Hamdi Koç – Çiçeklerin Tanrısı

Böyle devam edemeyeceğim, diye düşündüm. Durmak zorundayım. Devam edersem bir hata yapacağım, öleceğiz. Işıkları net göremiyordum, o yüzden. Önümdeki ışıkları takip edebiliyordum, uzaklaştıklarını, yavaşladıklarını, çok yaklaştıklarım, ansızın daha karanlık bir deliğe dalıp kaybolduklarını, hızla karanlıktan çıkıp karşıya geçerek tekrar karanlığa karıştıklarını görebiliyordum. Ama net göremiyordum. Bulanık ve bir arada ve çok geç görüyordum. Bazen hepsi birleşip büyük, hareketli ışıklar kalabalığı yaratıyorlardı başımın çevresinde, bir delirmeme oyununda dayanıklılığımı ölçmeye çalışır gibi. Dayanamadım. Yavaşladım. Çevrede ışıksız bir boşluk aradım, ışıkların sızamayacağı, bizi farkedemeyeceği bir karanlık. Deniz sol tarafıınızdaydı, yavaşça o tarafa döndüm. Camdaki yağmur damlalarında asılı kalan oynak ışık noktalarının saklamaya çalıştığı iki ağaç arasında bir boşluk gördüm ve oraya sığındım, durdum. Farları kapattım. Karanlık büyüdü; hareketsiz ve yalnız kaldı.


‘Başım dönüyor,’ dedim. ‘Biraz dinlenelim.’ Durumumu açıklama ihtiyacı duymuştum, gece sohbeti ya da araba seksi için durdum sanmasın diye. Temiz hava almak için camı araladım. Arkaya yaslanıp gözlerimi yumdum ve dilediği gibi, bıkıncaya kadar dönsün, bitsin diye başımı rahat bıraktım. Acelemiz yoktu, nasılsa. Nasılsa bundan sonra bütün zaman bize aitti, bundan sonra hep beraber olacaktık. Öyle demişti, bir iki saat önce. O yüzden, ölmemeliydik. Lale elimi tuttu. Küçük, ince, yumuşak elini elimde serin 9 ve canlı hissettim. Benimse her tarafım alev alev yanıyordu, o kadar ki sıcaklığımdan az sonra eli terlemeye başladı. Öyle şeylerden nefret ederdi, el terlemesinden, burundan soluk alıp verirken ses çıkmasından ve daha birçok başka vücut defosundan. Benim elim terliyor sanıp da benden nefret etmesin diye elimi çekip kaloriferi kapattım. Kontağı da kapattım.

Radyoyu açtım. Gece, yağmur ve müzik. ‘Çok mu kötüsün?’ dedi Lale. ‘Çok değil,’ dedim. ‘Geçer şimdi. Beş on dakika. Hızlı içtim, o yüzden.’ Tekrar elimi tuttu. ‘Benim yüzümden,’ dedi. ‘Çok şey anlattım. Seni üzdüm.’ ‘Senin yüzünden,’ dedim. ‘Ama üzüntüden değil.’ İçmek için üzülmeye ya da sevinmeye ihtiyacım yoktu. Sadece içki olması ve içkinin içilebileceği bir yer olması benim için yeterliydi; içki ya da yer bitinceye kadar içebilirdim, içerdim de.

O akşam ve o gece boyunca da içmiştim. Şimdi başım dönüyordu çünkü az konuşmak zorunda kalmış, konuşmayınca da hızlı hızlı içmiştim. Her gününe yabancı olduğum bensiz bir ori yılın mutsuzluğunu uzun uzun anlatan bir kadının karşısında yemek yemek sinir bozucu hatta mide bulandırıcı olabileceği için yemek de yiyememiştim. ‘Sen anlat, ben seni dinliyorum,’ diyemezdim ya başımı tabağa gömüp. Ama gözlerine bakarak içebilirdim. İçmiştim de. O yüzden, hep o yüzden. İnsan bir kadının gözlerine bakarak içki içmemeli. Üzüntü ve sevinç: Lale kalbin sarkacının hala o iki uç arasında salındığını sanıyordu. Benim artık üzülmeyen, sevinmeyen bir adam olduğumu, üzülemeyecek, sevinemeyecek kadar çok içen bir adam olduğumu farkedemiyordu. Hele Lale beni hiç üzernezdi, ama öte yandan üzebileceğini düşünmesinde de bir sakınca yoktu. Ona kendimi anlatacak değildim. Ben değiştim, diyecek değildim. O demişti. ‘Değiştim,’ demişti uzun öyküsünün başlarında bir yerde.

Eskiden, yani o ‘değişmeden’ önce, yine birbirimize aşıkken, daha doğrusu ben ona aşıkken, çok aşıkken, ben hala kolay üzülebilir, kolay sevinebilir bir genç adamken bana ne üzüntüler, ne acılar yaşattığını hafif . ama geçmeyeceğini bildiğim bir burukluk içinde hahrladım. 10 ‘Sana çok haksızlık ettim, biliyorum,’ demişti. ‘Ama artık değiştim. Artık o eski küçük fahişe değilim. Artık sevmeyi öğrendim.’ Karşı kıyıda, Kuzguncuk filan olması gereken bir yerde, kıyıya yakın, ya da kıyıya yakın ve yaklaşılmaması gereken birşeye yakın bir deniz feneri vardı. Daha doğrusu deniz feneri gibi çalışan birşey, yanıp sönen kırmızı ışığıyla. Işıklı şamandıra, böyle deniyor olmalı. Deniz feneri büyük olur . çünkü, uzak olur, uğultulu olur, yalnız, hem de çok yalnız olur. İçinde bir adam yaşar, yaşlı bir adam, yaşlı olması şart çünkü genç bir adam yalnızlığın ve yalnızlığa bağlılığın ne olduğunu bilmez ben değilse, kayalıkların tepesinde, kendisine yaklaşabilecek herkesi kovmak için hayatını harcamayı kabul etmez. Ben buradayım, benden uzak durun, demez. Çünkü hayatı değerlidir; hayatından birşey yapabileceğini sanır, zaman içinde, ileride, fırsat verilince, mutlaka. Camı sonuna kadar açtım.

Açar açmaz da buz gibi bir hava buz gibi yağmur damlalarıyla içeri hücum edip aklımızı sarstı. İçerisi, küçük sıcak dünyamız, mutlu ama buruk dünyamız bir anda alt üst oldu: açık kültablasından küller havalandı, radyonun sesi rüzgara ve dalgalara karışıp gitti, Lale ‘Ne yaptın?’ diye küçük bir çığlık attı, elini elimden çekip kendi kendine sarıldı, başını öte yana çevirdi, saçları benden uzağa uçuştu. Özür dileyip camı kapattım. ‘Hava almam lazım,’ dedim ve kapıyı açıp dışarı çıktım. Kapıyı arkamdan kapayıncaya kadar aynı sarsıntı içeride bir kez daha yaşandı. Bana kızmıştır. Ama gerçekten havaya ihtiyacım vardı. Derin soluklar aldım. Aslında midem de bulanıyordu; azıcık öne doğru eğilsem kusacaktım. Ama onun önünde kusmak istemezdim. Kusmuş birini kimse öpmek istemez, hiç olmazsa aradan bir gün geçmeden, ne kadar özlemiş olursa olsun. Böyle birşey olsun istemezdim. Her an öpülebilir ve öpebilir durumda olmak zorundaydım. Kendimi tuttum. Yüzümü sert yağmura, daha da sert 1 rüzgara verip bekledim.

Hızla ıslanıyordum. Deniz feneri ya da deniz feneri gibi çalışan şey daha uzakta ve daha güçsüz görünüyordu. Belki yağmur artmıştı da ondan. Belki sis, pus, zehirli 11 gazlar, sokak arası sobalarının dumanı, gece çiçeklerinin tozları, ölülerin külleri havayı kalınlaştırmıştı da ondan. Bir yerlerden bir sis düdüğü duydum. Canavar düdüğü. Kim uydurduysa iyi uydurmuş. Demek bu saatte denizde yol almaya çalışan körler var ve canavar, korksunlar, yolların kapalı olduğunu anlasınlar diye. Aklı olan, ölmek istemeyen kenara çeker, benim gibi. Derin soluklar aldım, verdim, hava burun deliklerimi ıslatmaya başlayana kadar. Bu gece aşkımızı canlandıracağız. Canlan! diyeceğiz ve canlanacak, yapraklarını açıp bizi saracak. On yılda bir açan bir seks çiçeği, aşkımız. Açacak. Ama akan bir burunla olmaz.

Burnu akan biriyle kimse öpüşmek istemez. Ne de oral seks yaptırır, hatta. Geri döndüm. Lale sabırla beni bekliyordu. ‘İyi misin?’ dedi, yüzüme doğru eğilip. İyi kız. Halden anlıyor. ‘Daha iyiyim,’ dedim. Değildim. Yani daha iyiydim ama yeterince iyi değildim. Şimdi bir de geri geri yola çıkmayı gözüm yemiyordu. Arka camdan da birşey görünmüyordu üstelik. Arka cam ısıtıcısı bozuktu; sigortası atmıştı; gönderip değiştirtmeyi unutmuştum. Arka stop lambalarından biri de, galiba, yanmıyordu, ne zamandır. Bunları düşününce iyice moralim bozuldu.

En iyisi vazgeçmek, herşeyi Lale’ ye bırakmaktı. Bırakayım ne yaparsa yapsın. ‘İstersen sen kullan,’ dedim. ‘Ben kendime hiç güven vermiyorum. Sen daha iyi görünüyorsun. Hadi, kurtar bizi buradan. Eskiden de sen sürerdin.’ Lale itiraz etmedi. El freninin üstünden benim yerimi almaya çalışırken ben tekrar inip arabanın önünden dolaştım, onun koltuğuna geçtim. Orası daha rahattı, ne de olsa kadınların oturduğu koltuktu. Koltukta uzandım. Lale motoru çalıştırdı. Allahtan sileceklerim çalışıyordu. Deniz feneri görünmez olmuştu. Hava kendini tümüyle kapatmıştı demek.

Tam zamanında gidiyorduk. Lale kolunu benim koltuğuma atıp arabayı ağır ağır yola çıkardı; ne arka camdan, ne de stop lambasından şikayet etti. Usta şöfördü kadın; düze çıkmayı, elindekilerle en iyisini yapmayı biliyordu. 12 ‘Nereye gidiyoruz?’ dedi, yumuşak bir hareketle vites değiştirirken. ‘Nereye istersen,’ dedim. ‘Götür bizi buradan.’ Arabayı ben sürüyor olsam onu evime götürürdüm. Ama şimdi ona evimi tarif edecek halde değildim. Hem o kadar sık ev değiştiriyordum ki, bazen, çok içtiğim zamanlar, evimin nerede olduğunu hatırlamakta güçlük çekiyordum. Öyle zamanlarda evim hala, bütün gençliğimin geçtiği, Lale’nin birçok öğleden sonra konuğum olduğu Bebek’teki evmiş gibi geliyordu, birçok öğleden sonra da söz vermiş olmasına rağmen gelmediği, gelmiyorum diye telefon bile açmadan beni caddeye ve Boğaz’ a bakan penceresinde saatlerce beklettiği, geceler boyu, herkes uyuduktan, geceden çekildikten sonra, masamda oturup ona, ertesi sabah küskün bir aceleyle, sanki ona son şans tanıyışımmış gibi, okulda eline sıkıştırmak, kitabının arasına sokuvermek ya da eğer okula gelmezse telefonda okumak üzere, bana o kadar acı çektirmemesi için, beni sevmesi için, aşkımın ne kadar ayrıcalıklı olduğunu anlaması için yalvaran mektuplar, ağlayan iğrenç şiirler yazdığım ev; öyle zamanlarda, hatta bazen sadece dalgınken, sadece hatırlarken, düşünürken, kendimi hala o evde yaşıyor sanıyordum, Lale o gün, o öğleden sonra sözünde duracak, gelecek, beni sevecek sanıyordum. Lale bilmiyor, ama uzun yıllar öyle sandım, hep onunla randevum varmış gibi geldi. O okulu bırakıp çalışmaya başladıktan, benden daha da uzaklaştıktan, sonra babasının evinden ayrılıp işyerindeki bir adamla birlikte yaşamaya başladıktan ve hayatımdan büsbütün çıkıp gittikten sonra bile; birkaç yıl sonra bir barda rastladığım eski bir arkadaştan onun ‘tipsiz’ bir adamla evlendiğini duyduktan sonra bile; birkaç yıl sonra bir barda rastladığım aynı eski arkadaştan onun hala o tipsiz adamla evli olduğunu ve gayet iyi anlaşıyor göründüklerini duyduktan sonra bile. Öyle sanmaya devam ettim. Ama gelmedi. Sonra dayanamadım; Lale gelecek diye başka hiç kimsenin gelip gitmediği, başka hiçbir şeyin de olmadığı bir evde yaşamak ölüme yakın bir yaşantı olmaya başladı.

Ölmek istemediğimi biliyordum. İnsan ölmek istemez. Kalıp, geride kalıp, hatırlamak ister. Evden ayrıldım; ve ayrılış o ayrılış; dört yılda yirmi, belki daha fazla ev değiştirdiğimi tahmin 13 ediyorum. Bir keresinde aynı apartmanda bir üst kata, bir keresinde tam karşı apartmandaki bir daireye, hatta bir keresinde de çıktığım eve iki hafta sonra geri taşınmıştım. Hiç, öylesine, sebepsiz, ya da kendime değil de beni anlamaya çalışan nakliyeciye türlü sebepler uydurarak, oranın manzarası daha iyi, gibi, o bina daha yeni ya da daha çok güneş alıyor ya da kapıcısı çok iyi adam ya da yakıt masrafı daha az ya da banyosunda jakuzi var, gibi. Ne bileyim, olmadı, bir daha hiçbir eve yerleşemedim, hiçbir evi evim yapamadım, hiçbir evde rahat edemedim. Her evden diğerine taşınırken hep daha az eşyayla taşındım; birşeyler hep gözüme battı, lüzumsuz geldi, kaldırıp attım. Şimdi evim, her nerede ise, düşünürsem hatırlarım, bir yazı masası, Lale’ye yazdığım aynı masa, aynı koltuk, aynı tek kişilik yatak, bir tv, ufak bir kısa dalga radyosu, okunup atılmayı bekleyen birkaç kitap, bir küçük buzdolabı, birkaç içki kadehi ve bir kahve makinesi, hepsi o kadar. Ha! Bir de çamaşır makinem var. Evimin halini görse çok eğlenirdi Lale, evimin semtten semte uzun tükeniş yolculuğunu rninimalist bir tercih sanırdı. İyi ki arabayı ben sürmüyordum. ‘Artık önümüz açıktı. Artık önümüzde gözden çıkarılmış tipsiz bir enişteden başka hiçbir engel yoktu. O da şimdi zaten seyahate gitmişti ve bir haftadan önce dönmezdi.

Dönse, yolumuza çıksa da ezer geçerdi Lale, nasılsa. Bu yolda, bu havada fren yapmayacak kadar tecrübeliydi, ne de olsa. Çok güzel araba sürüyor bu kadın, diye düşündüm keyifle. Koltuğu arkaya yatırıp bacaklarımı iyice uzattım. Kayarcasına gidiyorduk. Sanki arabanın yelkenleri bizim tarafımızı tutan vefalı bir dişitanrının üflediği tatlı bir rüzgarla şişmiş, götürüyordu bizi deniz fenerlerinin arasından. Uzandığımı görünce Lale mutlu olduğumu, kendimi emniyette hissettiğimi düşündü; bir elini direksiyondan çekip elimi tuttu ve, korkmadan mutlu olabilirsin, bana güvenebilirsin, der gibi sıktı; sonra elimi kucağına aldı ve güzel yüzü ışıktan ışığa süzülerek, gözü sakince yolda, arada bir kısaca bende, baş parmağıyla usul usul elimi okşayarak mutlu ve güvenli bir çocukmuşum gibi uyumaya hazırladı beni. Ben de uyumaya hazırlandım, hatta 14 uyuyormuş gibi yaptım. Mutlu ya da güvenli değildim ama memnundum. Uzun bir yol oldu. Araba beni mahcup etmedi. Yolda kalmadık. Yeni ve iyi bir arabaydı, ama bakımsızdı. Alalı neredeyse bir yıl olmuştu ama hiç servise götürmemiştim. Pek de binmemiştim, doğrusu.

Ama temizdi. Lale yıllar sonra arayıp, uzun bir telefon sohbetinden sonra, beni görmek istediğini, çok özlediğini söyleyince, ‘Bu akşam buluşalım mı?’ deyince, randevuya geleceği de kesin gözükünce, ilk işim arabayı yıkamaya göndermek olmuştu, ‘içini dışını, güzelcene yıkat,’ diye tembih etmiştim çocuğa. Gerçi Lale’nin arabama bineceğini düşünmemiştim; o da, normal olarak, kendi arabasıyla gelirdi. Ama ben yine de binecekmiş gibi yıkatmış, içini iyice havalandırmış ve parfüm filan sıktırmıştım koltuklara sinmiş ağır sigara ve içki kokuları yok olsun diye. İyi olmuştu; öyle şeylere dikkat ederdi Lale, yeni bir Mercedes de olsa, onunla buluşmaya kirli bir arabayla geldiğimi görse neşesi kaçardı. Şimdi keyfi yerindeydi. O sırada birden anladım, gözüme ışık tutulmuş gibi rahatsız edici bir aydınlanma anı içinde anladım, uyuyormuş gibi yapar, radyodaki müziğe kulak vermeye çalışırken, Lale’nin elini, kucağının sıcaklığım duyarken: arabasız gelmekle kendini gece için bana bıraktığım anlatmak istemişti. Seninim, beni nereye istersen götür, demişti. Bense tutup ona beni götürmesini söylemiştim. Bunu anlayınca, ki yanlış anladığımı, daha doğrusu yanlış yorumladığımı sanmıyordum, keyfim kaçtı. Zaten ne zaman kendimi düşünsem keyfim kaçar. İlişkimizi, eğer bir ilişkimiz olursa, yine onun idare edeceğini, ne zaman ne yapacağımızı yine onun iradesinin belirleyeceğini görebiliyordum. Öyle olacaktı. Hayat bana hiçbir şey öğretmemişti, demek, onca yılda. Kadın bana gelmiş, seninim, al götür beni, diyordu, ama ben, hayır, ben seninim, sen beni götür, diyordum.

Ne adamım! dedim. Kadını alıp evine götürmekten bile aciz bir adam! Hangi kadın olsa bırakır böyle bir adamı. Bu kadın da üç gün sonra yine çeker gider. Hatta belki şimdi beni gördükten sonra kocasının aslında ne meziyetli bir adam olduğunu daha iyi anladığını düşünüyordur ve şu bir hafta çabucak geçse demeye ve beni nasıl başından savacağını düşünmeye başlamıştır. Mümkündür, yapar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir