Halid Ziya Usaklıgil – Saray Ve Otesi

Ne zaman deniz cihetinden bakılsa insanda, Avrupa’nın önde ve makbul bir üslûb şartlan dairesinde vücude getirilmiş vakur, ciddî kâşanelerinden ziyade şekerlemeci camekânlarını süsleyen yapma pastaların ifratla büyütülerek dondurulmuş bir örne ği te’sirini uyandıran Dolmabahçe’ye en murdar, en kokmuş bir yolundan giriyorum. Bu sarayın ilk defa olarak eşiğini aşmak üzere idim ve kimbilir, hayatımın kaç yılım burada, gene kimbilir, ne müşkil vaziyetler altında ezilerek, ne müz’iç çehreler arasında manevî kuvvetler kırılıp dökülerek geçirecektim. Camlıköşk diye uzaktan başımı kaldırdıkça görüp tanıdığım bu garib bina yaması, bir köşk ismine şayan olmaktan ziyade bana daima bir kış bahçesinin fena yapılmış bir camekânı te’sirini yapmıştı. Koltuk kapısı diye tanıldığına sonradan vâkıf oldu ğum bu saray giriş yerini burada kendi kendime keşfedemezdim, sefil ve mülevves halinden utanmış da saklanmış gibiydi. Bana refakat eden teşrifat me’muru bu yoldan delâlet etmiş olmak mes’uliyetini üzerinden atacak bir cümle sarfına mecbur oldu. Camhköşk’e dâir işitilmiş rivayetlerden birini tahattur ediyorum: Abdül’aziz arasıra sarayın şehir hayatına karşı takılmış gözlükleri mesabesinde olan bir kaç dakikasını camları önüne dikilerek soka ğa bakmakla geçirirmiş. Bir gün gene böyle bakarken aşa ğıda, sokakta sehpasına tablasını koyarak müşteri bekleyen bir simitçi görmüş. Onun pejmürde kıyafetine, soluk fesiyle yemenisine, ayaklarında yırtık çarıklarına bakarak, dönmüş, etrafında halka çeviren mabeyincilerine gür sesiyle: Gel!., demiş ve onları camın önüne çekip simitçiyi göstererek «— Millet.’. Millet dedikleri işte şu herif de ğil mi?.» demiş. Do ğru mudur, icad mıdır bilmiyorum fakat İtalyanların meşhur bir sözünü tekrar ederek; Se nan e vero, ben trovato «Do ğru de ğilse bile iyi uydurulmuş!.


» denebilir. Acaba o dakikada hafayayı açan bir el padişahı da simitçiye, o haliyle gösterseydi, padişahım çok yaşa diye ba ğıra ba ğıra gırtla ğını yırtarak u ğrunda her saat kanını dökme ğe hazır oldu ğu bu vücut için ne düşünürdü?. Duvarlarından rutubet sızan, altından üstünden türlü karışık kokulariyle mide bulandıran, yarı karanlık bir yolda sendelememe ğe dikkat ederek ilerlerken kendi kendine: «Bu yolun sonu daracık bir merdiven, oradan bir baca gibi kafamızı sokarak içeri girilecek bir delik olmak yakışır!.diyordum, birden sa ğ tarafımızda bol bir güneş ça ğlıyanı arasından bir bahçe başlangıcına çıkmış ve geniş bir nefesle ci ğerlerimi Koltuk kapısının zehirli havasından’yıkamış oldum. Yolun sa ğa tesadüf eden kapısı sarayın saat kulesinden başlayan ön bahçesinin nihayetine açılıyordu ve buradan on adımda hünkârların hususî gidiş alaylarında kullanılan binek-taşma varılırdı. Bunun mukabilinde de deniz gidişlerinde kullanılan bir başka binektaşı vardır. Bunların ne zaman ve nasıl kullanıldıklarını sonradan ö ğrendim. İşte şimdi saraya gidiyordum. Orta ça ğların denize do ğru inen zindanlarına benzer bir yere gitmek vehmiyle geçti ğimiz basık, karanlık yoldan başlamıştık ki bizi istikbal için sıralanmış üç beş kişi ile karşılaştık ve derhal benim Abdülhamid sarayında göre göre alışmış oldu ğum temennaların en mu’tenâsiyle, en mükellefiyle selâmlandık. Hâlâ bir mahviyet hissiyle utanarak: «selâmlandım!.» diyemedim. Bu selâmlar teşrifat memuruna de ğil Başkâtib Beye, resmî unvaniyle: «Mabeyni Hümayunu Cenabı Mülûkâne Başkâtibine» raci’ idi. Nereden haber alınmıştı? Anlaşılıyordu ki başda yeni hünkârla beraber bütün saray halkı – daha do ğrusu saray halkından arta kalan kısım. Asıl saray halkının nerede oldu ğunu ileride kaydedece ğim – Abdülhamid’i hal’eden İstanbul’a ve bütün memlekete tekrar hâkimiyeti pençesini koyan ilk meşrutiyet padişahı olarak Reşat Efendiyi Beşinci Sultan Mehmed unvaniyle tahta çıkaran kuv- 2 vetin kim bilir nasıl niyetlerle gelecek bir mümessiline büyük bir merakla muntazırdı. Buna biraz içimden gülerek, biraz da beni bekleyen meçhullerin müzdahim ve karışık hayaliyle helecan içinde, merdivenin üst sahanlığında gösterilecek yolu takib etmek üzere, durdum. Kümenin arasından, redingotlu, küçük kıt’ada, pek güleç yüzlü ve pek sevimli, bir zât beni tekrar selâmlayarak: «Buyurun beyefendi… Müsaade ederseniz delâlet edeyim!.» diyerek öne düştü, saray bekçilerinden mürekkep olan diğer karşılayıcılar arkamızda kaldılar, sola yöneldik ve kara cihetiyle ilk gelen loşça, ve, sebebini bir türlü anlıyamadım, pencereleri demir parmaklıkla örtülü bir odaya girdik.

Bu yeni muhitin yeni havasını biraz yadırgayarak, fakat helecanlarımdan en küçük bir emare bile göstermemek için bütün azmimi toplayarak odanın kapısı hizasında, fakat kapıdan ziyade pencereye yakın geniş ve alçak bir sedirin kenarına oturdum. Bu sedir sarayın bağdaş kurarak oturmağa alışık adamlarına mahsustu, ben bittabi pantalonumun çizgilerini koruyarak onları taklid edemezdim. Bendegândan olduğum – padişahın ve hanedan a’zasının hususî hizmetlerinde bulunan ve beyler diye anılan zevat bendegân zümresini teşkil ederdi – anlamakta gecikmediğim bu nazik zat, artık alışmak lâzım gelecek olan sarayın süslü konuşmasiyle: — Müsaade buyurursanız, teşrifinizi şevketmeap efendimize arzedeyim. Zaten haremi hümayundan erkence çıktılar, teşrifinize intizar ediyorlardı… dedi; belki de fazla söyledi. Son cümlesiyle ne kadar merakla beklendiğime işaret etmiş oldu. Belki do bu bilerek söylenen bir cümle idi. Padişahın, kendisine başkâtip, hattâ belki de hükümet namına bir murakıb olarak gönderilmiş olan zâtın ne çeşid bir mahlûk olduğunu merak etmesi pek tabiî idi. Bu belki bıyıkları cengâverâne burulmuş, arka ceplerinde tabanca taşıyan, sarayın içinde dâima tehditkâr bir ceberrutla dolaşacak, korkunç bir adamdı; belki de hiç öyle değildi, belki de mülayim, nazik, ince, hattâ şahsan da öyle pek üşenmeyecek bir adam olabilirdi. Asıl merakın büyüğü bende idi. İşte şu dakikada, loş odada, birbirini müteakip içeri girerek eteklercesine temennalariyle tebrik eden, şahıslarını, mevkilerini ancak sonradan öğrenmek mümkün olacak zevata karşı mukabelede bulunmakla meşgulken bir yandan da, biraz sonra huzuruna çıkacak yeni padişahın nasıl bir şahsiyet olduğuna hayalimi sevkediyordum. Onu kaç kere arabasında geçerken görmüştüm. Giyinişinde, oturuşunda öyle kibarca bir hal vardı, bütün simasının ifadesinde öyle bir iyi hilkat sahibi olduğuna şahadet eden mânalar okunuyordu ki, onu nazarımda pek sevimli yapmıştı. Buna mukabil hakkında birçok kötü rivayetler var- dı: Bunları dâima büyük bir ihtiyatla telâkki etmiştim. Uzun bir ömrü dün- ya ile ihtilât imkânından mahrum, dört duvar arasında, sekiz on hususî bendegâniyle kadınları ve harem halkı içinde geçirmiş olan sarayının öte tarafına açılmış mıydı? Memleketin halini, istikbalin ne olabileceğini, meşrutiyet idaresi yeni şartlarla uyuşacak kadar bir hazım kabiliyeti sa- hibi miydi? Menba’mı Abdülhamid’in muhtemel halefleri hakkında düşmanlıkla dolu siyasetine hamletmek daha insafa muvafık olan fena rivayetlere itimad caiz olsaydı yeni padişahın, fena bir ta’bir kullanmamak için, gayet örtülü bir dimağ taşıdığına, fazla olarak gecesi gündüzü bulutlar altında gömül- düğüne fıt-raten de pek kurnaz, pek sinsi olduğuna, dünyada hiç kimseyi sevmediğine, sevemiyeceğine, hattâ en küçük şeylerle en derin kinler besleyerek fırsat düşürdükçe hoşuna gitmeyenleri boğduğuna inanmak lâzım gelirdi. Ben bunların hiç birine inanmamıştım, ve inanmakta pek isabet ettiğim hüküm vermek için gecikmedim.

Devam eden tebriklere mukabele ile meşgul olurken bir yandan da ne vakittir zihnimi işgal eden bu muammaları tekrar ediyordum. Ne kadar zaman geçti, tayin edemem, herhalde yukarıda sabırsızlıkla beklendiği- me delâlet eden bir kısa intizarı müteakip o nazik delil tekrar göründü ve tekrar mutena temennalarından birini savurarak: — Şevketmeab Efendimiz sizi bekliyorlar… dedi. 3 Baş kâtib nasıl bir adamdı? — Fena rivayetlere karşı ihtiyat — Buyursunlar! — Mütebessim bir kabul — İlk Tesirler — İlk sözler — Saray ölçüsüne göre emelleri — İlk mülakatın son sözü Bu loş odada, beni bekleyen mukadderatın daha karanlık esrariyle ihata edilmiş olarak, herhalde pek az bir zaman kalmıştım. Belliydi ki, memlekette ihtilâl yapan bir cemiyet, müstebid ve zalim, korkaklığına rağmen her tehlikeye göğüs gerecek kadar gözü pek bir padişahı binlerce sürgünlerinin arasında, otuz üç sene çekinmeden ve korkudan ancak kendi mevcudiyeti ve emniyeti için işgal ettiği tahtından söküp kopararak menfaya gönderen bir zümre tarafından kendisine başkâtip sıfatiyle gönderilmiş adamı, elbette endişe ile bekiiyen bir yeni hünkâr, yukarıda, erkenden kalkıp haremden çıkmış, ikide birde «değü mi?» diye sorarak beklemektedir. Belki de gözleri ateşten ve kandan yılmayan bakışları ile korkunç, sırtına saraya azçok yakışacak iğreti bir elbise takmış bir adamdı. Belki de hiç öyle değildi, bir gün evvel görüp memnun kaldığı başmabeyincisi gibi çelebi bir efendi ile karşılaşacaktı, günde kimbilir kaç kere saatlerce başbaşa kalmak icabeden bu başkâtip de öyle huzurundan ürkülmeyecek, üşünmeyecek bir saray adamına benzeyecekti. Bu merak yeni başkâtipte de vardı. Hayatında birinci defa olarak bir hükümdarla karşı karşıya gelecekti. Bir hükümdar ki o güne kadar hakkında işitilmiş türlü rivayetlerle, ve uşaktan uzağa arabasında yarım dakikalık rü’yetlerle tıynet ve mahiyeti için bir sarih fikir verememişti. Onun tarihin tasvirler silsilesi arasında Âli Osman zincirine bağlayarak bir istidlal yapmak, geçerek şehvetleri, ve hiddetleri feveranına biçare kızları kurban eden, günahsız insanların kellelerini uçurtan haris, zâlim, mecnun ecdadından filân ve filâna benzetmek mümkün değildi. Uzaktan alman intibalarla o derece halîm, selîm, otuz senelik tek başına yaşamanın mahsusiyetinden farkı olmayan kûşenişinliğinde öyle saburâne bir hizmetle dolgun görmüştü ki hakkında ilk duygusu daha ziyade bir gönül akmasiyle tefsir olunabilirdi. Hattâ tarihin uzak devrelerine çıkmaksızın onu kendisine en yakın olan amcası Abdülâziz’e, kardeşleri Hamid’e ve Murad’a bile benzetmek için bir emare yoktu. Babası Abdülmecid’in pek çok huylara tevarüs etmiş derlerdi. Onun gibi şehvet buhranlarının esiridir, onun gibi ayyaştır, elinde fırsat vesileleri bulsa onun kadar müsriftir, sonra gayet dessastır, hud’a ve hileye meyyaldir, müra’idir diye memba- ‘ını keşfetmek zor olmayan isnadlarla halkın gözünden düşürmeğe çalışırlardı, ve bu memba, içinde kaymyan maksadlarla o derece az itimad ihsas ederdi ki bu rivayetlerin hiç birisine iltifat etmek akla gelemezdi. En doğru hüküm onu gördükten ve görmekte uzun bir zaman ctevam ettikten, her günün müşahedeleri yeni yeni emareler getirip ilk hükmü teyid veya tekzip ettikten sonra mümkün olabilirdi.

Onun için loş odadan çıkıp da Dolmabahçe sarayının birinci katından başlayan geniş merdiveni aşarken, şark tarafındaki büyük deniz cihetinden kara cihetine kadar uzanan enli sofayı geçerken hiç bir korku duymadım. Bana delâlet eden, bendegândan nazik, halûk ve zeki, küçük bir kıt’ada, zarif, tez canlı, serbest zâtm delaletiyle – bu zat Esvabçıbaşı Sabit Beydi – hünkârın bulunduğu denize karşı odanın karşısında bir dakikalık bir durma esnasında, ancak o zaman, kendi kendime düşündüm. Nasıl girmek, ne yapmak, hizmetinde bulunulacak bir hükümdara karşı saygıyı ne şekilde göstermek icabederdi; buna ne yolda bir ifade koymalıydı ki ne küçülmeye delâlet etsin ne de hürmet izharında bir noksan bırakmış olsun. Delilim odanın kapısını açıp da eşikten yarı içeri yarı dışarı bir vaziyette: «— Efendimiz, Başkâtip Bey geldiler, ne ferman buyurulur?» diye yüksek bir sesle izin dileyince, içeriden gür ve kalın bir ses: «— Buyursunlar.» cevabiyle mukabele etti. Ancak o dakikada kendi kendime: — Nihayet terbiye görmüş bir adam ne yaparsa onu yaparım!., dedim. Sarayda mükerreren göre göre alışılmış ve birçok emsaline gene o’ gün orada tesadüf olunmuş süslü ve kandilli temennalardan biriyle odaya girdim, iki adım ilerleyerek gelecek işareti bekliyerek durdum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir