Hakan Gunday – Pic

Insanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır. Ancak sadece zamanın lehine işleyen zamanla zekâsının katili ve kurbanı olan insan, intihar etmeyi utanç verici bulmuştur. Ölümsüzlüğün, hayatta kalmaktan geçtiğini öğrendiği için varlığında yamanamaz delikler açarak kendine tecavüz etmeyi öğrenmiştir. Böylece insanlığın unutmayacağı ve tanık olabileceği en korkunç gösteri başlamıştır. Kendisini hamile bırakan insan kendisini doğurmuş ve bir tecavüz bebeği olarak atasının bıraktığı yerden ihaneti devralmıştır. 2002 yılının eylül ayında iki hain tecavüz bebeği bir labirentin koridorlarında dolaşıyordu. Bu labirentin adı Caddebostan Migros’tu Sağ elindeki siyah selülozik boya tüpünü sallayarak konuşanın adı ise Barbaros’tu. “Evet, burada yaşayabilirim Burası benim evim olabilir. Bir markette yaşamak fena olmaz. Kullanma tarihleri geçtikçe ürünler değiştirilir. Onun dışında bir değişikliğe gerek yok. Raflar, reyonlar, kasalar, kameralar, hepsi kalabilir. Rahatsız olmam Yalnız, dışarıdaki yazıyı değiştirmek gerek S harfinin üstüne bir çarpı atıp yanına bir P harfi çizmeliyim. Evin adı Migrop olmalı.” Afgan, montunun iç cebinde duran discman’deki The Best of David Bowie 1974-1979 adlı albümün ilk şarkısı olan “Electric Blue”yu tek kulaklıkla dinlerken mırıldandı: “Anıtkabir de iyi.


” Dört adım önünde yürüyen Barbaros, elindeki sprey boyayı tuvalet kâğıtlarının arasına bırakıp arkasına döndü. “Ha?” “Anıtkabir… Orası da iyi. Yazın serin olur. Hem o eski arabalara da binerim. Kütüphanede otururum.” “Nöbetçiler olacak mı? Bira al.” “Yok. Gerek yok Ama temizliği çok zordur herhalde, çünkü çok büyük” “Evet, büyük ama gösterişli bir yer. Fena bir ev olmaz. İyi fikir. Altı tane az. Biraz daha al. Bak, şurada boktan viskilerden var. Onlardan da al.” “İnönü Stadı da iyi.

Ortasına da olimpik bir havuz yaptırırsan mükemmel bir yazlık olur.” “Meclis de iyi. Votka alalım. White Russian yaparız.” “Kahlua yoktur burada, boş ver votkayı. Meclis’in bir kanalı var, biliyorsun. Devam edecek mi naklen yayınına?” “Etsin. Ama sadece Genel Kurul salonunda verdiğim partileri gösterebilir. Onun dışında olmaz. Ayrıca orada konserler de düzenleyebilirim. Eminim, çok iyi bir akustiği vardır. Kahlua’nın yerine kakao likörü alırız.” “İyi de aynı lezzeti yakalayamazsın.” “Üç kadehten sonra hissetmezsin.” “İyi, alalım o zaman.

En iyisi Boğaz Köprüsü.” “Köprüden denize işemek hoş olabilir. Ama bir sorun var: orada yaşarsam sürekli atlamayı düşünürüm.” Barbaros, kollarını koparacak kadar açarak altmış metreden aşağı atlarken, rüzgârı yüzüne nasıl yiyeceğini düşündü. Yüzü üşüdü. Ama Afgan’ın sorusuyla tekrar ısındı. Çünkü birazdan vereceği yanıt, her ne kadar belli etmese de yaşadığı hayatta kendisiyle gurur duyduğu nadir anlardan bir seriyi içerecekti. “En garip sarhoş gecen hangisi?” Barbaros, çikolata raflarının yanından geçerken bir Milka alıp ambalajını yırttı. “Öncelikle bir sürü araba kazam var. Onları hatırlıyorum…” Sade istediği halde dikkat etmeden aldığı çikolatanın üzümlü çıkmasına sinirlenen Barbaros’un sözünü Afgan kesti: “Araba kazalarıyla ilgili bir teorim var: bugüne kadar on üç tane sağlam kaza yaptım. Hepsinde de hatalı olan bendim. Ne yaralandım, ne de öldüm. Ama bütün kazalarımdan sonra arabanın içindeki bir şeyler yok oldu. Bazen bir çanta, bazen bir şişe. Bir keresinde bir Zippo yok oldu.

Saatlerce aradım ama bulamadım. Ve anladım ki kaza sırasında beni koruyan görünmez bir güç var. Zarar görmemi engelliyor. Karşılığında da bana ait olan herhangi bir nesneyi alıp gidiyor.” “Çok ucuza çalışıyormuş ve senin çok salak bir teorin varmış. Neyse, garip sarhoş gecelerden bahsediyorduk. Bir tanesini hatırlıyorum: pavyondan çıktım. Bütün parayı harcamışım. Ama içeride de bir kadına âşık olmuşum. Sabahın üçü. Güya kadının işinin bitmesini bekleyeceğim. Sonra da çıkarken yakalayıp onu sevdiğimi, benimle evlenmesi gerektiğini anlatacağım. Hemen karşı kaldırımda da bir bank var. Oturdum oraya Bir sigara yaktım. Uyandığımda yanımdan insanlar geçiyordu.

Sabah olmuş, insanlar işlerine gidiyor.” “Eve nasıl döndün?” Kelimeler zor da olsa, ağızdaki çikolata parçalarının arasından kendilerine bir yol buldu. “Deren’i aradım. Geldi, aldı.” “O nerede şimdi?” “Kanada’ya gitti. Bir şey üzerine mastır yapıyor ama ne, bilmiyorum.” “Sana bir sır vereyim: yüksek lisansla mastır arasındaki farkın ne olduğunu bilmiyorum. Belki de aralarında bir fark yoktur. Yani eğitim sistemini üniversiteye kadar biliyorum. Sonra nereye başvuruluyor, onu bile bilmiyorum.” “Ben LES diye bir şey biliyorum. Onun için de pembe kâğıtlardaki yuvarlakları kurşunkalemle doldurduklarını biliyorum, ama o kadar. Bir de galiba imzalarını tükenmezkalemle atıyorlar.” “Ne yiyeceğiz?” “Para var mı?” “Bugün yatmış olması lazım. Kartla alamam.

Aylardır hiçbir şey yatırmıyorum. Kartı veren bankanın batmasını bekliyorum.” “Sen daha önce ölürsün.” Barbaros cümlesini tamamladı ve iç geçirir gibi güldü. Tek hecelik bir gülüş. Elindeki Milka’nın kalanını makarna paketlerinin arasına sıkıştırdı. “Sen çalışıyor musun ki? Kim para yatıracak hesabına?” Afgan önündeki tekerlekli sepetin arka ayaklarını birbirine bağlayan demir çubuğun üstüne sağ ayağını koyup sol ayağıyla yeri itti. Barbaros’un yanından kayarak geçerken konuştu: “Sevgili anneciğim.” Barbaros’un kendisini duymayacak kadar geride kaldığından emin olduğunda düşüncesini yüksek sesle tamamladı: “Bir çeşit boşanma nafakası ödüyor bana Onunla yaşamamamın karşılığında” Türkçe’deki kelimelerin ilk anlamlarının pek de geçerli olmadığı bir yüzyılda piçler, babaları bilinmeyenler değil, babalarına ihanet edenlerdir. Babalarına ve annelerine. Piçlerin ebeveynleri dünyadan doğal ölümlerle ayrılmazlar. Katillerinin adı üzüntüdür. Kimse öz çocuğunun ihanetlerinden canlı kurtulamaz. Kurtulsa bile içi doldurulmuş bir av hayvanından farksız yaşar. Ve piçler her ne kadar birçok geceyi ailelerinin leşlerinin hayaletleriyle geçirseler de, sabah hissettikleri tek acı bademciklerindeki sigara yanığıdır.

Onun tedavisi için gerekenlerse diş macunu ve üç ayda bir değiştirilen diş fırçasıdır. Barbaros ve Afgan Türkiye’de yaşayan piçlerin en değerlileridir. Piçlerin değerleri, sahip oldukları ancak kullanmadıkları fırsatlarla yeteneklerin niteliğine ve niceliğine göre belirlenir. İnsanın hayatında boşa harcadıklarının sayısı ve kalitesi çoğaldıkça piçliğin saflığı da artar. Bu sıralamada onlardan hemen sonra gelen Hakan’la Cenk, terasa taşıdıkları televizyonun karşısına koydukları iki koltuğa gömülmüş, yalınayak oturuyorlardı. Ortalarındaki sehpanın üzerinde içi cips dolu büyük bir kase, iki yanında da içi votka, elma suyu ve buz dolu olan Coca Cola eşantiyonu, 40 cl’lik iki bardak vardı. Televizyonun uzaktan kumandası ve konuşma sırası Cenk’teydi: “Al şu kumandayı. Kanal değiştirmekten nefret ediyorum.” “İstersen bir duşa gir.” “Yok, boş ver. Biraz dinleneyim sonra girerim. Zaten dün geceden beri yoldayım. Çok yoruldum.” “Yoruldun mu, içtin mi?” Cenk ve Hakan adı konulamayacak kadar garip saatlerde votka içebilirler. Çünkü onlar için günün bin dört yüz kırk dakikası da aperatif olarak adlandırdıkları içkilerini yudumlayabilecekleri anlardır.

Ancak görgü ve sağlık kurallarının hepsine ayrı ayrı uygun olan ve öncesinde aperatifler alınan o yemek hiçbir zaman başlamaz. “Biraz içtim ama aktarmada çok bekledim.” “Nerede?” “Sofya’da.” “Sen zaten Cenevre’den gelmiyor musun? Ne aktarması bu?” “‘Charter’ diye bir şey duymadın mı sen? Dolmuş gibi uçak! Nerede yolcu varsa, oraya iniyor.” “Babanlara ne diyeceksin?” “Daha hiçbir şey bilmiyorlar. Beni hâlâ orada sanıyorlar.” “Siktir!” Kelime ağzından çıktığı anda Hakan pişman oldu. Tepkisinin şiddetini ayarlayamadığı için kendine kızdı. Çünkü hiçbir şeye şaşırmamaları ve şaşırsalar bile karşılarındakine belli edip onu üzmemeleri gerektiğini bilirdi. Karşısındaki piç, “Dün annemin bilezik taşıyan kolunu kestim ama kuyumcuya giderken bilezikleri düşürüp kaybettim. Eve dönüp annemi, koluyla birlikte hastaneye götürdüm” dese bile yemek tarifi dinlemiş kadar heyecanlanması gerektiğini bilirdi. “Gerçekten.” “Peki ne bok yiyeceksin şimdi?” “Ne bileyim… Para bitince arayacağım. Sanki Cenevre’den arıyormuş gibi. ‘Okuldan atıldım, geliyorum’ diyeceğim.

” “İmkanı yok. Baban seni kendi elleriyle verir askerlik şubesine.” “Ne askerliği be! Gidersem, on altı ay er olarak yaparım. Aslında benim için iyi olur. Ne de olsa yirmi yedi yıldır Cenk olarak yaşıyorum. On altı ay da er olarak yaşayabilirim.” “Yıllarca bir sürü üniversitenin kayıt bürolarının önünde sıranın sana gelmesini bekle, sonra da lise mezunu yazsınlar nüfus sayımında.” “İsterlerse ‘Okuması yazması yok’ diye yazsınlar! Umurumda değil de, babama ne diyeceğim, onu düşünüyorum. Harcadığı paranın haddi hesabı yok.” Bardaklarının yanaklarını çarpıştırıp birazdan içlerine yağacak olan votka yağmurunun ilk damlalarını dudaklarının arasından döktüler. Böylece iki yıldır İsviçre’de yaşayan Cenk’in dönüşü kutlanmış oldu. “Siktir et” Hakan sürekli küfredebilir. Hatta aynı küfrü farklı tonlarda kullanarak farklı kelimeler gibi söyleyebilir. Diğer piçler sadece gerektiğinde, gündelik hayatlarının bir parçası olmayacak kadar az küfrederler ama Hakan’ın küfretmesine de karışmazlar. Ailelerine, sevgililerine küfredenin Hakan olduğunu bildikleri sürece de buna şiddetle yanıt vermezler.

Ancak aynı sözleri telaffuz eden başka birinin üzerine üç kişi saldırabilirler. Geçmişleri rakiplerinden sayıca üstün oldukları kavgalarla doludur. Küçümsenmeyecek bir linç geçmişine sahiptirler. Afgan, tekerlekli sepetin içindeki donmuş pizzalara, margarinlere, ekmeklere, biralara, rakı, likör, votka, şarap şişelerine, tuvalet kâğıtlarına, prezervatiflere, diş macunlarına, etlere, bulaşık deterjanına, cipslere, elmalara, şampuana, makarnalara, hamburger köftelerine, taze kaşara, ayakkabı cilasına, mangal kömürüne, domateslere ve kulağındaki David Bowie şarkısını, kulaklığı çıkararak uzaklaştırdıktan sonra Barbaros’a bakıp konuştu: “Bütün bunlar da ne?” “Ne ne?” “Bunlar. Saçma sapan bir sürü şey. Hiç yapmayacağımız yemekler, hiç kullanmayacağımız deterjanlar, şampuanlar” Kasayla aralarında sadece, satın alacaklarını yürüyen banda koyan genç bir kadın kalmıştı ve arkalarındaki yaşlı kadın uyardı. Her zamanki gibi markete kadınların hâkimiyetindeki bir saatte gelmişlerdi. “İlerler misiniz lütfen.” Afgan’ın göbeğinin civarında sallanan kulaklıktan David Bowie’nin kurduğu bir cümle duyuldu: “We could be heroes just for one day.” İkisinin de bu cümleyi anlayacak kadar İngilizce’si vardı ve ikisi de kahraman oldukları o günü uzun zaman önce yaşamışlardı. Birbirlerine baktılar ve kasaya doğru yürüdüler. Parasının üstünü sayan genç kadının arkasından, karınlarını çekerek geçtiler. Oysa ikisi de zayıftı. Yaklaşık bir saattir, satın almayı düşündükleri her ürünün fiyatını, gerekliliğini, kullanım biçimini tartışarak reyonlarında defilede yürür gibi dolaştıkları marketin ikiye ayrılan cam kapısından dışarı çıktılar. Barbaros bir sigara yaktı.

Bir tane de Afgan’a uzatıp konuştu: “Evin oradaki bakkaldan bira alırız.” “Tamam ama votka da alalım.” Afgan kulaklığı vidalar gibi kulağına yerleştirdi. Barbaros önüne bakarak yürüyordu. Kentin deniz sahibi ve onların bir sahil yolunda yürüyor olması kimseyi duygulandırmadı. Her ne kadar Afgan’ın annesinin salonundaki vitrininde, en hızlı yüzen yetişkin Türkler sıralamasında oğlunun ikinci olduğunu belgeleyen bir madalya dursa da deniz sadece suydu, manzara değil. Yanlarından bisikletli bir çocuk geçti. Sonra bir dilenci yaklaştı. Barbaros kadından önce davrandı: “Allah rızası için bir sadaka.” Kadının açık ağzı sessiz kaldı ve derhal kapandı. Barbaros’la Afgan’ın arkalarından baktı ve küfretti. Ağır adımlarla sahil yolunun pembe taşlarının üzerinde yürüdüler. Konuşmadılar. Tanıdıkları insanlara yeterince borçları vardı. Bir de hayata borçlanmak istemediler.

Onun için aldıkları her nefesi geri verdiler. Televizyonda lacivert takım elbiseli bir adam, önünde ayakta durduğu kürsüye yaslanmış, elindeki kağıtları sallayarak konuşuyordu. Ancak her ne kadar söyledikleriyle ilgilenen ve karşısındaki sıralarda oturan başka takım elbiseli insanlar olsa da, ne dediği duyulmuyordu. Çünkü “TBMM TV” adındaki kanalı gösteren televizyonun sesi sonuna kadar kısılmıştı. Salondaki müzik setinin hoparlörleri “Seni Tanrı bile affetmeyecek!” cümlesini terasa taşıdı. İbrahim Tatlıses söylüyordu. Hakan elindeki yeni doldurulmuş iki Coca Cola bardağıyla terasa geldi. Bardaklardan birini Cenk’e verip yerden en fazla yirmi santimetre yüksekte olan, yayları çökmüş koltuğa kendini bıraktı. Cenk votkayı ağzına götürürken Hakan’ı duydu: “Bir kitap okudum. Çok garipti. Kitabın kahramanı bitkilerle sevişmek isteyen, çiçekleri seksi bulan bir adam. Bütün kitap bunun üzerine. Adam bütün açelyaları, manolyaları, nilüferleri sikmek istiyor. Kadın değil, çiçek olanları. Zoofilinin botaniğe uyarlanmış hali.

” “Sonunda ne oluyor?” “Çok sıkıldım, okumadım.” “Kim yazmış?” “Hatırlamıyorum.” “Peki kitapta etobur bitkilerden bahsediliyor mu?” “Bilmiyorum.” Hakan’ın son okuduğu kitap on üç yaşındayken babasının hediye ettiği Malaparte’nin Deri adındaki romanıdır. O romanı da beğenmemiş ancak sonuna kadar okumuştur. Birkaç ay sonra Hakan hiç yazılmamış romanları okuduğunu iddia etmeye ve konularını çevresindekilere anlatmaya başlamıştır. Bunu yapmasının nedeni gerçek bir romancı olacak kadar hayal gücüne sahip olmasına rağmen binlerce cümle kuracak kadar sabrı içinde taşımamasıdır. Ve tabii, adlarını hatırlamadığını söylediği kişiler tarafından yazılmış bu romanların konuları beğenilmediği takdirde zekası da aşağılanmış olmaktan kurtulmaktadır. Diğer piçler Hakan’ın bu alışkanlığını bilmez çünkü hiçbirinin konusuyla çok ilgilenseler bile romanı satın almaya yetecek kadar merakı yoktur. Dostları, romanın en ilgi çekici yanlarını anlatır ve bu onlar için yeterlidir. Önsözleri, denemeleri, makaleleri, giriş, gelişme ve sonuçlan, kompozisyon yaşını geçtikleri yıllarda terk etmişlerdir. Hiçbiri kitap okumaz. Belki de Hakan bu boşluğu doldurur. Hayatlarındaki roman boşluğunu ayaküstü hikâyeler uyduran bir yalancıyla doldururlar. Ama bu öyle bir boşluktur ki ancak doldurulduğu zaman fark edilir.

Cenk ve Barbaros, Palandöken’in pistin dışında kalan, normalde paraşütle atlanması gereken yamaçlarından yerçekimi hızıyla geçmiş ve hiçbir helikopterin yanaşamayacağı kayalıkların üzerindeki nadir karlarda kaymışlardır. Bu inişlerinden biri, buz tırmanışı yapan bir Amerikalı tarafından tesadüfen fotoğraflanmıştır. Amerikalı’nın yakalayabildiği tek kare, Fransa’nın Saint-Georges du Vievre adındaki pist dışı kayak heyecanlarıyla ünlü kasabasının teleferik istasyonundaki bilet satış gişesinin karşısına düşen duvara, turistlerin hayal kumlalarını sağlamak için elli kez büyütülerek yapıştırılmıştır. Cenk ve Barbaros, sabaha karşı yağan ince karla kaplanmış ölümcül yarıkları Erzurum’da öğrenmişlerdir. Afgan ise Sakız Adası civarında yakalandığı girdapta benzer bir eğitimden geçmiştir. Ama üçü de, insan hayatındaki yalan boşluğunun ne anlama geldiğini, ancak Hakan doldurunca anlamıştır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir