Halide Edib Adivar – Turk’un Atesle Imtihani

Benim o günlerde maddî ve manevî durumum, Mütareke 1 imza edilip de İttifak Kuvvetleri’nin 2 İstanbul’a girişiyle memlekette hâsıl olan 3 umumî hislerden başka değildi. Herkes gibi ben de, 1914’ten itibaren geçen hadiselerin tesiriyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir vaziyetteydim. Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Fakat bu korkunç çöküntü altında ezilenler sadece Birinci Büyük Dünya Savaşı’na Türkiye’yi sokan İttihatçılar değildi. Şurasını da eklemek isterim ki, o savaşa girsek de, girmesek de İmparatorluk’un devam edemeyeceğine, ben, o günlerde de inanmıştım. Bununla beraber geleceği görebilen bir siyaset takip edebilseydik, belki o günün ani ve korkunç akıbetine uğramazdık. Her hâlde, o gün İmparatorluğun ölümü apaçık bir hakikatti. Esasen, bir taraftan Türkiye’deki azınlıklar arasında Batı devletlerinin yıllarca devam eden hazırlıkları olduğu kadar, Abdülhamid devrinde başlayan muhtelif ve karşılıklı kıtaller 4 ve bilhassa tehcirler 5 de bu neticeyi bir gün getirecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Rusya “hors de combat”, yani savaş sahnesinin dışında kalmıştı. Bundan dolayı İngiltere, Fransa ve belki İtalya, zaferlerinin büyük ganimetine namzettiler. İtalya hissesini, bir dereceye kadar, Avusturya’dan almıştı. Ötekiler, Osmanlı İmparatorluğu’nu nüfuz bölgelerine ayırarak, onların üstünde hâkimiyetlerini yürütmek suretiyle hisselerini almak istiyorlardı. Şurası bir hakikattir ki, Türkiye’de Müttefiklerin ahlâkça üstünlüğüne ve onların insan hakları, adalet gibi büyük sözlerine inanmış olanlar dahi, bunları Türkiye’ye tatbik edeceklerinden emin değildiler. O günlerde Wilson’un on dört prensibi 6 şamatayla ilân edilince bütün dünyada büyük bir tesir yaptı ve Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde, istiklâllerine dokunulmayacağı zannı 7 hâsıl oldu. Bu görüşlere inanan Türk aydınları, Müttefiklerin hiç olmazsa iki şeyden sakınacaklarına inanıyorlardı.


Bu şeylerden birincisi şuydu: Türkiye’nin doğusunda ve batısında bir Ermenistan kurmaya teşebbüs etmeyecekler. Çünkü, Ermeni tehcir ve kıtalinden önce de buralarda Ermeni nüfusu en az %2, en çok da %20’yi geçmemişti. İkincisi; Yunanlılara Orta Doğu’da yer vermeyecekler. Çünkü, böyle bir teşebbüsün bu iki millet arasında kanlı bir mücadele açacağı muhakkaktı. Eğer, Müttefikler bu iki şeyden kaçınmış olsaydılar, bugünün tarihi bambaşka bir şekilde gelişecekti. Büyük Savaş’ın sonunda, Türkiye’deki millî hislerin bilânçosu muhtelif bakımlardan yapılabilir: Ben kendim, bu tarihte bambaşka şeylerle meşguldüm. Evvelâ, Türk Ocağı’ndaki 8 yeni idare heyeti 9 üyesi sıfatıyla tüzüğün bazı maddelerini değiştirmeye çalışıyordum. 10 Üzerinde en fazla çalıştığımız nokta, birkaç doktorla beraber bir “Köycülük” teşekkülü meydana getirmekti. 11 Mütarekeden birkaç hafta evvel, Talât Paşa kabinesi istifa etti. İzzet Paşa kabinesi, Mondros’ta Amiral Galthorpe ile müzakereye girişti. İzzet Paşa ile Rauf Bey 12 (o zaman Bahriye Nazırı) Türk mümessili 13 olarak 30 Ekim 1918’de Mütareke’yi imzaladılar. Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’a girişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. Bu aralık etrafta dolaşan dedikoduların en kuvvetlisi Senegalli askerler hakkındaydı. Ortada dolaşan bir söylentiye göre, sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını kesip akşam yemeği olarak yiyorlarmış. Tabiî, bu bir söylentiden ibaretti.

Yalnız şu var ki, Müttefik kuvvetleri, küçük bahanelerle, durmadan Türkleri tevkif 14 ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazan da Müttefik merkezlerinde fena hâlde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin elinden alınıyor, içeridekiler dışarıya atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması, tabiî onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu. Bu durum, bilhassa sakin yaşamaya alışmış olan İstanbulluları çileden çıkarıyordu. Fesler, kadın peçeleri yırtılıyor ve bütün bunlara karşı şehir halkı çok vakur ve sakin davranıyordu. Burada şunu da ilâve etmek gerekir ki, Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele bütün bütün değişir. Türk basını Müttefiklerin sansürü altında olduğu için, bu olaylar gazetelerde pek az yer alıyor ve bu yüzden mübalâğalı 15 söylentiler ağızdan ağıza dolaşıyordu. Kolonel Heathcote Smythe, İngiliz Genel Karargâhı’ nın en kudretli şahsiyetiydi. Bu adam, bir gün İstanbul’un hapishanelerini teftişe gitmişti. Bizim o günkü hapishanelerimizin çok feci bir durumda olduğunu kabul etmek lâzımdır. Ne var ki, buralara azınlıklar kadar Türkler de girerdi. Aynı zamanda buradaki mahpuslar 16 arasında siyasîler yer almazdı. Daha ziyade adam öldürme ve diğer suçlardan oraya gelmişlerdi. Şurası dikkate değer ki, Türkiye’de daima siyasî suçlular idama mahkûm olmakla beraber, adam öldürenlerin çok azı bu cezayı görürler. Kolonel, azınlıklara mensup bütün mahpusları o gün hemen serbest bıraktırdı.

Bunların arasında kendi ailesinden iki kişiyi öldüren bir Ermeni olduğu gibi, Tokatlıyan’ın önünde Hayri Paşa’nın oğlunu tabanca ile sinsice vuran bir Rum da vardı. Bugünlerde Türklerin hiçbiri silâh taşımamakla beraber Hıristiyanların hepsine silâh verilmişti. İşte bundan dolayı, bilhassa Fatih ve Aksaray gibi büyük bir kısmı yangından harabeye dönmüş yerlerde çok acı vakalar oluyordu. Bu aralık, harpten sonra her şeye karşı kayıtsız ve yeis 17 içinde görünen Türk gençliğinde bir uyanma olduğuna dikkat ettim. Bu devirde Ocak’ta geçen birkaç konuşmayı iyi hatırlarım. Birkaç zabit 18 İtilâf Kuvvetleri’ nin 19 böyle anarşiye elverişli bulunmalarına hayretlerini gösterdiler; birkaç sivil de bütün askerlerin aleyhinde bulundu. Bir tanesi, bilhassa iyi hatırlarım, Garp medeniyeti denilen şeyin o zamana kadar daha insanî olduğunu söyledikten sonra, Bolşevizm’e 20 karşı tek tampon olan bizlere bu muamelelerini çok şiddetle tenkit etti ve içlerinde insanlık olmasa bile kafalarında daha ileriyi gören bir zekâ bulunduğuna beyhude 21 inanmış olduğunu söyledi. Halk arasında dolaşıp herkesi dinlerken kadınların memleket meselesinde erkeklerden daha hassas olduklarına inandım. Hepsi birden tehlikeyi anlamıştılar. Çünkü onlar, siyasî sebepleri anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine karşı derhal isyan ediyorlardı. Beyoğlu tarafındaki yüksek sosyete kadınları, İtilâf Kuvvetleri’nin bu hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilâf zabitlerini davet ederek onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler veriliyor ve İtilâf ordularının zabitleri elde edilmek isteniyordu. Belki bu zabitlerin üzerinde bir tesir yapmışlardı. Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenme ile nihayet buldu. Ben, kendim bu partilerden daima uzak kaldım.

Daha çok, halk arasında dolaşıyordum ve görüyordum ki, çok konuşmamakla beraber, Türk kadınları hislerini kudretle ifade ediyorlardı. Bu devre ait bu gibi sahnelere, en çok, tramvaylarda ve vapurlarda şahit olunuyordu. Bunların bazılarını anlatmak isterim. Buradaki azınlık kadınları bilhassa en aşağı sınıfa mensup olanlardı. Bunlar daima ikinci mevki bileti aldıkları hâlde mutlak birincide otururlardı. Biz, o zaman Bebek’te oturduğumuz için, İstanbul’a inerken çok zaman vapura binerdik. Bir gün, iyi hatırlarım, sarı esvaplı bir kadın yan kamaraya gelerek kadınları ite kaka sıkışıp oturdu. Biletçi, biletinin ikinci mevki bileti olduğunu söylediği zaman — Ben İngilizlerle Fransızların himayesindeyim; hiçbir zaman birinci mevki bileti almam, diye bağırıp biletçiye epeyce hakaret etti. Biletçi gayet sakin bir şekilde: — İkinci mevki kamara da var, sizi oraya göndereyim, dedi. Kadın birdenbire azarak (belki biraz da sinir hastasıydı) biletçinin yüzüne tükürmeye kalktı, yumruklarını kafasına indirmeye ve ağza alınmayacak küfürler savurmaya başladı. Ama biletçi onu yine de çıkardı. On dakika sonra, bir polis ve bir müfettişle içeriye girdi. Kadın bağırıyordu: — Biletçinin beni dövdüğünü söyleyiniz! Müfettiş bunun doğru olup olmadığını kadınlardan nezaketle sorunca, aralarından iki üç kişi bir ağızdan: — O, biletçiyi dövdü, dediler. Müfettiş kadını dışarı çıkardı. Fakat herkes daha yerine oturmadan kadın tekrar geldi ve Rumca ağza alınmayacak küfürlere başladı.

Aralarında Rumca bilen bir Giritli kadın heyecana geldi. Biraz sonra bütün kadınlar sövüşmeye başladı. Ben, meselenin kötüye varacağını düşünerek dışarıya çıktım, müfettişi çağırdım. Bu defa müfettiş kadını kolundan tuttu, sürükledi. Müfettiş, azınlıklardan olmasına rağmen vazifesini yapmayı biliyordu. Fakat çıkarken kadının tekrar dine, imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan bir ihtiyar kadın birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum; biraz sükûnet buldu, fakat durmadan ağlıyordu: — Oğlum ne der? Fransızların yanında irtibat zabiti. Gayet nazik olduklarını söylüyor. Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir? Ben bundan sonra hep ikinci mevkiye, bilhassa denize bakan tarafa gidiyordum. Birinci mevkideki bütün çekişmeleri çok soğukkanla seyretmiş olan ben, güvertedeki vaziyet karşısında da çileden çıkmaya başladım. Burada, umumiyetle, siyah çarşaflı, fakat peçeleri kalkık işçi kadınlar otururdu. Bir şey söylemezlerdi. Bana daima aralarında yer verirlerdi. Fakat bu dıştaki sessizliklerine rağmen, Türk milletinin muhtemel akıbetini en çok onların hissetmemiş olduğunu sezdim. Bu şirket vapurlarında, Bebek’ten gelirken umumiyetle İtilâf Kuvvetleri’nin Boğaziçi’ndeki donanmalarının önünden geçerdik.

Beni bu manzara o kadar sarstı ve belki de bunu yüzümden belli etmiş olacağım ki, yanımdaki, eli işten katılaşmış bir kadın elimi tutup: — Bu da geçer, dedi. İşte bu tesir altında, İstanbul’daki evime taşınmaya karar verdim. Bebek’te oturmamızın başlıca sebeplerinden biri, küçük yaşta olan oğullarımın Robert College’e gitmeleriydi. Fakat, çocuklarımın İstanbul’dan Bebek’e gitmelerini tercih edecek kadar irademi kaybetmiştim. Burada başka bir olay anlatacağım ki, bu, Türk’ü şuur altı bir kuvvetle İstiklâl Savaşı’na sevk eden âmillerden 22 biridir. Bu defa, İstanbul semtinde, Eminönü’den son tramvaya binerek ablamın evine gidecektim. Biletçi galiba azınlıklardandı. Sıraya bakmadan içeriye azınlıkları alıyor, Türk kadınlarını itiyordu. Vakit çok geçti. Sokak fenerlerinin altında duran ihtiyar kadınların yüzlerinde, bana acı gelen bir şey vardı. Ben tramvaydaydım. Kapıya giderek bir ihtiyar kadını içeriye çektim ve ona yerimi vermek istedim. Biletçi buna o kadar kızdı ki, bilet kutusuyla beni itti ve sövmeye başladı. Ben daha ağzımı açmaya vakit bulmadan, erkeklerin oturduğu taraftan, perde açıldı ve kudretli bir ses öfkeyle bağırdı: — O kadına küfür etmeyi bırak, yoksa vuracağım! Döndüm, baktım. Uzun boylu, şişman, orta yaşlı bir Türk subayı idi.

Eli pantolonunun cebindeydi. Orada da tabanca var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Fakat, bu, kısa burunlu, büyük gözlü adamın yüzünü hiç unutmadım. Biletçi o kadar korkmuştu ki, polis çağırmaya bile cesaret edemedi. Tramvay İstanbul’un sessiz ve karanlık sokaklarından sükûnetle geçti. Acaba kimdi? Bu yeis ve felâket arasında, hiç bilmediği bir kadını korumak için, kendini tehlikeye atan bu adama karşı içimde ebedî bir minnet uyandı. Türbe’de tramvaydan indiğim zaman dizlerim titriyordu. Galiplerin dar görüşü ve siyasetleri neticesinde hâsıl olan iç durumumuza karşı hepimizin isyanı, aklı başında ve durumu anlayan bir Batılı ile konuştuğumuz zaman biraz değişirdi. “Adalet duyguları olmasa, yalnız sağduyuları olsa, hareketlerini muhakkak değiştirirler,” diyorduk. Ben, kendim ırk ve din ayrılığına bakmadan bu şamatalı politika dünyasında daima insanların birliğine inanıyordum. Bu sebepten Batılılar arasında bizim gibi düşünen birisini görünce, içimde bir ümit uyanıyor, fakat çok sürmeden sönüp gidiyordu. Bunların arasında, ilk gördüğüm ve adını hatırlayamadığım bir İngiliz miralayı 23 vardı ki, onu Kız Koleji’nde, tarih hocası olan Doktor Miller adlı kadınla çay içerken görmüştüm. Makedonya’da savaşmıştı ve Türk köylüsüne karşı büyük bir sevgi besliyordu. Düşüncesinde de, hareketinde de bir Türk’ten farklı değildi. Geçici bir sükûn veren bir Batılı da Mister Philip Browne’dı.

Türkiye’ye mütarekeden sonra, Amerikan mümessili olarak gelmişti. Hatıratımın birinci cildinde, ben talebeyken bu adamın Robert College’de hoca olduğundan bahsetmiştim. Kendisi aynı zamanda Başkan Wilson’un on dört maddelik prensiplerine iman etmişlerdendi. 24 Türk olan her şeyi seviyordu. Dünyadaki zihniyetin yirmi milyon halka karşı aldığı vaziyete muhalifti. Mister Philip Browne, 1908’den evvel Damat Ferit Paşa’nın 25 dostuymuş, 1918 Aralık ayında Paşa’yı görerek Türk milleti namına vaziyet almasını tavsiye etmiş. Abdülhamid devrinde liberal ve demokrat olan Ferit Paşa, şimdi tekrar Sultan Vahideddin’in şahsında bir mutlakıyet kurmaya çalışıyordu. İleri görüşün en büyük emaresini 26 bu devirde Dr. Gates bir yazıyla ifade ediyordu. Kendisi çok ateşli bir Hıristiyan’dı ve Ermenilerin can dostuydu. Durumu tetkik için Adana’ya ve civarına giderek dolaştı. Döndüğü zaman, Ermenistan’ın bu kadar küçük bir azınlıkla Türkiye’nin güneyinde kurulamayacağını açıkça belirtti. Tabiî, buna karşı Ermeni basını çok şiddetli bir dil kullandı. Ne yazık ki, Dr. Gates sözlerini Paris’te hazırlanan Barış Konferansı’nda dinletemedi.

Türkiye’yi aralarında paylaşmayı düşünen Batı politikacıları memleketimizin iç durumundan çok cesaret alıyorlardı. Hiçbir zaman Türkiye bu kadar parçalanmaya ve yok olmaya elverişli görünmemişti. Padişah kendine kuvvet verebilecek herhangi bir yabancı devletle birleşmek istiyor, bilhassa İngilizlerin himayesine taraftar oluyordu. Tarihimizde aptal, sarhoş ve kötü padişahlara tesadüf edilmemiş değildir. Fakat Osmanlı hanedanından hiçbiri sırf kendi kudreti ve rahatı için memlekette bir yabancı egemenliği istemiş değildir. Bununla beraber, galip devletlerden biriyle işbirliği yaparak memleketi kurtarmak fikrinde olan vatanseverler de vardır. Bilhassa İttihat ve Terakki’nin muhalifi olan İtilâf Partisi arasında aklı başında olduğu muhakkak insanlar vardır. Bu devrede Padişah, Meclis’i kapatmayı düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı elde ederek Parlamento’yu kapatmak ve ardından bir mutlakıyet kurmak istiyordu. İzzet Paşa kabinesi düşüp de Tevfik Paşa kabinesi iktidara gelince Meclis’i kapatmak meselesi kuvvetle canlandı. Meclis’in çoğunluğu bu devrede İttihatçı idi ve harbe girdikleri için, efkâr-ı umûmiyye 27 onların aleyhindeydi. Şurası gariptir ki, Millet Meclis’i olan bir memlekette o meclis ne kadar yanlış hareket ederse etsin, halk yine onu meclissiz hükûmete tercih eder. İşte bundan dolayıdır ki, İtilâfçılarla İttihatçılar da halkın gözünden düşmüşlerdir. Tevfik Paşa, Meclis’i kapattı. O devirde, Mustafa Kemal Paşa’yı sevmeyenler Padişah’ın bu hareketini Mustafa Kemal Paşa’dan cesaret alarak yaptığını ileri sürdüler.

1926 Nisanı’nda, Mustafa Kemal Paşa’nın Milliyet’te yayımladığı hatıralarından bazı parçaların meâlini 28 almak doğru olur: Kendisi orada, Fındıklı’ya (Millet Meclisi binasına) ilk defa gittiğini ve mebuslarla konuştuğunu anlatır ve Tevfik Paşa’nın kabinesine güvenoyu vermemelerini tavsiye ettiğini söyler. Buna rağmen Tevfik Paşa’ya güvenoyu verilmiş ve o cuma günü Mustafa Kemal Paşa, Padişah’la konuşmuştur. Bu uzun mülâkattan bahsederken, Mustafa Kemal Paşa, Padişah’ın ordudaki zabit ve kumandanların kendisine karşı olup olmadıklarını sorduğunu söyler. İstanbul’a birkaç gün önce dönmüş olan Mustafa Kemal Paşa böyle bir aleyhtarlığa sebep olmadığını söylemişse de, Padişah böyle bir şeyin gelecekte de olup olmayacağını sormuş. Mustafa Kemal Paşa buna ne cevap verdiğini söylemiyor. Fakat, anlaşılan Padişah’ın ifade etmemekle beraber, gelecekte Mustafa Kemal Paşa’nın orduyu kendi aleyhine çevirmemesini sağladığı hissi uyanıyor. Bu mülâkat bir saat sürmüş. Bu tarihî cuma günü, Mustafa Kemal Paşa ile konuşurken Padişah, hekimi Reşat Paşa’yı Rauf Bey’e göndererek onunla da konuşmak istediğini söylemiş. Rauf Bey, o zaman Bahriye Nazırı değildi. — Benim vaziyetim mes’ûl 29 bir adam vaziyeti değil. Ben alelâde bir vatandaşım, Zat-ı Haşmetleri’ne söyleyecek hiçbir şeyim yoktur. Fakat beni bir subay sıfatı ile görmek isterlerse, emrederler, demiş ve gitmemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu mülâkatından iki gün sonra Meclis kapatılmış ve Mustafa Kemal Paşa da Padişah’a ordunun bu hareketi tasvip edeceğini söylediği hakkında rivayetlerin döndüğünü işitmiştir. Aynı zamanda millî bir hareket, memleketlerinde bir Ermenistan kurulması ihtimaline karşı Şark’ta şiddetli surette uyanmıştı. Kâzım Karabekir Paşa, 30 o zaman, memleketimizde tek hatırı sayılabilir Türk ordusunun başında bulunuyordu.

Kendisi, aynı zamanda, İtilâf Kuvvetleri’nin Şarkî Anadolu’da bir Ermenistan kurmaları ihtimaline karşı halkı silâhlandırıyordu. O tarihte, İzmir’de henüz Yunan ordusu yoktu. Fakat Şark’taki kuvvetli hareket Padişah’ı korkutmuş, Mustafa Kemal Paşa’yı, Kâzım Karabekir Paşa’nın bu tehlikeli isteğini önlemek için oraya göndermişti. Mustafa Kemal Paşa, Şark kuvvetlerimizin umumî müfettişi olarak 1919 Nisanı’nda doğuya gönderildi. Benim ve herkesin Mustafa Kemal Paşa hakkındaki fikrimiz bu devrede şöyle ifade edilebilir: Çanakkale’de Anafartalar kahramanı, Padişah’ın Yâveri 31 ve harikulâde bir zekâ ve ihtirası olan bir insan diye tanınıyordu. Ben kendisini birkaç defa Babıâli’de görmüştüm. Şahsiyeti ve iradesi, inkâr edilemeyecek bir görünüşü vardı. Doğu Anadolu’ya, oradaki kuvvetleri yatıştırmaya gönderdiklerini işittiğim zaman ihtirası hakkındaki fikirlere hiç inanmadım. Türk’ün istiklâlini koruyacak bir vaziyet aldıktan sonra, Türk milletinin kendisine en büyük mevkii vereceğini tabiî görüyordum. Bütün dünyada kuvvetli bir tesir yapan ve yenilmiş milletlere biraz ümit veren Wilson Prensipleri bizde de büyük tesir yaptı ve İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazarlar ve avukatlar tarafından kuruldu. Galiplerin yenilen milletlere hiçbir taviz vermeyecekleri hissediliyordu. Taksim faciasına uğrayan Türkiye, tabiî olarak, dikkatini Wilson gibi hiçbir ülkeye göz dikmeyen adamın tarafına çevirdi. Gazete mümessilleri Vakit Matbaası’nda toplanarak Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra göndermeye karar verdiler. Bu muhtıranın esası: Amerika’nın Türkiye’ye evvelâ muayyen 32 bir zaman için barış temin etmesi, yani taarruzdan korunmasını sağlaması, aynı zamanda Türkiye’ye iktisadî yardımda bulunması, bu yıllar esnasında Türkiye’ye mütehassıslar 33 göndererek yeni bir rejim kurması ve iç kalkınmayı sağlamasından ibaretti. Cemiyet, 1918 yılı Kasım ayında kuruldu.

İki ay içinde de ortadan kalktı. Çünkü, Doğu Anadolu ta başlangıçtan beri bunun aleyhindeydi. Erzurum’da, 1919’da, Rusların Ermeni Generali Antranik, halkı göçe zorlayan kıtaller yaptırmıştı. Amerika’nın sadece bizim Ermenilere karşı daha önceden (ta Abdülhamid zamanından beri) yapmış olduğumuz kıtal ve tehcirlerden dolayı tamamen Ermeni taraftarı olduğu görülüyordu. Bundan dolayı, Doğu Anadolu, Amerika’yı tehlikeli görüyordu. Halkın Amerika’ya karşı bu devirdeki hislerini Erzurum Kongresi’ndeki 34 bir hadise ifade eder. Burada, Mustafa Kemal Paşa, Türk toprakları üzerinde gözü olmayan büyük bir devletin bize iktisadî, teknik ve siyasî yardım etmesi lüzumundan söz etmişti. O zaman İngiltere, Fransa, hatta İtalya da Türk topraklarını işgal etmiş bulunduklarından, bu teklifin Amerika’yı kastettiği hissediliyordu. Erzurum Kongresi’nde Doğu Anadolu’ yu temsil edenlerden biri ayağa kalkarak Mustafa Kemal Paşa’nın hangi devleti kastettiğini sormuştu. Siyasî meselelerde çok hassas olan Mustafa Kemal Paşa, Doğu Anadolu’nun Amerika’ya karşı hislerini sezdiği için hangi devleti kastettiğini söylememişti. Bütün bu karışık meseleler arasında bir de yetimhanelerdeki Türk çocukları meselesi vardı. Bu, feci bir vaziyet almaktaydı. Vaktiyle öldürülen Ermenilerin çocukları bazı Türk yetimevlerine götürülmüş, Müslüman ve Türk olarak kaydedilmişlerdi. Bunun bir misalini hatıralarımın birinci cildinde Ayin Tura Yetimevi’nde geçen bir hadise münasebetiyle anlatmıştım. Şimdi de Ermeniler aynı şeyi yapıyor, ana babaları öldürülen yahut göçe zorlanan Türk çocuklarını toplayarak Ermeni yetimevlerinde Ermeni çocuğu olarak kaydediyorlardı.

Bunlardan birincisi Ermeni Kilisesi’nin Kumkapı’da topladığı Türk çocuklarının bulunduğu yerdir. Bu durum karşısında Amerikalılar da Bebek’te Near East Relief Center (Yakın Doğu’ya Yardım Merkezi) adı altında bir müessese kurmuşlardı. Orada hangi çocukların Türk ve Müslüman, hangilerinin Ermeni olduğunu ayırt edeceklerdi. Çocuklara iyi muamele edilmesine rağmen birçok Türk çocuğu Ermeni olarak kaydedilmişti. Bu Bebek’teki müesseseyi tetkike Nakiye Hanım bizim tarafımızdan memur edilmişti. Fakat o da, Türk çocuklarının kayıtları harp esnasında yanmış yahut kaybolmuş olduğundan, bir şey yapmaya muvaffak olamayarak bu işten çekildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir