Henri Loevenbruck – Disi Kurdun Gecesi

Toprağın belleği yabancıdır insanlarınkine. Tarih ve dünya üstüne her şeyi bildiğimizi sanırız, ama öyle eski çağlar vardır ki bugün çoktan yitip gitmiş olan binlerce harika henüz capcanlıdır o zaman. Yalnız ağaçlar anımsar, gökyüzü, bir de rüzgâr… Taş, kuşkusuz, böyle görüp bildi bütün çağların bitişini. Çünkü her çağın bir sonu vardır. Ama insanlar bunu unutmayı yeğler hep. Başdrüid Ernan kapısına sertçe vurulduğunu duyunca sıçrayarak uyandı. Normalde Saî-Mina’daki hiçbir hizmetkâr Konsey’in en yüce üyesini böyle uyandırmaya cesaret edemezdi. Güneş yeni doğmuştu. Önceki akşam uzun ve zor geçmişti. Büyük bozgundan beri her akşam öyleydi. Tartışmalar gecenin geç saatlerine kadar devam ediyordu. Konsey’de gerilim gitgide yükseliyordu. Herkes suçu başkasının üstüne atıyordu. Kimse ne yapacağını, nasıl tepki vereceğini, bunalımdan nasıl çıkacağını, belini nasıl doğrultacağını bilemiyordu. Geçmişte Konsey hiç böyle bir bozgun yaşamamıştı.


Bir zamanlar o iki dönmenin Konsey’den ayrılışı bile bugün Gaelia’yı ikiye bölen savaş kadar korkunç bir etki yaratmamıştı. Zorlu, kargaşa dolu bir dönemdi elbette. Ama daha ciddi bir neden olmadıkça Başdrüid’i uyandırmaya gelen olmazdı. Oysa Ernan kapının ardında bir hizmetkârın sesini duymuştu işte. Endişe ve telaş dolu bir ses. Hiç kuşkusuz korkunç bir şey olmuştu. Yaşlı adam ağır ağır kalktı, beyaz cüppesini kollarından geçirdi. Hizmetkâr yine kapıya vurdu. Ernan önündeki büyük aynaya baktı. Yıpranmış bir adamın suretini gördü aynada. Gözlerinde kederin umudu nasıl defettiğini gördü. Saî-Mina tarihindeki en büyük bunalımı göğüslemesi için Moїra neden onu seçmişti? Nasıl başa çıkabilirdi bununla? Derin bir iç çekti. Her şeye hazırlıklı olmalıydı. Her habere. En kötüsüne bile.

Her şey olabilirdi. Çünkü Moїra eşi görülmemiş bir altüst oluş başlatmıştı. Dünya değişecekti. Dünya değişmeye başlamıştı hattâ. Başdrüid büyük dairesinin kapısını açtığında hizmetkârın gözlerindeki korkuyu fark etti. Delikanlının adeta dilinin tutulmasına neden olmuş derin bir korku. Drüid ne olduğunu sorunca hizmetkârın tek söyleyebildiği şey “Aşağıda” oldu. Ernan öfkeyle iç çekti, delikanlıyı iterek büyük avluya gitmek üzere merdivenlere yöneldi. Makamı gereği koşamıyordu. Her hal ve şartta soğukkanlılığını koruması gerekiyordu ama büyük beyaz meşe asâsına dayanarak olabildiğince hızlı indi basamaklardan. Merdivenin alt başına vardığında dışarıda toplanmış sessiz kalabalığı gördü. Drüidler, Magisteller ve hizmetkârlar birbirlerine iyice sokulmuş, kıpırdamadan duruyorlardı. Hepsi de aynı yöne bakıyordu. Avlunun ortasında daire olmuşlardı. Ernan alnını sildi.

Bu tedirginliğin bir tek nedeni olabilirdi. Ama Başdrüid bunu kabullenmek istemiyordu. Asasının topuzunu iyice sıkarak kalabalığın arasına daldı. “Çekilin!” İnsanlar kenara çekildiler. Avlunun ortasına vardığında gördüklerinden şaşkına döndü. Olabilecek en kötü şeyi aklına getirmişti ama korktuğundan daha fazla sarsıldı gördüğü manzara karşısında. Meşe ağacı sökülmüştü. Büyük avlunun asırlık meşesi yerinde yoktu. Saî-Mina’nın kutsal simgesi çalınmıştı. On üç taş tahtın ortasında kaygı uyandıran bir boşluk kalmıştı. Toprakta geniş bir çukur vardı. Bir tehdit. Bir meydan okuyuş. Bir ihanet. Bütün bakışlar Başdrüid’e çevrildi.

Ernan bütün yüzlerde aynı endişeyi fark ediyordu. Bütün gözlerde aynı beklentiyi, aynı şaşkınlığı. Saî-Mina ruhunu kaybetmişti. İhtiyar adam kalbinin atışlarını işitiyordu. Her tarafında kendi yüzü yansıyormuş duygusuna kapılmıştı. Ve suçlayıcı bir bakış. Ciddi ve derinden gelen bir sesle “Hemen Konsey’in toplanmasını talep ediyorum” dedi. “Bütün Büyük-Drüid’ler Büyük Salon’a buluşmaya gelsin.” Arşivci Shehan “Hâlâ burada olanlar” diye karşılık verdi. Ernan çevresindeki kadınların ve erkeklerin üstünde bakışlarını gezdirdi. Elbette. Birkaç BüyükDrüid ve birçok drüid eksikti. Böylesi bir ihaneti gerçekleştirmek için epey kalabalık olmaları gerekmişti kuşkusuz. Saîman’ı çevresinde dolaştırdı ve en yakın meslektaşlarından hangilerinin kalabalık arasında bulunmadığını hemen öğrendi. Henon, Kalan, Otelian ve Tiernan.

Dört yeni hain. Onlarla birlikte de bir sürü drüid ve Magistel tabii. Ernan “Evet, hâlâ burada olanlar” dedi. “Yoklamada bulunmayan drüid ve Magistel’lerin kimler olduğunu kahyâ saptasın. Bütün isimlerin bana verilmesini istiyorum. Kesinkes hepsinin.” Gerisin geri döndü, Konsey Salonu’na gitmek üzere yüksek kuleye yöneldi öfkeyle. Ama büyük kapının eşiğinden geçmeden önce arkasına döndü, afallamış kalabalığa bakarak şöyle dedi: “Bütün bunlar benim iznim olmadan asla Saî-Mina dışında konu edilmeyecek. Herkes işinin başına dönsün!” Ama Ernan olanları herkesin çabucak öğreneceğinden emindi. Haber bütün adayı dolaşacaktı. Böyle bir olay uzun süre sır olarak kalamazdı. Çok geçmeden Gaelia Konsey’de bölünme olduğunu öğrenecekti. Saî-Mina’nın devrildiğini öğrenecekti. 1. BÖLÜM Kehanet Aléa ve Erwan’ın iyileşmesi günler sürdü, sonbahar başına kadar ayağa kalkamadılar.

Yasları ise daha da uzun zaman aldı. Finghin her sabah Aléa’nın omzunu tedavi etmeye geldi, kırığın kaynaması için Saîman kullandı. Samildanach ordusundan geriye kalan son askerler -kendilerine böyle diyorlardı- yavaş yavaş Aléa ve arkadaşlarının çevresinde toplanmış, ormanın bu ücra köşesinde, ortamın elverdiğince konforlu bir kamp yeri kurmuşlardı. Çadırlar, küçük ahşap kulübeler, mütevazı döşekler, masalar, ağaçsız düzlüğün ortasında da hiç sönmeyen büyük bir ateş. Pek konuşulmuyordu, çok sayıdaki yaralının tedavisi yapılıyordu, bazı akşamlar sadece gaydanın hüzünlü şarkıları bozuyordu sessizliği. Yıldızlı gök kubbeye gözlerini diken Mjolln ateşin yanında Faith’in ona öğrettiği ezgileri çalıyordu; her nota ozanın anısına akıtılan bir gözyaşı damlasıydı. Arp çalan kadının ve Magistel’in anısı bütün kalplerde yaşıyordu. Bütün kalplerde acı vardı. Kaitlin ise tatlı sözleriyle yol arkadaşlarının kederini hafifletmeye çalışıyordu. Gezgin oyuncu kız bir gezgin ozan kadar yetenekli bir anlatıcıydı kesinlikle. Onun öyküleriyle, küçük piyesleriyle insan neredeyse her şeyi unutuyordu, hak edilmiş bir dinlenme ânında dertlerden uzaklaşılıyordu. Finghin iyilik dolu bir gülümsemeyle genç kızın yanında kalıyordu. Elleri birleşiyordu bazen. Ama genç drüid yola çıkma arzusunu gizlemeye çalışıyordu özellikle. Aléa ya da Erwan’a acele ettirmek istemiyordu, onların dinlenme ihtiyacının sadece bedensel olmadığını biliyordu.

Ama dünya onları çağırıyordu. Tarih durmamıştı. O iki değerli varlığın kaybı ne kadar acı olursa olsun, uzaklarda Gaelia yaşamaya devam ediyordu ve günün birinde yola koyulmak gerekecekti. Tarihin önü sıra yola koyulmak. Çevredeki askerler bunu kanıtlamak için buradaydı. Gaelia harekete geçmeye hazırdı. İlk iyileşip ayağa kalkan Erwan oldu. Birkaç gün sonra normal yürüyebilecek hale geldi ve çok geçmeden, küçük topluluğun erzak ihtiyacına katkıda bulunmak üzere ava bile çıktı. Birkaç saat ortadan kayboluyor, ormanın derinliklerine dalıyordu tek başına, sonra akşamleyin, sonbaharın kızıl renkleri arasında, uzun saçlarını savurarak ve omzunda vurduğu av hayvanıyla geri dönüyordu. Onu artık Komutan diye çağıran birçok asker, yanında ava gitmek için ısrar ediyordu. Ama genç Magistel tek başına kalmak istiyordu. Sanki avlayacağı hayvanlar değildi de mateminin acısıydı. Babasının anısıydı. Çünkü Galiad Al’Daman Erwan’ın yegâne ailesiydi. Ve sevdiği kızın şimdilik delikanlıya hiçbir yardımı dokunamazdı.

Çünkü Aléa suskun duruyordu. Uyumadığı zamanlarda, hep yanında taşıdığı Anali Ansiklopedisi’nin ağır ve kalın cildine gömülüyordu. Kitabı dizlerine açıyor, sayfaları ağır ağır çeviriyor, ilerledikçe okumayı öğreniyor, sözcüklerin anlamlarını uzun uzun arıyor, henüz tanımadığı harflerde takılıyordu. Birkaç gün sonra sanki okumayı eskiden beri biliyormuş gibi oldu. Sayfalar daha hızlı çevrilmeye başladı, genç kızın bakışları daha da keskinleşti. Daha parlaklaştı. Ama hâlâ konuşmuyordu Aléa. En sadık arkadaşı Mjolln’la bile, onu seven delikanlıyla, Erwan Al’Daman’la bile konuşmuyordu. Yanına çağırdığı genç drüid Finghin’le, kardeş gibi sevdiği Kaitlin’le de konuşmuyordu. Mjolln dışında herkes genç kızın bu suskunluğuna uyum sağlamışa benziyordu. Cüce her geçen gün biraz daha sabırsızlanıyordu. Kızın karşısına oturuyor, saatler boyu ansiklopediyi okuyuşunu izliyor, kızın hâlâ konuşmadığını görünce öfkeyle derin derin göğüs geçirerek gürültülü bir biçimde küçük kulübeden dışarı çıkıyordu. Aléa’nın çevresinde kamp kurmuş yüzlerce asker kızın armasını taşıyordu ama konuştuğunu hiç duymamışlardı. Onun için asker olmuş, onun uğruna savaşmış, kardeşlerinin yanı başlarında Aléa uğruna düşüp ölüşüne tanık olmuşlardı ama Aléa şimdi ulaşılmaz bir ahşap kulübede uzak bir gölgeydi sadece. Bu durum da kızın çevresinde yavaş yavaş örülen efsaneye katkıda bulunuyordu elbette.

Aléa henüz dışarı çıkmamıştı, askerlerin çoğu onun yüzünü bile görmemişti. Ama sırf ondan söz ediliyordu. Güzeldi, iri yarıydı, güçlü kuvvetliydi, kendini Aléa’ya adamış bir orduda dolaşan söylentilerdeki bütün umutların toplamıydı. Ama Aléa’nın dinlendiği kulübenin ağzını kapatan kırmızı perdenin arkasında, genç kızın arkadaşları sadece suskunluğunu dinliyorlardı onun. Konaklamaya başladıkları ilk gün cücenin yaptığı küçük masada hep birlikte yemek yedikleri bir akşam, hâlâ bir köşeye çekilmiş, yatağına uzanmış duran Aléa en sonunda konuştu. “Finghin, seninle konuşmamız gerek” dedi. Bunu söylerken arkadaşlarına hiç bakmadı, sanki günlerdir onları ayıran bir sessizlik yokmuş gibi davrandı. Hepsi de şaşkın şaşkın bakıştı, sonra yavaş yavaş gözlerini Aléa’ya çevirdiler. Genç drüid tahta kaşığını masaya bırakıp “Seni dinliyorum” dedi. Aléa aniden ayağa kalkarak “Yok, burada olmaz. Ormanda yürüyüşe çıkalım” dedi. Mjolln öfkeyle “Sizi duymamızdan mı korkuyorsun? Şu işe bak yahu! Bizden sakladığın şeyler mi var?” diye bağırdı. Kaitlin cüceye sakinleşmesini işaret etmek için kaşlarını çattı. Ama Aléa gülümsedi. Bay Abbac’ın kişiliğini neredeyse unutmuştu.

“Hayır Mjolln. Sadece yürümeye ve düşünmeye ihtiyacım var. Finghin bu konuda bana yardım edebilir. Ama gelmek istiyorsan gel, başımın üstünde yerin var. Saklayacak hiçbir şeyim yok. Hele en eski dostumdan.” Cüce yüzünü buruşturarak “Çok iyi” diye karşılık verdi. “Tabii gelmek istiyorum. Öhöms. Benim de yürümeye ve düşünmeye ihtiyacım var. Moїra aşkına! Evet ya, ben senin en eski dostunum!” Aléa kendinden emin, neredeyse tiyatroya özgü bir tavırla kulübenin çıkışma yürürken “Hadi gidelim!” diye davet etti cüceyi. Geçerken Phelim’in asasını eline aldı, büyük beyaz cüppesini omuzlarına attı. Arkadaşları genç kızın yürüyüşünü şaşkınlıkla izlediler. Tümüyle iyileşmişe benziyordu. Ama ne yapacağı kestirilmez biri olup çıkıyordu günden güne.

Büyümüştü adeta. Nekahet döneminde birkaç yaş yaşlanmıştı sanki. Soylu, dimdik, kendinden emin ve güzeldi, artık bir çocuk değil kararlı bir genç kızdı. Mjolln oturduğu yerden sıçrayıp Aléa’nın peşinden fırladı. Çok geçmeden Finghin, Kaitlin ve Erwan’a üzgün bir bakış atıp ikiliyi takip etti. Ama Kaitlin’le Erwan Aléa’nın yeniden konuşmaya başladığını görmekten çok mutluydular. Bu, şimdilik içlerini rahatlatmaya yetiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir