Halim Bahadır – Gördüm, Dokundum Ve Sevdim

Kasım ayının ilk günleri. İstanbul’da yağmur yoktu. Hava ılıktı. Gece yarısını çoktan geride bırakmıştık biz dışarıda gezinen sarhoş, aylak, evsiz ve köpek takımı. Kediler bizden daha akıllıydı. Sığınacak bir yerler bulmayı akıl edebilmişlerdi. Karım iyi biriydi. Benim için şanstı bile diyebilirim. Ancak ben evlilik için tanrının kutsadığı bir evliya değildim. Bir kadının sevgisinin sırtıma yükleyeceğine emin olduğum vicdan baskısını taşıyabilecek kadar güçlü değildim. O ağır sorumluluğu kaldırmak, dayatılan birtakım kurallara boyun eğmek, beni ben yapan ne varsa ayaklarımın altında çiğnenmesi demek olacaktı. Bunun farkındaydım. Zaten buna göre de davranıyordum. Karım da farkındaydı vaziyetin. Bu da işime geliyordu elbette.


Benimle savaşmaktan yorulup beni olduğum gibi kabul etmesi, etmese bile en azından tepeme binmeye kalkmaması soluk aldırıyordu bana. Mutsuzum, bir büyük boşlukla boğuşuyorum ve sarhoşum. Benim gibi gece sarhoşlarına aldırmadan sallana salla-na yürüyüp gidiyorum. Arkamdan gelen birkaç kişinin yürüyüşümle ilgili bir şeyler söylediğim duyuyorum; ama, hiç de umursamadan geçip gidiyorum gecenin kalbine doğru. Ayaklarım birbirine dolaşıyor, dilim şişiyor ağzımda sanki. Bir ıslık tutturmak istiyorum, olmuyor. Kendi kendime rezil kepaze oluyorum. Bir yandan da nasihat çekiyorum kendime. Ulan daltaban, ne vardı bu kadar içecek sanki! Canını yolda mı buldun! Peki şu anda neredesin? Saat kaç? Birileri gelip kıçını şişlerse ne yapacaksın? Yahu sen evli bir adamsın. Evinde karın çocuğun var. Evine git, evine. Git ve yat, dinlen. Sabah iyi bir kahvaltı yap, evinin, karının kıymetini bil. Tamam, tamam, gideceğim eve. Ancak baksana tependeki şu aya.

Ne kadar hoş, sihirli. Hadi bir kıyak daha yap kendine. Şu cebindeki birayı da yudumla çimenin üzerinde, ondan sonra gidersin. Kendime çektiğim kıyağın gereğini yerine getiriyorum. Birayı açıyorum. İlk yudumları ne kadar da iyi geliyor meretin. Hareketlerim ağırlaşıyor; ama, birayı bitiriyorum yine de. Yemyeşil çimlere sırtüstü yatıyorum. Bakışlarım bulanık. Ayı seyrederken ıslık çalmaya çalışıyorum. Bu kez oluyor. Sonra birkaç kez ayağa kalkmayı deniyorum; ama, nafile. Ben sarhoşum ya, bütün dünya da sarhoş, her şey kendi etrafında dönmek üzere harekete geçmiş. Yatıyorum. Hayallere dalmış aya bakarken, çok uzaklardan geldiğini sandığım ayak sesleriyle kendime gelir gibi oluyorum.

Yanılmıyorum. Resmi üniformalı iki tip yaklaşıyor yanıma. İmdaaaat diyorum içimden. Polisler. Ben sırtüstü yatmışım çimlere. Onlar ayakta. Ben tekim. Onlar iki kişi. Yalnızız. Sabaha birkaç saat kalmış. Bellerinde cop ve tabanca-lan var. Ben sarhoşum, onlar ayık. Onlar devlet, ben vatandaşım. “Ne yapıyorsun burada?” Tam “Eşek boku yemeye çalışıyorum memur bey,” diyeceğim geliyor; ama, sözünü ettiğim koşullar kendimi tutmam gerektiğini hatırlatıyor bana. “Çimene yatmış ayı seyrediyorum,” demekle idare ediyorum işi.

“Bu saatte mi?” “Saat kaç memur bey?” Fosforlu olduğunu sandığım saatine bakıyor memur bey. “Üç.” “Yahu,” diyorum, “sabaha birkaç saat kalmış be!” Yeni bir soru öbür memur beyden: “Senin evin var mı?” “Var.” “Peki neden evinde değilsin?” Hımmmm. “Karımla papazım. İçki içtim ve ayı seyretmek için buraya geldim.” “Yahu kardeşim. İti var, köpeği var, bu anasını .iktiğim şehirde. Burada yatmak iş mi şimdi?” “Siz varsınız ya memur bey. Size güvenerek yatıyorum burada. Hem kim ne yapacak bana ki?” “Ulan daha az önce iki bıçakçı ibneyi enseledik biraz aşağıda.” “Desenize kelle koltukta yatmışız buraya.” “Evin yakın mı?” “Yakın yakın. Üç yüz metre bile çekmez buradan.

” “O zaman doğru eve git.” “Gidemem.” “Allah Allaaaaahhh. Niye gidemezmişsin?” “Ayakta duramıyorum da ondan memur bey.” 10 “Haaaa. Ulan söylesene. O kadar sarhoş musun?” “Eh biraz. Yani ayakta duramayacak kadar. Ama yerde yatarken her şey çok iyi.” “Ne iş yaparsın sen?” Şöyle bir doğrulmaya çalışıyorum. Ne de olsa ayağa kalkamayacak bir gece yarısı sarhoşu olarak polislere gazeteci olduğumu söyleyemezdim. Neyse “Gazeteciyim” diyorum. Adamlar gülüyor. “Hangi gazete?” gibi entelektüel düzeyi yüksek sorularına yanıt vermiyorum. Üstelemiyorlar da zaten.

“Sizi (bir anda siz olup çıkıyorum) evinize götüreceğiz. Ayağa kalkmaya çalışın.” Bir-iki hamle yapıyorum, ancak başaramıyorum. “Yardım ederseniz kalkabilirim memur bey,” diyorum. Memur beyler yardım ediyorlar. Yetenekli bir adamım ya, evin yolunu bulmakta güçlük çekmiyorum. Her sendeleyişim-de onlara tutunarak evin yakınına kadar yürümeyi başarıyo-rum. “Tamam burası,” diyorum eve yirmi-otuz metre kala. “İyi,” diyorlar, “gidebilirsiniz artık, değil mi?” “Gidebilirim,” diyorum ve teşekkür ediyorum adamlara. “Bir daha dikkat et,” diyerek yürüyüp gidiyorlar, kıkırdayarak. İnsan bir derdi başına almayı başardığında, diğeri mutlaka sıraya girmiş olur. Biri, oturduğum apartmanın kapısının önüne postu atmış olan kocaman bir köpek. Diğeri ise köpeği aştığımda fena halde fırça yiyeceğimden emin olduğum karım. Polisler çekip gidiyor, artık evimin önündeyim. Kaldırıma oturuyorum.

Bir cigara yakıyorum. Sevdiğim bir şarkının sözlerini mırıldanmaya başlıyorum. İki plan yapmak zorunda olduğumu düşünüyorum. Biri köpekle ilgili. İkincisi ise, eve varabilirsem, karımı ikna edecek kadar iyi bir yalan bulmalıyım. Ve bu yalan öyle olmalı ki, gerçeğin hemen yanı başında durmalı. Bir anda rahatlıyorum. Sarhoş değilim artık, sadece içkiliyim. Kendimi iyi hissediyorum. Ayağa kalkarak kapıya yö-neliyorum. Aynı anda köpek de hazırlanıyor. Kıçını yerden kaldırmadan iki ayağının üzerinde doğruluyor. Hııırrrrr gibilerden bir ses çıkararak gözlerimin içine bakıyor. Mesajını alıyorum. Kapıdan girmek kolay olmayacak.

Geri çekilip yeni bir deneme daha yapıyorum. Bu kez hıııurrr daha bir gür çıkıyor. Köpek öfkeleniyor. Yine geri çekiliyorum. Köpeğin karşısına oturarak içkili olduğumu, polislerle başımın derde girmesine ramak kaldığını, eve geç kaldığımı, karımdan zılgıt yiyeceğimi, eve ne kadar erken gidersem benim için o kadar iyi olacağını anlatmaya çalışıyorum. Sağ olsun dinliyor beni. Üçüncü 11 hamlemi yaptığımda sadece dinlemekle kaldığını anlıyorum. Başka bir çare bulmam gerek. Rakıyla karışık biranın demlendirdiği bakışlarımı çevremde şöyle bir gezdiriyorum. Tamam, şimdi yaktım ulan seni köpek efendi. Caddenin karşısındaki inşaata yöneliyorum. İki metreye yakın boyuyla orta halli bir kalas yerde uzanmış yatıyor. Kalasa şefkatle yaklaşıyorum. İki elimle kavrayıp arkama 12 bakıyorum. Başına geleceklerden habersiz köpek hâlâ kapının önünde bekliyor.

Gerçi kafasına koca kalası indirecek değilim elbet; ama, bunu bilmesi işime gelmez. Amacım üzüm yemekti, korkutacaktım keratayı. Elimde kalas ağır adımlarla kapıya yaklaşıyor, sertçe yere vuruyorum. Köpek şöyle bir irkiliyor. Beni ve kalası aşağılayıcı bakışlarla uzun uzun süzüyor. Sonra yerinden ağır ağır doğruluyor. Uç-dört metre kadar öteye giderek bakışları üzerimde beklemeye başlıyor. Gözümü ondan ayırmadan kapıyı açarak koca kalasla apartmana dalıyorum. İlk raundu çok da zorlanmadan aldığım için kendimi kutluyorum. Bezgin adımlarla çıkıyorum merdivenleri. Kapı deyip geçmeyeceksiniz diye düşünüyorum. Kapı vardır sizden yanadır, kapı vardır adamın ocağına incir ağacı diker. Bizim kapı ikinci türdendi. Menteşelerini yağlamaya üşendiğimden, bunun nedeni bendim. Eve sessizce süzülmek isterken çıkardığı gürültü, başıma çorabı örüyor.

Uç-beş saniye sonra karım yarı çıplak karşımda bitiyor. Gelip sarılıyor bana. Yüzünde öfkeden eser göremiyorum. Bakışları hesap sormuyor. Sesi tatlı. Allah Allah… “Erken gelmişsin!” diyor, yüz hatlarına sinmiş hoş bir gülümseme eşliğinde. “Öyle mi?” diyorum. Elimden tutuyor ve “Hadi öteki yatağa geçelim,” diyor. Kabul etmemek hata olurdu. Hem kavga çıkmayacak, hem de her daim ihtiyacım olduğunu adım gibi bildiğim şefkati alacaktım. Sessizce sevişiyoruz. Tek sözcük çıkmıyor ikimizin de ağzından. Sonra kalkıp iki yıldan beri çocuğumla yattığı yatağa geçiyor. Olan bitene bir anlam vermeye çalışıyorum bir süre. Karşımda bir kadın vardı.

Ve beş yıl önce evlendiğim karımdı. Ama yine de işin içinden çıkamıyorum. Düşünecek çok zamanım var nasıl olsa diye söyleniyorum içimden ve uyumak için, iyi bir ters adam olarak, koyun yerine keçi saymaya başlıyorum. Vaziyet açıktı oysa. Ama bende bunu anlayacak kafa yoktu o sırada. Mutsuzdum, hiçbir şey tatmin etmiyordu beni. Hayatla dansta Azrail’in ayağına basmıştım. İkinci karım da çocuğumla birlikte beni terk edecekti. 13 * * * Yanılmama imkân yoktu. Karım, bir ay sonra bir gece yarısı sitemlerini ardı ardına sıralayıp bir o kadar da nasihat bombardımanının ardından terk etti beni. Zaten çok şey iyi gitmiyordu hayatımda. Üstüne bir de ayrılık binmişti. Ve her şeyden önemlisi, ikinci çocuğum da yanımda olmayacaktı artık. Ayrılık kararının tebliğ edilmelinin ardından koltuğa uzanıp gözlerimi tavana dikerek düşünüyorum. Yine yalnızdım.

Yine özgürdüm. “Bu saate kadar neredeydin” bakışları karşısında mazeret arama çabası olmayacaktı artık. Evime istediğim saatte gelip gidebilecektim. Ama, eskiden olduğu gibi her ne yaparsam yapayım gülen bir yüz değil, yalnızlığın ta kendisi karşılaya- 14 çaktı beni kapıda. İstediğim kadınla birlikte olma şansını elde etmiştim yeniden. Onların her renkten gözlerinin içine bakabilecek, renkli geceler geçirebilecektim. Ama sevmeyi başaramayacağım, güvenemeyeceğim, kendime hep yabancı tutacağım bu kadınlarla başetmek zorunda kalacak, mutsuz olacaktım. Sorumsuzluğun doruklarında gezinebilecektim, evime günlerce uğramasam da sorun olmayacaktı. Ama, berbat geçen gecelerin sabahında bir gömleği bile ütülemekten aciz bir adam olarak bulacaktım kendimi. Dostlarıma daha çok zaman ayırabilecektim. Ama onların sorumluluklarıyla baş başa kaldıklarında benden uzaklaşmak zorunda olacakları gerçeği karşısında öfkelenecek, inci-necektim. Bir kadının sırtıma yükleyeceği ağır yükten kurtulmuştum. Ama, onunla birlikte gerçek bir sırdaş ve güvenebileceğim bir dosttan da olmuştum. Yepyeni başlangıçlara hazır bulacaktım kendimi. Ama onca yıpranmışlığın üzerine yeni bir şey inşa etmenin güçlüğü karşısında ne yapacağımı şaşıracaktım.

Hayat ne veriyorsa karşılığını alıyordu insandan ve bazen ağır ödeniyordu özgürlüğün bedeli. Zaten onca şeyi kaybettikten sonra başıma geleceklerin çok da önemi yoktu. Bırakmaya çalışıyorum kendimi olayların akışına…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir