Henri Bosco – Çocuk ve Irmak

Ben küçükken köyde oturuyorduk. Oturduğumuz ev tarlaların ortasında yitmiş küçük bir çiftlik eviydi. Mutluluk içinde yaşıyorduk. Baba tarafından akrabamız olan Martine (1) Hala da bizimle birlikte oturuyordu. Eski çağlardan kalmış bir kadın görünümü vardı Martine Hala’da: pike kumaştan hotoz ve kıvrımlı giysiler giyer, kemerinden gümüş makaslar sarkardı. İnsanlara, köpeğe, ördeklere, tavuklara, herkese ve herşeye egemendi. Bana gelince, sabahtan akşama kadar azarlanır, paylanırdım. Bununla birlikte, uslu, yönetilmesi kolay bir ço- (1) Martin. 9 cuktum. Olursam olayım! O gene de azarlardı beni. Gerçekte, gizliden gizliye seviyordu beni. Böyle davranarak, en küçük fırsatta hemen ortaya çıkan sevgisini, sevgi duygusunu gizlediğini sanıyordu. Çevremizde, tarlalardan, uzun servi çitlerinden, küçük bahçelerden, iki-üç küçük çiftlikten başka bir şey yok gibiydi. Bu tekdüze görünüm içimi karartıyordu. Ama biraz uzakta ırmak akıyordu.


Özellikle kışın, geceleri sık sık ondan söz edilirdi, ama onu hiç görmemiştim. Ekili tarlalarımıza yaptığı iyilik ve kötülüklere göre ailemizde önemli bir yeri vardı. Kimi zaman toprağı bitekleştiriyor, kimi zaman da kötüleştiriyordu. Çünkü, galiba, büyük ve güçlü bir ırmaktı bu ırmak. Güzün, yağmurlar yağınca suyu yükseliyordu. O zaman, gürlemesi taa uzaklardan duyulurdu. Kimi zaman engelleri aşıyor ve tarlalarımız sular altında kalıyordu. Sonra, geride bir çamur örtüsü bırakarak geldikleri ırmak yatağına dönüyorlardı. İlkbaharda, Alp Dağlan’nda karlar eriyince başka sular da ortaya çıkıyordu. Çoğalan sulann basıncı altında engeller yarılıyor ve tarlalarımız göz alabildiğine sular altında kalıyor, göle dönüşüyordu. Ama, yazın, bunaltıcı sıcaklar bastırınca, ırmak buharlaşıyordu. O zaman, ırmağın içinde kum ve çakıl adacıkları oluşuyor ve güneşin altında buğu çıkartıyorlardı. Hiç olmazsa böyle söylüyorlardı. Ortalıkta dolaşan söylentilerden öğreniyordum ancak. Babam beni uyarmıştı: — Eğlen, keyfine bak, istediğin yere git.

istediğin kadar yer var çevrede. Ama ırmak kıyısında 10 dolaşman yasak. Ve annem eklemişti: — Yavrucuğum, ırmakta kör kuyular var, içlerinde boğulursun. Kamışların arasmda türlü türlü yılanlar, kıyılarında da Çingeneler var. Irmağın artık aklımdan çıkmaması için bu kadan yeterdi, gece-gündüz aklımdaydı. Düşündüğüm zaman, korkudan tüylerim diken diken oluyor, ama buna karşın onu görmek için karşı konulmaz bir istek duyuyordum. Arada sırada bize bir kaçak balık avcısı uğrardı. Uzun boylu, kuru, ince uzun yüzlü bir adamdı. Canlı ve kurnaz gözleri vardı. Bütün vücudundan ustalık, yetenek ve güç fışkırıyordu: boğum boğum kollar, sert ayaklar, çevik parmaklar. Hiç gürültü yapmadan, bir gölge gibi ortaya çıkardı. Babam: — Hele bakın, Bargabot gelmiş, derdi. Bize balık getirmiş. Gerçekten de. Bargabot, içinde pırıl pırıl balıkların bulunduğu bir sepeti mutfak masasının üzerine koyardı.

Balıklara hayranlıkla bakardım. Yosunlann içinde gümüş renkli karınlan, mavimsi sırtlan, dikenli yüzgeçleri parıldardı. Irmağın taptaze şu hayvanlanydı bunlar. — Bargabot, bu kadar güzel parçalan tutmak için ne yapıyorsunuz? Bargabot babama kaçamak yanıtlar verirdi: — Ulu Tanrım yoksula acır Bay Boucarut (1), üstelik elim yatkındır. (1) Bukarü. 11 Ondan daha fazla bir şey öğrenmek olanaksızdı. Bir gün, evde yalnız olduğum sırada, Bargabot her zamanki gibi birdenbire ortaya çıktı. Bir çengele takılı kocaman bir tirsibalığı vardı elinde. Bana: — Bu senin için, al, onu sana veriyorum, dedi. Sonra tuhaf tuhaf yüzüme baktı: — Küçük, küçük, diye mırıldandı, iyi bir yüzün var senin, balıkçı yüzü. Hiç balık tuttun mu? — Hayır, Bay Bargabot, ırmağa gitmemi yasakladılar. Omuzlarını silkti. — Yazık! Ama benimle olsaydın, kimsenin gitmediği iyi yerler gösterirdim sana, hele adalarda… Bu günden sonra artık bir daha gözüme uyku girmedi. Geceleri, sık sık, adaların kıyılarında, ormanların derinliklerine gizlenmiş, yerlerini sadece Bargabot’nun bildiği o büyülü köşeleri düşünüyordum. Bazan, Bargabot bana mavi çelikten güzel olta iğneleri, çok güzel yontulmuş mantarlar gösterirdi.

Bargabot benim için büyük bir insandı; hayrandım ona. Bununla birlikte, kurnaz kurnaz parıldayan kül rengi gözleri içime korku salardı; ve bu korku yüzünden dostluğum içimde gizli kalmıştı. Yanımda olduğu zaman biraz korkardım ondan, ama olmadığı zaman özlerdim onu. Avluda sandaletlerinin sesini duyduğum’ zaman yüreğim atmaya başlardı. Kendisine gösterdiğim ilgiyi he12 men anlardı. Ama buna aldırmazmış gibi davranıyordu. Bu duruma üzülüyordum: Kimi zaman on beş gün görünmüyordu ortalıkta. Yerimde duramıyordum. Çılgın bir isteğe kapılıp ırmağa gitmek istiyordum. Ama babamdan korkuyordum. Şakası yoktu. Kışın hava soğuktur, rüzgâr ulur, kar yağar, kırlarda koşmak nasıl da güzeldir. Ocağın önünde kendini iyi hisseder insan, yerinden kımıldamak istemez. Ama ilkbaharda rüzgâr yumuşaktır, hava hafiftir. İnsan havaya, devinime gereksinim duyar.

Bu gereksinimi herkes gibi ben de duyuyordum. Alıp başımı gitmek isteği öylesine güçlüydü ki korkudan tirtir titriyordum. Tutkuma yenilip bir sabah serüvene atılmam tehlikesi vardı. Ama henüz bir fırsat çıkmamıştı. O da çıktı. Bakın nasıl. Annem-babam birkaç gün evden uzaklaşmak zorunda kaldılar. Onların yokluğunda evin efendisi doğal olarak Martine Hala’ydı. Martine Hala’nm nasıl amansız, sert biri olduğunu söylemiştim; ama benimle yalnız kalır kalmaz, alabildiğine özgürdüm. Çünkü kendisi de özgür olmak istiyordu; gözlerini sabahtan akşama üzerimden ayırmasa kendisi de özgür olabilir miydi? Başkasına baskı yapıp ezen aynı şeyi kendisine de yapmış oluı;. Martine Hala biliyordu bunu. Bu nedenle, dilediğim gibi dolaşmam için özgür bırakıyordu beni. Çünkü kendisi de habire dolaşıyordu. Evin içinde durmadan gidip geliyordu. Gündüzün dolaşıyordu; geceleyin domşıyoıau; şafak vakti dolaşıyordu.

Pıtı pıtı yürüyüşü güçlükle duyuluyordu. 13 Annem-babam evdeyken biraz rahat duruyordu, ama onlar gider gitmez dolaşmaya başlıyordu hemen. Artık ortalıkta görülmüyordu, bir odadan çıkıp ötekine girdiği duyuluyordu. Kimi zaman şarap mahzeninin karanlığına gömülüyor, kimi zaman da kilerde yitiyordu. Neler yapıyordu acaba buralarda? Tann bilir! Gizemli gürültüler duyuluyordu: tahta yerinden oynuyor, sandık tepetaklak yuvarlanıyordu, hem de nasıl bir gürültüyle… Sonra sessizlik… Eski evimizde eğleşebileceği bir yığın oda bulunmasına karşın o tavan arasını yeğliyordu. Her öğle sonu çatıya çıkıyor, çoğu zaman karanlık basıncaya kadar orada kalıyordu. Orası onun en gözde sığmağıydı, cennetiydi. Keçi derisi kaplı, bakır çivilerle süslü eski sandıklar vardı orada. Yüz yıllık sandıklar. İçleri tıkış tıkış eski giysi doluydu: çiçekli ceketler, saten yelekler, sararmış danteller, işlemeler, gümüş tokalı ayakkabılar, verniklenmiş çizmeler. Hele kadın giysileri! Kenarları sırma işlemeli, altın pullu, pembe ipekten! Kızıl kahverengi, ateş rengi, erguvan rengi kurdeleler! Hiç kuşkusuz renkleri atmıştı, eski eski kokuyorlardı, ama nasıl da güzeldiler! Hâlâ burcu burcu lavanta ve elma kokuyorlardı. Deli gibi tutkundum onlara. Tansıklar (harikalar) bu kadar değildi! Çivilerden aile büyüklerinin saygıdeğer portreleri sarkıyordu. Bir köşeye renk renk kapkacak yığılmıştı. Abanoz sandığın üzerinde iki gümüş sandal vardı.

Döşemenin üzerinde, sararmış kâğıt kümeleri arasında, deri ciltli kitaplar yatıyordu, fareler kendilerine yuva yapmışlardı burasını… Nihayet, bir denizci amcanın, Hannibal amcanın armağanı sarkıyordu ta14 vandan: içi doldurulmuş, baş ve kuyruğundan tavana bağlı yaşlı bir timsah. Martine Hala çatıya çıktığı zaman dünya yıkılsa umursamazdı. Kapısını iyice kilitliyordu. Peşinden gitmek yasaktı. — Git, bahçede oyna, diyordu. Pırtıları yerleştireceğim. Anlıyordum. Yalnız başına, aylak aylak, biraz evin içinde dolaştıktan sonra gidip kuyunun yanındaki incir ağacının altına oturuyordum. Bir nisan sabahı, o iç kışkırtısı ansızın gelip beni işte o ağacm altmda buldu. Benimle nasıl konuşacağım çok iyi biliyordu. Bir ilkbahar kışkırtışıydı. Sanırım, açık göklere, taze yapraklara, yeni açmış çiçeklere duyarlı olan birisi için en çekici kışkırtılardan biriydi. İşte bu yüzden direncim kırıldı, boyun eğdim. 15 Tarlaların arasında yürümeye başladım. Ah! yüreğim nasıl da çarpıyordu! İlkbahar bütün görkemiyle parıldıyordu.

Kırlara açılan çit kapısını açtığım zaman, binlerce ot, ağaç, taze ağaç kabuğu kokusunun saldırısına uğradım. Küçük bir koruya kadar arkama dönmeksizin koştum. Koruda arılar dans ederek uçuyorlardı. Çiçek tozlarının uçuştuğu hava kanatlarının titremesiyle çınlıyordu. Biraz ilerde, tepeden tırnağa kar gibi çiçeklerle donanmış bir badem bahçesi vardı, ağaçlarda yılın ilk üveyikleri dem çekiyordu. Bu güzellik karşısında başım dönmüştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir