Hasmet Babaoglu – Ruyalarini Ver Bana

Kendim için yazdım, önce kendim için… Çünkü psikanalizmiş, yorum bilgisiymiş, “lojistik destekmiş”, hiçbiri kâr etmiyordu yaşanılanları anlamaya… Sonunda kabullendim ki, ilişkilerin dünyası hakkındaki soruları yanıtlamanın; o bitmez tükenmez medcezirin ortasında yüzebilmenin en iyi yolu öykülere başvurmakmış… Öyle yaptım, yazmaya başladım. Gün geldi, o katı anlama çabamın yerini edebiyatın hazla rı aldı. Kahramanlarımla birlikte heyecanlandım, onlarla birlikte sevdim, sevildim. Öykülerimin bazılarını Yeni Binyıl ve Sabah’ta, bazılarım da Vatan’daki köşemde okura sundum. Kimileri, bunlara aşk öyküleri diyor. Her tutkulu ilişkiyi, her sarılıp sarmalanışı öyle değerlendirmek doğru mudur, pek emin değilim. Bazı ilişkiler sadece benzerler; aşka benzerler… Ama ille de aşk merceğinden bakarsak, bu öyküler “ilk bakışta” değil, “son bakışta aşk”tan söz ediyorlar. Hep yanındaydım. Şimdi havaalanı yolunda olduğu gibi… Ne zaman çağırdıysan, geldim. Şimdi havaalanı yolunda birlikte olduğumuz gibi… Ben buruktum. O muazzam laciverdi karanlığın doğuda, güneşin kızıl projektörüyle aydınlanmaya başladığı şu saatlerde senden ayrılığa ayarlıyordum içimdeki saati de… Sen heyecanlıydın. Arkanda seni seven iki erkek birden bırakacak olmanın heyecanıyla hafif hafif titriyordun. Ama üzerindeki deri ceketin yakalarını kaldırıp büzülürken “sabah serinliği işte” diyerek anlamlı anlamlı göz kırpmıştın. Yol lastik gibi uzuyordu sanki. Yol bana “çek kenara, dur” der gibiydi: “Dur ve son kez sor ona! Sen ve ben için bir şans var mı hâlâ?” Oysa şimdi havaalanı yolunda olduğu gibi; sevecen, dikkatli, ara sıra küskün veya öfkeli, ama hep suskun kalmıştım duygularım konusunda.


Söze gerek var mıydı? Anlıyordun işte her şeyi Anlı yordun ve anladığın ne varsa bozuk para gibi harcıyor dun.,. Zaten çok şey anlatan ama hır tek sevgisini söylemeyen gevezenin tekiydim Şimdi havaalanı yolunda okluğu gibi Dünyadan söz ediyordum sana, dünyanın dön bir köşesinde olup bitenlerden. Çünkü sen çok seviyordun dünyadan söz edilmesini (Kadınlar yeryüzünde “Keşifler Çağının kapandığına inanmıyorlar! Dünyadan söz etmek demek onlar için lal tutmak, hayal kurmak gibi bir şey!) iki akşam önce gittiğim bir arkadaş toplantısından söz ediyordum sana “Kırk kışıyız, birbirimizi tanırız” çevremizden en son dedikoduları aktarıyordum Şaşırıyordun, merak ediyordun, soruyordun. Sanki bir ıkı saat sonra epey uzun bir süreliğine bu çevreden kopacak olan sen değilmişsin gibi… Ben anlatırken arabanın camına dayadığın başını ara sıra çevirip gözlenme bakıyordun. Gözlerimde yakalamaya çalıştığın neydi? Biliyordum O hep sevdiğin şeyi, gözlerimdeki “tehlikeli çagrı’yı arıyordun, Bazen sırf bu yüzden beni yanında isterdin Bıçak sırtı bir yürüyüşten, sahnenin kıyısında dans etmekten hoşlanan bir kadın Hayır, bütün hayalında değil’ Hayalının benimle olan kısmında Yoksa çekingendin, çoğu zaman kendini beğenmekte zorlanırdın Koşullan zorlamaktansa, teslim olmaya yatkın olduğunu çok görmüştüm. Ama benim yanımda, gözlerimdeki o “tehlikeli çagınının etkisindeyken nasıl da severdin kendim Ben çağıracağım Sense kaçmadan, sakın biçimde orada kalıp benliğini ağır ağır okşayarak doyuma ulaştıracaksın1 Böyle sürmüştü arkadaşlığımız Şimdi havaalanına giden yolda bile aynı duyguyu kurcalıyordun Uçagının burnunu gökyüzüne doğru kaldırıp havayı kanallarının alnına doldurduğu o ürpertici dakikalarda, sen başını koltuğuna yaslayıp kendim pohpohlayacaktın! İstediğin huydu “Ayşe” diyecektim kendi kendine; uBunu becerebildin Bin seni seven, öylekı senin sevdiğin iki adamı da gende bırakıp uçuyorsun kızını! Ruhundaki bu hazırlığı fark etmediğimi sandın. Hayır! Fark etlim. İnsafsızsın, korkaksın ve… Beni gerçekten sevmiyorsun! Ama şunu da fark ettim: Ben de sana benziyorum Ayşe… Ve senin bunca zamandır eleklerine yapışmış olmam, bir dağın eteklerinde zirveye bakıp “oraya tırmanmadan asla dönmem* diyen bir dağcının ölümüne inadını andırıyordu. Yanı beri de artık sem sevdiğimden kuşkuluyum Peki sen hâlâ fark etmedin mi? Hiç değilse havaalanına iyice yaklaştığımız şu sırada anlayabilmeydin keşke Sen öteki adamı da hiç sevmedin ki! Sen de onun üzerinde mat edip duruyordun Severek sevilmeye çalışıyordun,. O kadar! Biliyor musun, insan çoğu zaman reddedileceğini alttlan alta kestirdiği için sevmeye başlıyor Arzuyu her zaman engel kışkırtıyor Ortalık buz gibi. Havaalanları nedense hep bana et saklanan soğuk hava depolan gibi gelir. Pasaport kontrolünün önünde durup küçük valizini yere bırakıyorsun. Saçlarını savurarak donuyorsun bana, “Buraya yalnız gelmek bana çok koyardı. Geldiğin ıçin sagol.

” Yutkunuyorum Kaybetmenin aynı anda gü2el ve korkunç olduğunu hissediyorum. Birdenbire eliyle boynumdan tutup çekiyor kendine Öpüyor, ilk kez Hay Allah! Geceleri rüyalarıma giren dudakları ne kadar tatl1 Bu kez benim onu öpmemi bekliyor Karşılık verirsem kalbının düzeni bozulmayacak. Ama yapmayacağım Egosunun yolculuk boyunca bulutların üzerinde oynaşmasına ızin veremeyecek kadar kırgınım şimdi… “Hoşçakal” diyorum sadece Yüzümü geri çekerek; ‘Hoşçakal Ayşe lkıniz de eminiz artık O uzaklarda, ben burada hoşça kalamayacağız. Ayşe uçakta elimi tutarken düştü ilk kuşku içime… Yanlış mı yapmıştık? Yurt dışında bir hafta sonu geçirecektik. Dağılmıştık, orada baş başa kalıp toparlanacak; dikkatlerimizi birbirimizin üzerinde odaklayacaktık. Hiç açık seçik dile getirmemiştik ama hayalimiz buydu. Oysa şimdi Ayşe’nin avucundan gövdeme yayılan sıcaklığın şefkat dozu beni irkiltmişti. Kendimi turistik heyecanlara bürünmüş annesiyle yan yana oturan dünyadan habersiz bir oğlan çocuğu gibi hissettim o an. “Bak ne güzel yerler göreceğiz” diyen parmaklar ve “kasma kendini” diyen yumuşak, anlayışlı avuç… Bir süre sonra da ben elimdeki dergilere, hostesin getirdiği domates suyuna, pencereden görünen beyaz bulut kümelerine dalıp gittim. Ardından uyku bastırdı. Yoğun bir iş gezisinden dönmekte olan profesyoneller gibi ağır ve bezgin bir uyku… Rüyam pırıl pırıl ve gerçekti. (Öyledir ya, hayalini kurduğumuz şeylerin rüyasını da görmek isteriz. Hayal buğuludur. Oysa rüyada, et gerçekten daha dolgun, kan gerçekten daha akıcıdır… Laf aramızda, ben iyi bir rüyayı gerçek hayata değişmem!) Üstelik rüyam bir hatıranın; Ayşe’yle ilk uçak yolculuğumuzun yeniden canlanmasıydı. Uçak fırtınaya tutulmuş tekne gibi sarsılıyor, garip sesler çıkartıyordu ama Ayşe’nin haberi bile yoktu.

Çünkü başım göğsüme yaslamış, sağ eli kalbimin üstünde, alnı ve saçları hafifçe terlemiş derin bir uykudaydı. Sanki “seninle her yere giderim” diyordu Ayşe’nin bedeni. Bense durmaksızın onun saçlarını koklamaktan kendimi alamıyordum. Artık istediğim orada, gökyüzünde öylece kalmak, Ayşe’yle birlikte sonsuzluğa karışmaktı… Rüyam bitti. Uyku halim de… Döndüm, Ayşe’ye baktım. Koridor tarafına dönük başını hiç çevirmeden mırıldandı: “Öyle uyudun ki, neredeyse horlayacaktın.” “Hu” dedim, “dalıp gitmişim…” Uçak sütliman bir havada iniş için hafif hafif alçalmaya başlıyordu. * * * Allı pullu ve romantik ifadelerle dolu seyahat yazılarına aldırmayın. Bir çiftin baş başa gerçekleştirdiği yurt dışı gezisi bazen mayınlı arazinin yakınında koşuşturmaya benzer. Aşkları yorgun düşmüş olma ihtimali yüksek çiftler içinse yurt dışı gezileri mayın tarama işlemidir. Dikkat, özen, sakınganlık, muazzam bir cesaret ve beceri ister. Ya birdenbire yabancı bir diyarda birbirinize de yabancılık duymaya başlarsanız… Ya alışkanlıkların koruyucu örtüsü kalktığında ne yapacağınızı şaşırır ve birbirinizden daha uzaklaşırsanız… Ve en beteri… Ya içinde sizin yer almadığınız özlemlere kapılmaya başlarsa sevgiliniz ve bunu fark ederseniz… * * * Şehirde ilk akşamımızdı. Ayşe kapısına kadar gittiğimiz lokantaların hiçbirini beğenmiyordu. “Canım bu tür şeyler yemek istemiyor, burası olmaz! “ “Turistler için hazırlanmış rehber kitaplarına kanma canım, burası iyi görünmüyor, olmaz!” “Burası çok pahalıdır, saçma, olmaz!” “Bu dökülen yerde ne yiyeceğini sanıyorsun, olmaz!” “Üşüyorum, olmaz!” “Çok sıcak, olmaz!” “Ay, hiç içim ısınmadı buraya, olmaz!” Sabahtan beri dolaşmaktan sersemleşmiş turistlerin akşamın o saatinde inanılmaz bir kalabalık oluşturduktan küçük bir meydanda durup arkasından Ayşe’ye baktım. Güzel, zarif ve nedense yabancı bir kadının karikatürü gibi göründü o anda bana.

Sanki tepesinde konuşma balonu vardı. Orada şöyle yazıyordu: “Anlamıyorsun canım, asıl baş başa romantik bir yemekten korkuyorum!” Heykellerle süslü tarihi çeşmenin sularına elini uzatırken, ona bir daha baktım ve içimden “Ah Ayşe!” dedim; “hiç değilse korkularımız aynı!” Birdenbire yalnızlık sardı benliğimi. O an anladım ki, bazen yabancı bir şehirde sevdiğin kadınla baş başa kalmak uzay boşluğunda terkedilmeyi an durabiliyormuş. Sarhoşluk belki bir süre geçiştirebilirdi bu hissi. Ama dilin, sözlerin, sözcüklerin imdadımıza yetişmeyeceği belliydi. Ayşe yanımızdan hızla geçen moped’teki neşeli çifte kıskançlıkla baktı. Ben Ayşe’nin gözlerine baktım. Aklımdan geçenlere inanamayan bir yüzün gözleriydi. Bu iki günü yine de atlatabilirdik. Gidilecek müzeler, uğranacak mağazalar vardı. Ama döndükten sonra… Zor olacak. Uyuyan erkek görüntüsünden kadınların pek hoşlanmadıklarını bilecek kadar görmüş geçirmiş bir adamdı. Ama bilirdi: Erkekler sevdikleri kadını uyurken izlemeyi severler… Severler değil mi? Peki, şimdi ne oluyordu ona? Neden kaç gecedir ateşi birdenbire kırka fırlamış gibi uyanıp Merve’yi uyurken görmekten huzursuzlanıyordu? Neden Merve’nin dudaklarının kenarında biriken salgıya eskisi gibi sevecenlikle bakamıyordu? Neden dirseklerinin üzerinde doğruluyor, bir süre sanki Merve’nin alnında küçük bir ekran varmış gibi bakıp duruyordu? Ve aklıma hep o uğursuz konuşma geliyordu. Bir ay kadar önceydi. Merve telefonda bir arkadaşına gördüğü rüyayı anlatıyordu.

Ancak şu kadarını işitebilmişti. “…Yanaklarımdan süzülen yağmur sularını parmakla rıyla siliyordu, sonra o sulan dudaklarına götürüyordu. Sabah kendime gelemedim.” Bunları anlattıktan sonra kıkırdayarak gülüşmüşlerdi, * * * Kalktı. Mutfağa gitti. Işıklan yakmadan buzdolabındaki NO FROST yazısını seçmeye çalıştı. T harfini hizalayıp yakaladığı kolu kendine çekti. Dolabın kapısı açıldı. Süt mü? Cola mı? Midesi süt diyordu, beyni cola… Cola’yı seçti. Önce soğuk kutuyu avcunda dolaştırdı, ardından alnına, şakaklarına sürdü. Hiçbir derecenin saptayamadığı ateşini düşürürdü belki o keskin soğuk. Kutuyu elinde döndürerek yatak odasına doğru yürüdü. Merve dizlerini kamına çekmişti. Uykusunun derinle rindeydi. Koyu renkli ojelerine bakılırsa kadındı, fakat ellerini sağ yanağının altına sıkıştırma biçimine bakılırsa çocuktu o anda, misafirlikte yorgun düşüp uyuya kalmış bir çocuktu!.

Tam o anda mırıldandı, bir şeyler söyledi genç kadın. Tuhaf sesler çıkardı. Ve adam atmaca gibi atladı yatağa, kulağını Merve’nin ağzına dayadı. Tutkulu bir adam yapardı ancak bunu… Uzun süreli bir ilişkinin bağlarını ikide bir çekip uzatmayı alışkanlık edinmiş bir adam ise “aman uyandırmayayım” deyip odadan sıvışırdı. Ama tutku tehlikelidir. Tutku iki yanı keskin bıçaktır. Tutacak yeri de yoksa eğer bıçağın, bazen kanamayı göze almak gerekir… En berbat özelliği nedir tutkunun? Bağlandığınız kişinin, gücü elinde tutan taraf olduğunu bilirsiniz. işte bu bilgi berbattır ve öfkeyi besler. O da birdenbire öfkeye kapıldı! Kendine öfkelenir gibiydi ama, iki eliyle Merve’yi kollarından tutup silkelerken anladı ne yaptığını… Ve ancak birkaç dakika sonra fark etti nasıl bağırdığını, bütün evi nasıl inlettiğini… “Rüyalarını ver bana!” diye bağırmıştı Merve’yi sarsarak uyandırırken. “Bana rüyalarını veeer! Rüyalarını istiyorum!” Ne saçma. Ne delice. Nasıl umarsız ve umutsuz bir arzu… Böyle düşünmeye başladığında iş işten geçmişti. Genç kadın şoktan sıyrılmış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Bir yandan da alçak sesle mırıldanıyordu; “manyaksın sen, manyak…” * * * Bu olaydan bir yıl kadar sonraydı, ilişkileri açıta açıta, kanırta kanırta sona erdi. Merve doğup büyüdüğü şehre geri dönmüştü.

Aslında Merve’nin hep kaçmak, onun ise günün birinde sürekli orada yaşamak istediği o sahil şehrine… Ayrılıktan birkaç ay sonra, iş yerine gelen postalar arasından kaim ve ağır bir zarf çıktı. Merve göndermişti. Heyecanla açtı zarfı, yırtar gibi. Bez ciltli bir hatıra defteriydi. Etiketindeki yazıyı görünce üşüdü, titremesini bir türlü durduramadı. Etikette “Rüyalarım” yazıyordu. Merve bu deftere rüyalarını kaydetmişti. Kendine gelir gibi olduğunda hızla sayfalan çevirdi. Hangi tarihi, hangi rüyayı aradığını çok iyi biliyordu. Buldu da… Ve okudu. “11. 05. 1997. Yağmur vardı. Sırılsıklamdım.

Evden kaçar gibi üzerime bir şey almadan çıkmıştım. Arkamdan geldi. ‘Seni korkuttum mu bebeğim’ dedi, özür dileyerek. Beni neden uyandırdın, dedim. Uyurken beni terketmenden korkuyorum, dedi. Yanaklarıma akan yağmurları parmaklarıyla sildi ve sonra dudaklarına götürdü parmaklarını. Boynuna atıldım, sımsıkı sarıldım. Seni seviyorum, diye fısıldadım kulağına. O sırada uyandım, rüyaymış. Gerçekten daha gerçekti sanki.” Kadınların fotoğrafla ilişkisi gariptir. Sever, sevişirler onlarla. Fotoğraf karelerinin zamanı dondurduğuna inanmaz kadınlar. Tersine zamanın gizemli biçimde sonsuza kadar onlarda aktığına inanırlar… Beni hep şaşırtmıştır kadınlardaki bu merak ve bağlılık… Çünkü biz erkekler, iyi bilirim, fotoğraftan korkarız. Tanıdık insanların fotoğrafları karşısında nasıl da güçsüzleşiriz! Hele kendi fotoğraflarımıza her göz atışımız bizi elden ayaktan düşürür…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir