Halide Edip Adivar – Zeyno’nun Oglu

Zeyno; balkonun, kapısını açtı; bir eli kapının tokmağında, gözleri mavi Marmara’nın ortasında, güneşten uzanan altın tellerle pırıl pırıl yanan Adalar’a baktı. Islak topraklardan renksiz dumanlarla beraber keskin bir toprak kokusu yükseliyor, siyah, çıplak dallarda henüz kuruyamıyan su damlaları parlak, mavi birer boncuk gibi parlıyordu. Bir haftadan fazla süren yağmurlardan, rutubetten içinde paslı, kapanık ve sıkıntılı bir duygu belirmişti. Kocasına son hafta yazdığı mektubu, içinden biraz gülerek hatırladı ve tekrar etti. İstanbul’da, uzadığı pek seyrek görülen sislerden, soğuklardan o kadar sıkılmıştı ki, ne zaman balkonun kapısını açsa burnunu kaplı yan rutubet ve küf kokusunu mektubun tâ başına yazmıştı. Edebiyat sınıfına ödev hazırlıyan bir kız öğrenci gibi, sanki bahara dair şairane özlemlere kapılmış; «Diyarıbakırda şeftali ağaçları çiçek açtı mı? Erik ağaçları beyaz birer alev gibi parlıyan tomurcuklarına büründü mü? Güneş insanın beynini eritecek kadar sıcak ve ateşli mi? Ah bir defa güneye gelebil-sem, yazın açıkta uyuduğunuzu söylediğin yerlerde kafamdaki bu kalın duman dağılmaya kadar, beynim kafa tasımda eriyip bitinceye kadar, vücudumun derisi güneşten soyuluncıya kadar boylu boyuna yatacağım» demişti. Nihayet bugün İstanbul’da güneş çıkmıştı. Adalar’a, denize yarı mavi yarı kurşunî ovaya olanca saltanatiyle altın kanatlarını germişti; fakat hâlâ onun kalbinde toplanan kalın duman olduğu gibi duruyor, gökleri, toprakları yakan güneşin sıcaklığı derisinin arkasındaki nemli, karanlık benliğine iz sızmıyordu. Muhsin Bey gideli üç ay olmuştu. Bu sekiz aylık evlilik, beş ay gece gündüz başbaşa geçen bir hayat; Muhsin Beyin sözlerine göre, «ezelî balayı» ndan sonra ilk defa ayrılmışlardı. Her gün kendi hareketini belirtecek telgrafı bekliyordu. Yavaş yavaş kuru menekşe güllerinin dallarından kayıp kapının aralığından odaya dalan ve bir altın leke gibi yeşil halının üstüne yayılan güneşli noktaya çömeldi. Başı ellerinin içinde düşünmeğe çalıştı. Gerçi Zeyno tahakkuk eden her büyük emelin, tatmin edilen her tutkunun insanın bütün varlığında bıraktığı bıkkınlık ve tokluğun başladığını anlıyacak kadar kendi kendini henüz çözümlememişti. Bununla beraber duygularında bir körlük, genellikle hayata karşı içinde ilgisiz bir durgunluk vardı; ve Zeyno bundan şikâyetçi idi.


Ayrılalı üç ay olduğu halde o kadar sevdiği kocasını düşünmek bile artık fazla heyecan vermediğini seziyordu. Oysa, sekiz ay önce Muhsin Bey’in paltosunun biraz sert kumaşının temasından, mavi gözlerini sabit ve tatlı bir tatlılıkla kendisine çevirmesinden, kitap okurken, düşünürken kaşlarını kendine özgü bir biçimde çatışma kadar, ZEYNONUN OĞLU 7 teker teker her durumun her kişisel eşyasını lezzetli bir titreyiş ve hayretle hissediyordu. Bir yıl geçmeden o kadar sevdiği bu adam bile vaktiyle büyük bir zevkle ezberlediği bir kitaba benziyordu. Hâlâ çok seviyordu; fakat cümlelerin hattâ kelimelerin birbirlerini nasıl izlediğini bildiği için, artık okurken heyecan duymadığı, fakat ilk anlamına ulaştığı zamanki kendinden geçişin, saadetin hâtırasiyle saklamak istediği bir cilt eski şiir gibi, kabul ediyordu. Demek en büyük duyguların ve bağlantıların tabiatın mevsimleri gibi devreleri ve bu devrelerle ilgili biçimleri vardı. Zeyno güneşin altında bu çapraşık ve sıkıntılı felsefeyi yaparken, kendi kendine anlatamıyacağı kadar belirsiz ve tatmin edilmemiş bir emelin üzüntüsünü duyduğunu da itiraf ediyordu. Bu güneşli günde, çıplak ağaçlarda çiçek ve tomurcuk, kurşunî topraklarda yeşillik biterken bu gizli emelinin ne olduğunu seziyordu. Bunu sezerken olmayarak başında bir sıcaklık, yanaklarında iki ateş dalgası peyda oluyordu. Demek evlenmekten her ilkel kadın gibi, üstelik dişi hayvan gibi bir çocuk beklemişti. Sekiz ay önce o kadar coşkun ve heyecanlı geçen sevgi, farkına varmadan istediği çocuğu vermediği için ona kısır ve faydasız görünüyordu. Oysa genç kızken ne çocuklara fazla bağlı, ne de ayrıca hastalıklı bir hassasiyeti vardı. İradeli ve düşünceli huyunun aynı zamanda coşkun tutkulara yatkın olduğunu bilirse de ana olmak isteği gibi kadınların gündelik duygularından kendini şimdiye kadar uzak sanmıştı. Düşüncesi bu noktaya gelince birdenbire Azize’nin küçük kızını hatırladı. Acaba Viyana’dan gelmişler miydi? Acaba Hasan, kendisini ziyarete gelecek miydi? Çocuğuna karşı Hasan ne durum almıştı? Seviyor muydu? Bu düşünceler, Hasanla ortak olan geçmiş heyecanların bazılarını hafızasında parlattı, söndürdü. Hasanla macerası belki Muhsin Bey’in etkisiyle, belki Azize’nin acı akıbetiyle maziye ait anılar yığınına karışmıştı.

8 ZEYNONUN OĞLU Çömelmekten uğuşan dizlerini elleriyle ovarak kendi kendine: — Bu güneşli günde ben de neler düşünüyorum! dedi. Güneş siyah mürekkeple çizilmiş gibi keskin ve karanlık çizgilerle mavi sularda yükselen Adaların arkasına erguvan bir alev gibi düşüyordu. Hem güneşin çekilmesi, hem düşüncelerinin hararetsizligi onu birdenbire titretecek kadar üşüttü. Kapıya dayanarak kalktı. Başını çevirince Pervin’in, elinde bir zarfla geldiğini gördü. Zarfın üstündeki yazıyı hemen tanıdı. Hava, daha fazla soğumuş gibi sanki çenelerini zorla yerinde tutuyordu. — Hemen gel, odamdaki sobayı yak Pervin; öyle bir üşüyorum ki! dedi. Ayni günde Hasan, Bebek rıhtımının üstünde kızının arabasının başında duruyordu. Eski kalelerin tepelerinde yağmurdan sonra çıkıveren güneş bir altın ağ gibi Boğaziçi’nin saydam, beyaz sislerini sarmış, yeşil yamaçlarda, muhayyel mavi bir koridor gibi süzülen sularda, rıhtımın ötesinde berisindeki birikintilerde oynuyordu; fakat Hasan, Boğaziçi’ne değil kızına bakıyordu. Beyaz bir gül yaprağı gibi ince, ipek derili küçük yüzün henüz bir şey ifade etmiyen yüz organlarının arasında bakışlarının yönü belirsiz iki mavi çocuk gözü. Azize’nin çocuk dakikalarını hatırlatan parlaklıkla iki renkli su damlası gibi pırıldıyordu. Bu iki canlı nokta, onun oldukça sert ve maddî kalbinde Azize’nin hayalini yaşatıyordu. Karısı öldükten sonra, onun genç hayatında, sebebolduğu ıstıraptan dolayı duyduğu pişmanlıktan fazla olarak bir de ne kadar sevgi ve düşkünlük ile ona bağlı olduğunu anlamıştı. Bu anlayış, onu o kadar sarsmış, o kadar içten bir insan yapmıştı ki, ilk defa olarak Azize’nin ölümüne kadar içini kavuran gizli tutku ve aşkı şimdi yeri dağlanmış, kuvvetli bir uyuşturucu ile acısı dindirilmiş, eski bir yara gibi hissediyordu.

Viyana’dan döneli bir ay olmuştu ve izni üç hafta sonra bitiyordu. Bütün bu süreyi Azize’nin yalısının yanındaki ken- ZEYNONUN OĞLU 9 di küçük evinde, emir eriyle beraber yalnızlık içinde geçiriyordu. Zamanının büyük bir kısmı da kızının beşiği yanında, Azize’nin zulmünden sonra tamamen bağlandığı ihtiyar kayganasının odasında geçiyordu. Yemeklerini onunla yiyor, ikisi de kalblerinde dolaşan Azize’nin binbir hayalini birbirlerine söylemeğe cesaret edemiyerek, fakat garip bir duygu ile ortak ıstıraplarını düşünerek, durmadan yabancı konular konuşarak, karşı karşıya saatlerce oturuyorlardı. Hasan yalnız evine döndüğü zaman, minderin üstüne oturuyor, elektrikleri söndürüyor, karanlıkta çağlıyan sularla beraber uzun uzun düşünüyordu; ve ancak bu saatlerde Zeyno’-ya ait anılar uyanıyordu; fakat bu anılar ona şimdi başkasının imiş gibi geliyordu. Zeyno’ya karşı kalbindeki ateş tamamiy-len sönmüş müydü? Yoksa iradesinin büyük bir çabasiyle bir zaman için örtülmüş müydü? Bunu çözümlemeye hiç kalkış-mamıştı. Üstelik, İstanbul’a döndüğü zaman Muhsin Bey’in gittiğini öğrenmiş, Zeyno’nun da gidip gitmediğini soruşturmak için Erenköyün’e telefon bile etmemişti. Kendi evlenmesinden, Azize’nin varlığından daha fazla Muhsin Bey, onu Zeyno’dan uzaklaştırmıştı. Kendisinin Azize ile evlenişi için ısrar eden Zeyno’da şimdi sırf bir arkadaş niteliği ve fedakârlığından başka istekler, araçlar olduğunu anlıyordu. Bütün büyük acıların buhran devrinden sonra gelen ve kısa süren manevî kırıklık ve bezginlik zaman zaman ortadan kalktıkça, yaşama isteğiyle beraber Zeyno’nun gücü de uyandığını büyük bir isyanla duyduğu anlar oluyordu. Her halde kalbinin Zeyno’ya dönüşü ihtimalinden kendini korumak için her şeyi yapmağa razıydı. Hayatında, bundan sonra, kadın olması ihtimalini düşünse bile, mutlak onu geçici ve anlamsız bir eğlence diye hayal etmek istiyordu. Diyarbakır’a dönüşü için hazırlanırken orada Zeyno’ya karşı durumunu da karar-laştırıyordu: Saygı duyduğu bir kumandanın karısı! Gerçi Zeyno’nun Azize ile dostluğunu, eskiden tanıştıklarını inkâr etmek belki kabil değildi; fakat Zeyno’nun en çok bir dost avunduran bir kadın sıfatiyle kalbine yine sızmasından korkuyordu. Istırap günleri, onda duygu ortaklıklariyle kendisine yak- 10 ZEYNONUN OĞLU laşan insanlara karşı bir zâf uyandırmıştı. Yanaklarında gözyaşları izlerini taşıyan beyaz saçlı ihtiyar halasına ihtiyacı o kadar büyüktü ki, ondan uzaklaşınca Azize’nin ölümüne kendi gibi yanan bir kadın kalbine karşı istemiyerek yönelecekti.

Hem o kadın kalbi Zeyno olursa, ne kadar zor olacaktı. O halde!… O halde Zeyno’ya kendisinin Azize için tuttuğu yası göstermiyecekti. Sert, çabuk unutan, kayıtsız bir asker durumu alacaktı. — Ne var Mehmet? — Telgraf, efendim! Kaynanasına, her zamanki gibi akşam yemeğine gidiyordu. Telgrafı aldı. Cebine koydu. Okuyabilmek için kapıdaki ışık yeter değildi, sonra açacaktı. Fakat kaynanasını küçük Muazzezle o kadar tatlı tatlı uğraşır buldu ki kendi de telgrafı unutarak onların oyunlarına dostça katıldı. Küçüğü dizlerinin üstüne yatırıyor, çenesinin altını yavaşça gıdıklıyor, onun bebek kahkahasını büyük bir zevkle dinliyordu. — A Hasan, çocuk gıdıklanmaz, ne yapıyorsun? — Halacığım, çapkın öyle bir zevkleniyor ki… — Öyle ama yavru katılır; ciğerleri onun su gibi bir şey. Sen yine anahtarlarını çıkar, salla, eğlendir. Hasan cebinden anahtarlarını çıkarırken telgraf da rasgele yere düştü ve çocuğu büyük annesine verdikten sonra köşedeki elektrik ışığı altına gitti, telgrafı açtı. İhtiyar kadın, Ha-san’m arkası dönük, gözleri telgrafın üstünde uzun süre kalmasını merak bile etmedi. Yalnız odadan çıkarken seslendi:— Ben Muazzez’i dadısına vereceğim, artık yatmak zamanı geldi. Hemen inerim, yemek yeriz, olmaz mı? Hasan, Zeyno ile ilgili her şeyi kafasında hesaplamış olduğu kanısındaydı.

Muhsin Bey’in telgrafını okuyunca hiç hesaba almadığı yeni ve karışık bir durum meydana çıktığını tuhaf bir heyecanla sezdi. Şimdi ne yapacaktı? Önce, istanbul’da Zeyno ile görüşmek, gezi için uzun uzun anlaşmak gerekti. Sonra binbir ihtimaller dolu, o uzun gezi vardı. Muhsin Bey’in yanında, yabancı bir memlekette Zeyno’yu «komutanın karı- ZEYNONUN OĞLU 11 sı» rolünde bütün ayrmtılariyle biliyordu; kendisi de komutanın yanında her hangi bir subay olarak ona karşı alacağı durumu biliyordu. Fakat bu yol? Ne kadar uzun! Uzun düşündüğünü unuttuğu ve düşüncelerinin yönünü kaybettiği bir anda yemeğe çağırdılar. Hasan’ın uzun sessizliğine alışık olan kaynanası sofrada da onu düşünceleriyle başbaşa bıraktı. Sofradan kalkınca çocuğun odasına sığındı. Bu garip heyecanı, muhayyilesinin yeni kalb serüvenlerini bekliyen içliliğini geçirse evine dönecek, bu telgrafla meydana çıkan yeni meseleyi kolaylıkla çözecekti. Ninni sesini henüz koridorda iken duydu. Küçük Muazzez dadısı Safiye ile beraber vaktiyle Azize’nin yattığı odada yatıyordu. Kapıyı açınca ninni ile beraber loş bir köşede düzenli bir ahenkle sallanan salıncağın tatlı gıcırtısını da duydu. Aynı loş köşede beyaz geceliği, arkasına salıverdiği iki örgü saçiyle salıncaklı bir sandalyede Safiye dadı oturmuş, biraz kalın, fakat bile bile alçalttığı ve tatlılaştırdığı bir sesle ninni söylüyordu: Hu hu dervişler, Hak yoluna durmuşlar, Kırk fırın ekmek yemişler, Daha var mı demişler! Hasan’m orasından burasından işittiği bu eski güzel ninninin bin nazla, bin okşayışla uzıyan ezgileri, doğrusu, heyecanlı olan kalbini titretti. Bir yıl önce, bu beşiğin yerinde bir yatak vardı, orada bir çocuk kadar zayıf sarışın bir kız, ipek kollarını Hasan’m boynuna atmış ağlıyordu. Bir yıl önce, o kollar onu kendi kalbinin emelinden ayıran, hasrete, ıstıraba bağ-lıyan iki zincirdi. Şimdi o zincirler tekrar gelse, burada boynunu değil, canını sonsuz olarak bağlasa, ne kadar mutlu olacaktı.

Bu kalın ses yerine o küçük, ince ses bu ezelî ninniyi kandilin loş gölgesinde söylese, bir daha hayatta çapraşık, sı- 12 ZEYNONUN OĞLU kmtılı sevdalar, heyecanlar aramıyacak, bu beşikle o sesin durgunluğunda dinlenecekti. Ayaklarının ucuna basarak beşiğin yanma geldi

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir