Heinrich Böll – Ve O Hiçbir Şey Demedi

Savaş sonu Alman Edebiyatı öncülerinden Heinrich Böll, uzun bir suskunluktan sonra Türk okurlarının karşısına en uygun şartlar içinde çıkıyor. Üç ayrı çevirici, kısa aralıklarla, üç eserini çevirip yayımladılar: Hayrullah Örs ünlü yazarın romanına geçmeden önce yazdığı hikâyelerden bir bölümünü “Savaş Bitince” başlığı altında yayımladı. Cem Yayı-nevi’nde “Ademoğlu Nerdeydin?” adındaki romanı çıktı. Şimdi de yine aynı yazarın en çok okunan eserlerinden biri, Behçet Necatigil’in bu çapta eserlerde kolay kolay aşılamayacak usta kalemi ile Türkçeye çevrilerek okurlara sunuluyor. Pek az yabancı yazar yabancı bir dile aktarılırken bu ölçüde talihli olabilir. Bu yalnız üç eserin birden yayın alanına çıkmasından değil, üç ayrı usta çeviricinin kalemiyle sunuluşundan dolayı da böyle oldu. Cem Yayınevinde az önce yayımlanan “Ademoğlu Nerdeydin?” romanına yazdığım, yazarın bütün eserlerini kapsamaya çalışan önsözde “Ve O Hiçbir Şey Demedi” için şöyle demiştim: “… Heinrich Böll’ün üçüncü romanı en büyük başarısı oldu. Savaş burada değişik bir sahnede, Rhein Bölgesindeki bir büyük kentte sürüp gitmektedir. Daha doğrusu savaşın öteki yüzüdür burada anlatılan. Savaş sonu yıllarında, 1945’lerde geçen mutsuz bir evliliğin romanıdır bu. Dışarıdan bakılınca, iki insan bahtsızlıktan kurtulmuş, kıyıya ulaşmış görünüyordu. Ama savaşın yıkıntılarının onarıldığı yoksulluk yıllarında gerçek yıkıntı yüzeyde değildi. Köprüler yeniden yapılır, evler eski temelleri üzerinde daha rahat, daha konforlu ve güzel yapılar halinde Cem Yayınevi bu eseri, 1966’da yayınlamıştı, ilk basımındaki önsözü aynen koyuyoruz. 7 yükseltilebilirdi. Ama asıl yıkıntı ta içimizde, kalbimiz ve ruhumuzun kötürümleşmesindeydi…” Bu sözler toplu eserlerinin bütünü içinde romanı değerlendirmek için söylenmişti.


Şimdi karşımızda bu eserin Türkçeye kazandırılmış şekli duruyor. Türkçesini okurken, Almanca aslında duyduklarımız ve düşündüklerimizi aşan yankılar duyuyoruz içimizde. Behçet Necatigil, bu kitabı çevirirken Fred’in ve Kaete’nin dünyasına, onların gündelik yoksul yaşantılarını öylesine işlemiş, bu yaşamayı derinden anlayarak öylesine katılmıştı ki, o, çeviri kitaplarda sık sık karşılaştığımız çetrefil, bulanık, engelleyici “yabancılık”tan kurtuluyor, derinlemesine anlayışa götüren rahat bir okuyuşa kavuşabiliyoruz. Açıkça şunu söylemeli ki, birçok kitaplar ve yazarlar Türkiye’de kendilerine uygun birçok çeviriciler bulabilir, ama hepsinden çok Böll, hele bu eseri, “Evlerle savaşımız savaşların çetini” diyen, o ünlü şiiri yazan B. Necatigil’den daha uygun bir çeviriciyi bulamazdı. Bu roman, savaş sonu Almanya’sının Rhein Bölgesinde, yazarın vatanı Köln’de, yıkıntıların ortasında yaşamak zorunda kalan üç çocuklu bir ailenin küçük dünyasını tasvir ediyor. Roman, 13 bölüm halinde, bir bölümü kadının, bir bölümü de erkeğin aynı yöne çevrilmiş yaşamlarını tasvir ediyor, çifte açıdan aynı büyük sorunu belirtiyor: Ne kentler, ne fabrikalar, ne de toplum düzenleri; asıl büyük yıkıntı küçük adamların yaşamlarına gelmiştir. BölPün asıl başarısı, yıkıntının getirdiği büyük yoksulluklar altında ezilen insanların, gündelik yaşamlarındaki ayrıntılara inebilmesinde, kişilerinin bu yaşamada beliren dramlarını ve yüze çıkan sorunlarım canlı bir belirme içinde verebilmesindedir. Kendi çağına, kendi insanlarına bağlı bir sanatçının “gerçekçi sorumluluğu”, eserin yönü ve açısı kadar, işçiliğindeki büyük titizlikten de belli olmaktadır. Küçük Adamın ezilmişliğini, gündelik yaşantılarındaki gerçeklere dayanarak anlatmanın, Alman Edebiyatında oldukça eski bir geleneği var. Birinci Dünya Savaşından sonra gelen enflasyon yıkıntısında, Fallada Küçük Adamın ezilmişliğini “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” (1932) romanı ile tasvir etmişti. Bir Kuzeyden, bir Güneyden iki yazar. Her ikisi de iki büyük savaşın Küçük Adama nelere mal olduğunu tasvir ediyorlar. Her ikisinde de gerçeklere inişte aynı işçilik inceliği, aynı çalışkanca yöneliş, aynı içten acıma ve bilinç kaygısı. H.

Böll, H. Fallada’dan oldukça farklı. Fallada, kiliseye pek dokunmuyor, onu pek önemsemiyordu. Ama Böll, çağının din kurumlarının, kilisenin eleştirilmesine büyük ölçüde önem veriyor. Bu romanın en canlı sahnelerini, kilisede, papazlara, sokaktaki dini törenlere ayırdığı sayfalarda seyrediyoruz. Ona göre, yıkıntı insanın bütün çaresizliği ve ezilmişliği, Küçük Adamın desteksiz kalışındaki acılık, yalnız şartların kötü oluşundan değil, kilise tarafından da terk edilmişliğinden, daha doğrusu artık kiliseye bile sığınamayacak bir duruma gelmiş olmasındandır. Kilise ve din, tüm o şekilci katılığı ile Küçük Adamı artık kaybetmiştir. Savaşla, dikta rejimi ile, insanoğluna yönelmiş organize barbarlık ile uzlaşmış bir kilise, artık bu dünyadaki yerini yitirmiş, sığınacak bir sıcak kucak arayan küçük insanları sokakta bırakmıştır. İnsanlığın, asıl bu dar çıkmazında ihtiyaçları vardı kiliseye demek istemektedir Böll. Eserin bu sorunlara değinen sayfalarında, Böll’ü, eski azizlere has bir sertlikle karşımızda buluyoruz. Fred ile Kaete’nin, içinde perişan yaşadıkları kenteki dini törenler havasını, kilisenin halktan uzak kalmış sağırlığını tasvir ederken, bütün bu şekilci şatafata karşı da aşağılardan yükselip gelen nefretin köklerine kadar iniyor. Papaz üniformaları, yaldızlı kıyafetler, sancaklar, buhurdanlar, çan ve ilahi sesleri, ama hepsi Küçük Adamın dışında kalmıştır. Kilise birtakım iki yüzlülerle içine kapanarak hayattan çekilmektedir. H. BölPün Küçük Adamları din örgütü karşısında ürkek, çekingen.

Artık onunla bir alacak vereceği kalmamış. Ama ayağını sürükleyerek kiliseye gidiyor, günah çıkartıyor, eskisinden umutsuz ve yılgın geriye dönüyor. Bir din şehitleri töreni ve alayının sokaklardan geçişini tasvir eder ki, tüm bu yapının artık insanoğluna yararsızlığını ortaya koyar. Koca alayın bakışında yürüyen kırmızı cüppeli, şatafatlı piskoposun ahmağın birisi olduğunu anlamıştır Fred. Organize emeklerin alıp eğittiği, hazırlayıp büyüttüğü, giydirip kuşattığı, 8 9 öne sürdüğü bir ahmaktır bu. Küçük Adam, bunca ezilmişliği bahasına böylesine ahmakların farkına varacak, onları seçip ayıracak duruma geldi. Küçük Adam her şeyini yitirdi: Hepsinden daha önce sakin ve biraz bönce mutluluğunu. Eski çağlarda bu çekingen, sevimli ve çalışkan insan soyunu küçük kazançlarla, küçük ve düzenli mutlulukları içinde tutmak mümkün olmuştu. Ama yeni çağların şartları büyük adamı ite kaka öyle bir yere getirdi ki, orada tarihin sert evrimini, kuramsal büyük budalalıkları görmemek, anlamamak artık mümkün değil. Böll, suçlamalara, geçmişi yargılamalara gitmiyor. Sonuçları göstererek, hem de kuşkuya meydan vermeyecek ölçüde belirleyerek bu işi bize bırakıyor. Onca doğrudan, kendine iş edinerek yargıladığı, insanların bu duruma düşmelerinde büyük sorumluluğu olan kilisedir. Koca alayın başında yürüyen piskopos ayin sırasında: “Tanrıyı gündelik hayatımıza alalım. Kalplerimizde ona bir kâşane kuralım,” diye sızlanmakta, halka yöneldiğini sanmaktadır. Aslında romanın bütününden çıkan davet şudur: Tanrı bizim hayatımıza buyursun gelsin.

Daracık odalarımızın, gecekondularımızın bir köşesine ilişsin. Pis kokular, süprüntüler, yoksulluklar içinde, üst üste nasıl yaşadığımızı görsün. Oradan oraya itelenip kakalanarak nasıl yaşadığımızı görsün. Bu kitapta H. Böll’ün usta kalemi, B. Necatigil’in en ince duyarlık frekanslarına ulaşan anlayışlı çevirisi ile ortaya çıkan gerçeğin bir yanı, doğrudan doğruya Türk okurlarını ve edebiyatını ilgilendirmektedir. Batılı insanın yoksulluğu, usta yazarların öncülüğü ile, bizim insanlarımızın dile getirilemeyen sürekli yoksulluklarına bakımla kutsal-laştırılmış gibi görünüyor. Böll’ün küçük adamlarının yoksullukları, bir ucu mutlu geçmişin, öteki ucu da geleceğin refahının kapılarına açılan bir dar aralıktır. Böll’ün anlattığı savaş sonu dünyasındaki hayat, biraz ölçülü ve sınırlı olmasına karşın, biralı konyaklı, tereyağlı bir yıkıntıdır. Böll’ün kişilerinin dünyasında hep o eski görgülü insanların özlemleri var. Bu sızlanmalarda, ne de olsa biraz bencil, biraz da dünyayı hesaba katmayan bir saplantı var. Dua kitabı ve kahve kutusu arasında yarım kalmış sigarayı alıp içmenin, ucuz otel odalarında, barakalarda buluşmanın, içe dokunan, o çok incelmiş duygulu insanlarda büsbütün acıklı hale gelen bir dramıdır anlatılan. Batılı adamın yoksulluğunu okumak ve anlamak, bizi ancak yazarlarının bilinçli ustalıklarına hayran etmeli, ama Alman insanına yazan ölçüsünde acımaya götürmemelidir. Batıdan aldığımız bütün aynalarda hep kendimizi görelim. Her Batılı yazar ve eser, bizi kendimize, bizim insanlarımızın sorunlarına götürmelidir.

Alman insanının yıkıntısını, dünyayı yıkma bahasına uğradığı büyük sarsıntıyı okuyup anlayalım. Büyük yanılmalara sürüklenirken, şakşakçıların ve alkışçıların sayılarını azaltmanın bundan başka yolu var mı? Ama bütün bunlar bizi kendi insanlarımızın paralel sorunlarına, onları anlatan yazarlarına götürmedikten sonra bütün bu başarılı çeviriler ne işe yarayacak? Tahir Alangu 10 11 1 Paydosta aylığımı almaya bankaya gittim. Gişenin önü kalabalıktı; yarım saat bekledim, çekimi gişeye uzattım, veznedarın onu sarı bluzlu bir kıza verdiğini gördüm. Kız, fiş yığınları başına gitti, benim fişi çıkardı, çeki veznedara geri verdi, “Tamam!” dedi; veznedarın temiz elleri mermerin üzerine banknotları saydı. Bir de ben saydım, kendime yol açıp kalabalıktan sıyrıldım, parayı bir zarfa koyup karıma bir pusula yazmak için kapı yanındaki ufak masaya yürüdüm. Masada pembe renkli para yatırma fişleri dağınık duruyordu; birini aldım, arkasına kurşun kalemle şunları yazdım: “Yarın seni görmeliyim, saat ikiye kadar telefon ederim.” Kâğıdı zarfa koydum, paraları da koydum içine; zarf kapağındaki zamkı dilimle ıslattım, birden duraladım, paraları çıkarıp içlerinden bir on mark aldım, paltomun cebine koydum. Pusulayı da çıkardım zarftan, şunları ekledim: “On markını alıyorum. Yarın yollarım, çocukların gözlerinden öperim. Fred.” Ama şimdi zarf yapışmıyordu. Üstünde “Para Yatırılır” yazılı, boş gişeye gittim. Cam kapak gerisindeki kız ayağa kalktı, kapağı kaldırdı. Esmer, zayıf bir kızdı; pembe bir kazak giymiş, kazağın boyun kısmını yapma bir gülle tutturmuştu. “Bir parça zamklı bant verir misiniz?” dedim.

Bir an, duraklayarak yüzüme baktı, sonra kahverengi bir bobinden az bir şey kopardı; gişeden dışarı, hiçbir şey söylemeden bana uzattı, yine indirdi kapağı. Cam kapağa doğru: “Teşekkür ederim!” dedim, yine masama geldim, zarfı yapıştırdım, beremi başıma geçirip bankadan ayrıldım. 13 Sokağa çıktığımda yağmur yağıyor, ağaçlı yolda asfalta tek tük yapraklar uçuşuyordu. Kapı aralığında durup bekledim, on iki numaralı tramvay köşeyi dönünce atlayıp Tuckhoff Alanına gittim. Çok kalabalıktı tramvay; yolcuların üstlerinden başlarından ıslaklığın kokusu yayılıyordu, Tuckhoff Alanında bilet almadan tramvaydan indiğim zaman yağmur daha da hızlanmıştı. Bir koşu, sosis satan bir barakanın çadır damı altına attım kendimi. Tezgâha yanaştım, kızartma sosisle bir fincan et suyu söyledim. On tek sigara aldım, on markı bozdurdum. Sosisi ısırırken, barakanın arka cephesini boydan boya kaplayan aynaya gözüm ilişti: Önce kendimi tanıyamadım; rengi atmış berenin altındaki bu zayıf, kaygılı yüze baktım. Birdenbire bu halimle, kapımızı her çalışlarında, annemin bir şey almadan geri çevirmediği o gezgin satıcılardan birine benzediğimi anladım. Çocukluğumda kapıyı ne zaman onlara ben açacak olsam, yüzlerindeki o derin, kahredici çaresizlik, soframızın loşluğuna vururdu. Sonra, telaşlı, gözlerimle gardırobumuzu kollayarak seslenip çağırdığım annem, ellerini önlüğüne kurulayarak mutfaktan gelir, o gelince de bu zavallıların yüzüne insanı tedirgin eden, acayip bir parıltı yayılırdı. Toz sabun ya da muşamba cilası, tıraş bıçağı ya da fotin bağı satarlardı onlar. Annemi daha gör-meleriyle duydukları mutluluğa, bu yaslı yüzler, korkunç birşeyler katardı. İyi bir kadındı annem: Kapıdan kimseyi eli boş çevirmezdi; dilencilere ekmeğimiz varsa ekmek, paramız varsa para verirdi; hiç değilse bir fincan kahve içirirdi.

Bir şeyimiz yoksa tertemiz bir bardakla soğuk su verirdi: Bir de gözlerindeki teselliyi! Kapı zilimizin çevresi, dilencilerin, yersiz yurtsuzların yaptıkları işaretlerle bir çeteleye dönmüştü. Bir gezgin satıcı bize uğradı mı bir şey satabilme şansına sahipti mutlaka; evde bir fotin bağı olsun almaya yeter biraz para varsa eğer. Firma ajanlarından da kendini kollayamazdı annem; bu halsiz, yorgun çağdaşlarına karşı da yüzü tutmaz; satış senetleri, sigorta poliçeleri, sipariş pusulaları imzalardı. Hatırlarım: Küçüklüğümde gece yatağımda yatarken babamın geldiğini duyardım; babam yemek odasına girer girmez kavga başlardı; müthiş bir kavga; annem ağzını açıp da bir şey demezdi pek. Sessiz sakin bir kadındı o. Bize uğrayan bu satıcılardan biri, rengi atmış bir bere giyerdi, şimdi benim giydiğim gibi. Adı Disch’ti, sonradan öğrenmiştim, eskiden rahipmiş, toz sabun satardı. Şimdi sıcaklığı yaralı diş etlerimi sızlatan sosisi yerken karşıdaki düz aynada, beremle, kara kuru üzgün yüzüm ve bakışlarımdaki ümitsizlikle o Disch’e benzemeye başladığımı görüyordum. Ama aynada, kendi yüzümün yanında, çevremdeki insanların yüzlerini, sosisleri ısırmak için açılan ağızları da görüyordum, sararmış dişlerin gerisinde kara kara genişleyen gırtlakları görüyordum; sosislerin pembemsi etleri parça parça aşağılara kayıyordu. İyi ve kötü şapkaları; şapkasız çağdaşlarımın ıslak saçlarını görüyordum. Onların arasında sosisçi kadının pembe yüzü gidip geliyordu. Kadın, neşeli, gülümseyerek, elindeki tahta çatalı batırıp yağda yüzen sıcak sosisleri çıkarıyor, bir kartona biraz hardal sürüyor, bu yiyen çiğneyen ağızlar arasında gidip geliyor, yağmur çadır damında tıpırdayadursun hardal bulaşığı, kirli karton tabakları topluyor; sigara, limonata veriyor, pembe, biraz kısa parmaklanyla paralar alıyordu. Sosisi her ısırışımda ağzım açılıp da sararmış dişlerimin gerisinde boğazımın karanlık oyuğu belirdikçe, yanımdakilerde görürken ürktüğüm o sakin açgözlülüğü kendi yüzümde de görüyordum. Sosis tavasından yükselen sıcak buğulara bürünmüş başlarımız, bir kukla tiyatrosunda gibiydi. Ürkmüş, kendime güçlükle yol açıp dışarı çıktım, yağmurda bir koşu, Mozart Caddesine daldım.

Dükkânların gerili tenteleri altında bekleşenler vardı. Wag-ner’in atölyesine vardığım zaman, kapıya erişebilmek için yine onun bunun arkasından kendime bir yol açmam gerekti. Kapıyı güç bela ancak dışarıya doğru açabildim, sonunda basamakları inmeye başlayıp da yüzüme bir deri 14 15 kokusu çarpınca rahatladım. İçerisi eski kunduraların yıllanmış terleri, yeni kösele ve katran kokuyordu. Eski model kunduracı makinesinin takırtısını duydum. Bir sıraya oturmuş, bekleyen iki kadının önünden geçtim, camlı kapıyı açtım, gelişimin Wagner’in yüzünde bir gülümseme yarattığını görüp sevindim. Ben onu otuz beş yıldır tanırım. Biz onun dükkânı üstünde otururduk, ta yukarıda, dükkânının çimento damı üstünde. Beş yaşındaydım, ona annemin terliklerini getirmiştim. İşte şimdi yine taburesinin gerisinde, duvarda haç asılı. Haçın yanında, ellerinde üç ayaklı bir kunduracı demiri, ermişlerden kır sakallı, halim selim bir ihtiyar, Crispinus’un resmi. Wagner’e elimi uzattım, ağzında çiviler olduğu için, başıyla öteki tabureyi gösterdi; oturdum, cebimden zarfı çıkardım. Wagner tütün kesesiyle sigara kâğıtlarını sürdü önüme, ama sigaram henüz yanıyordu, “Teşekkür ederim!” dedim, zarfı uzattım, “mümkünse…” dedim. Ağzındaki çivileri aldı, yapışıp kalmış bir çivi olup ol madığını anlamak üzere parmağını pürtüklü dudaklarında gezdirdi._ “Yine karınıza verilecek, değil mi? Bu ne iştir!” dedi.

\ Elimden zarfı aldı, başını salladı: “Merak etmeyin, kiliseye günaK, çıkarmaya gitti, döner dönmez torunumla yollarım.” Saate baktı. “Yarım saate kalmaz.” “Bugün alması lazım, içinde para var,” dedim. “Biliyorum,”‘dedi. Elini sıkıp ayrıldım. Merdivenleri çıkarken hatırladım, bana borç para verebilirdi belki. Bir an durakladım, sonra son basamağı aşıp kalabalığın içinde kendime yol açarak sokağa çıktım. Beş dakika sonra Benekam Caddesinde otobüsten indiğim zaman yağmur hâlâ yağıyordu. Kentin görülecek yerleri olarak kalsınlar diye, payandalarla desteklenmiş gotik evlerin sivri çatıları arasından hızlı hızlı yürüdüm. Yanmış, yıkılmış pencere oyuklarından doğru, koyu gri gökyüzünü görüyordum. Bu evlerin yalnız bir tanesinde oturanlar vardı; saçağı altına attım kendimi, kapıyı çaldım, bekledim. Şimdi açıkça kendilerine benzemeye başladığım tiplere karşı bir zamanlar duyduğum acımanın tıpkısını, hizmetçinin tatlı, ela bakışlarından okuyordum. Hizmetçi paltomu, beremi aldı, kapı önüne silkeledi: “Aa, ne kadar da ıslanmışsınız!” dedi. Başımı salladım, aynaya doğru yürüdüm, ellerimi saçlarımda gezdirdim.

“Bayan Beisem evde mi?” diye sordum. “Hayır!” “Yarın ayın biri. Size bir şey söyledi mi acaba?” “Hayır!” dedi hizmetçi. Beni salona aldı, masayı sobanın yanına çekti, bir sandalye getirdi; ama ben oturmadım, sırtım sobaya dönük, ayakta durdum. Beisem ailesine yüz elli yıldır zamanı bildiren saate baktım. Eski mobilyalarla doluydu oda; pencerelerde orijinal, gotik camlar vardı. Hizmetçi bana bir fincan kahve ile, askısından çekerek Beisem’lerin oğullan Alfons’u getirdi. Kesirler hesaplarındaki kuralları öğretmekle görevliydim çocuğa. Gürbüzdü çocuk, al aldı yanakları; büyük bahçede kestanelerle oynamaktan hoşlanıyordu. Sürekli kestane topluyor, henüz boş duran komşu evlerin bahçelerindeki kestaneleri bile toplayıp getiriyordu. Son haftalarda, pencere açıksa, dışarıda ağaçlar arasında uzun kestane dizilerinin sallandığını görüyordum. Kahve fincanını iki elimle kavradım, sıcaklığı içime çektim ve yavaş yavaş, kesir sayılarındaki kuralları anlatmaya başladım bu sağlıklı yüze. Oysa boşuna olduğunu biliyordum. Çocuk sevimli, ama aptaldı. Annesi, babası ve kardeşleri gibi aptaldı.

Zeki ve uyanık bir kişi vardı evde: Hizmetçi kız. Bay Beisem, deri ve hurda demir ticareti yapar, hoş adamdır. Bazen karşılaşırız da birkaç dakika benimle konuşursa içimde hemen saçma bir his uyanır: Mesleğimi kıskanıyor gibime gelir. Hayatı boyunca sanki kendisinden bir şey beklemişlerdir de o bunu yapamamış olmanın 16 Ve O Hiçbir Şey Demedi 17/2 üzüntüsünü çekmektedir, mesela büyük bir ticarethanenin idaresi; buysa zekâ kadar azim de ister, ama onda ikisi de yoktur; ne zekâ ne azim. Karşılaştığımız zamanlar işimin ayrıntılarını öylesine gönülden sorar ki, ufak bir telefon santralında ömrü boyunca benim yerime kapanıp kalmaya can attığını sezinlemeye başlarım. Santralı nasıl kullandığımı, numaraları nasıl bağladığımı bilmek ister; telefoncuların dilini, deyimlerini sorar, bütün konuşmaların santral-dakiler tarafından da dinlenebileceğini düşünmek ona çocukça bir sevinç verir. “Enteresan!” der boyuna “Çok enteresan!” Saat yavaştan ilerliyordu. Kuralları tekrarlattım, ödevleri yazdırdım, sigara içerek yapılmalarını bekledim. Sessizdi dışarısı. Burada kentin göbeğinde ufacık bir bozkır köyünün ıssızlığı hüküm sürüyordu; sürülerin götürüldüğü, geride yalnız birkaç hasta, yaşlı kadının kaldığı zamanlardaki ıssızlığı. “Bir bayağı kesri bir bayağı kesre bölmek için birinciyi ikincinin tersiyle çarparız.” Çocuğun gözleri, birdenbire yüzüme takıldı, kaldı. “Clemens Latinceden sekiz almış,” dedi çocuk. Bilmem farkına vardı mı, irkildim. Verdiği haber, gözümün önüne ansızın oğlumun yüzünü getirip bıraktı.

Onun, Alfons’un yanında oturduğunu hatırladım. ” Güzel!” dedim güçlükle. ” Sen kaç aldın?” “Beş!” dedi çocuk, bakışlarını kuşkuyla yüzümde gezdirdi, birşeyler arar gibiydi. Kızardığımı hissettim, ama bir yandan da bir kayıtsızlık sardı beni. Çünkü şimdi, karımla çocuklarımın yüzleri, sanki bir projeksiyonla, gözlerimin önüne devcileyin yansıtılmıştı. Çaresiz, gözlerimi yumarken mırıldandım: “Ee, sonra? Kesirler nasıl çarpılır?” Hafif bir sesle kuralı söyledi, söylerken de bana bakıyor, ama ben ne dediğini duymuyordum: Bir okul çantasının sırtlanmasıyla başlayıp, herhangi bir yerde, bir büro iskemlesinde sona eren o kahredici çarka koşulmuş çocuklarımı görüyordum yalnızca. Annem, sabahları, sırtımda okul çantası, evden çıkışlarımı görmüştü. Karım Kaete de, sabahları, sırtlarında okul çantaları, çocuklarımızın evden çıktıklarını görüyor. Kesir kurallarını bu çocuğun yüzünden içerilere sokmaya çalışıyordum, ama söylediklerimin bir kısmı çocuğun yüzünden yine bana dönüyordu. Yavaş da olsa geçti saat; iki buçuk mark kazanmıştım. Çocuğa gelecek derse yapacağı ödevleri yazdırdım, fincandaki kahvenin son yudumunu içtim, sofaya çıktım. Hizmetçi kız, paltomla beremi mutfakta kurutmuştu; paltomu giymeme yardım ederken gülümsedi bana. Sokağa çıkınca kızın kaba çizgili dost yüzü geldi gözümün önüne. Kıza parayı sorabilirdim, diye düşündüm, bir an durakladım, sonra paltomun yakasını kaldırdım, çünkü hâlâ yağmur yağıyordu, Sieben Sch-merzen Maria Kilisesi yanındaki otobüs durağına koştum

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir