse doğuştan! Ne de olsa şöyle düşünüyorlardı: Eğer savaştan sağ çıkılsa bile açlıktan ölünen bir cehennem varsa bu dünyada, elbet bir cennet de vardır. Ama yanılıyorlardı. Hepsi de kandırılmıştı. Cehennemin varlığı cennetinkine kanıt değildi! Ama onları anlayabiliyordum. Böyle öğrenmişlerdi. Hatta sadece onlar değil, herkes… Bütün dünya nüfusuna ezberletilmiş olan, varak çerçeveli ve gösterişli bir tablo vardı. Ve o tabloda, iyiler kötülerle ve cennet cehennemle savaşıyordu. Oysa böyle bir savaş yoktu ve hiç olmamıştı. İyiyle kötünün kıyamet gününe kadar sürecek olan ölüm kalım savaşı, insanlığın yediği en büyük kazıktı. Toplum düzeninin en kestirmeden sağlanması ve otoritenin daima ayakta kalması için atılması gerekmiş olan bir kazık.

Çünkü her insanın, aynı anda, hem iyi hem de kötü olduğu gerçeği kabul edilirse, hayranlık duyulup peşinden ölüme gidilen kim varsa, yani gelmiş geçmiş bütün liderlerin kimliğinde lekelenmeler başlayacaktı. Kafalar karışacak, düşünceler çarpışacak ve kimse kimse için hayatını feda etmeyecekti. Ama öyle olmadı ve mutlak iyiyle mutlak kötünün savaşı insanları birbirine kırdırmanın en basit yolu haline geldi. “Sizler iyi olanlarsınız!” diyenler “Gidin, benim için geberin!” demek istiyor, “Sizler cennete gidecek olanlarsınız!” diyenler de “Geberttikleriniz de cehenneme gidecek!” demek istiyordu. Dolayısıyla cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük, insan denilen varlığı ortasından ikiye yardı ve bir tarafını diğeriyle kanlı bıçaklı hale getirip bir aptala dönüştürdü. Böylece, geçmişin müthiş tezgâhtarları, kutsal zıtlık teorisiyle ambalajladıkları ömür boyu garantili itaatkârlığı özgür insanlara satmayı becerebildi. İtaatkâr itleri itaatkâr itlere kırdırmaktı bütün hikâye! Ne karanlık ışığa düşmandı, ne de tersi. Ve tek bir gerçek zıtlık vardı, o da sadece biyolojide geçerliydi: Ölü ya da diri… Yasadışı insan taşımacılığında da dikkat edilmesi gereken tek nokta buydu aslında: Teslim alınan canlı insan sayısıyla, teslim edilenin aynı olması. Yoksa kimin cehennemden kaçıp cennete gittiğini düşündüğünün hiçbir önemi yoktu. Biz et taşıyorduk. Sadece et. Hayal, düşünce ya da duygular, bunlar aldığımız paraya dahil değildi. Belki yeterince ödeselerdi, onların da zarar görmeden taşınmalarıyla ilgilenebilirdik. Hatta ben, kişisel olarak bu görevi üzerime alabilir ve evlerinde –ya da hangi delikte doğmuşlarsa orada– kurmuş oldukları hayallerin yol boyunca kırılmamasını sağlayabilirdim.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Neden indirmiyor hata veriyor düzeltilsin lütfen!