Herkül Milas – Göç, Rumların Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı

Anadolu’da yaşanan bunca acıyı dile getiren bu sözlü tarih belgelerini okuyunca birbirine zıt iki istek doğdu içimde. Birinci eğilim bu olayların okutulmaması, anımsatılmaması, yeniden yaşatılmaması yönündeydi. Okuyucular insanların birbirlerine böylesine gaddarca davranabileceklerini nasıl karşılayacaklar, komşularına ve hatta kendilerine karşı güvenleri sarsılmayacak mı diye ciddi olarak kaygılandım. Bu tür duyguların, uzak bir geçmişte de olsa, yaşanmış olduğu anımsatıldığında uluslararası ilişkilerde gerginliği yeniden üretmez mi? İkinci bir ses ise, ‘hayır’ diyordu, ‘bunlan bilelim, yeni kuşaklara ders olsunlar, savaşların ve milliyetçi serüvenlerin, en başarılı bir biçimde sonuçlandıklarında bile ne tür acılara neden olduklan gerçeği su yüzüne çıksın.’ Her iki zıt istek de içimde hâlâ eşit güçte. Bu önsözü iki farklı görüşü uzlaştırma umuduyla yazıyorum. Geçmişin anımsatılması çok farklı biçimlerde ve amaçlarla gerçekleşebilir, bunu savunacağım: Kimi zaman yeni sıkıntıların temeli olabilir, kimi zamansa daha az acılı bir geleceğin. Okuyucudan metinleri ille de benim anlayışıma uygun bir biçimde okumasını istemem kuşkusuz gerçekçi bir beklenti değil, herkes değerlendirmelerinde özgürdür, ama farklı okunuşların olabileceğini tartışmamız herhalde yararlıdır. Bu amaçla bu metinlere daha yakından bakalım. 1919-1923 yıllarında Anadolu’da Türklerle Yunanlılar savaştılar. Yunanlılar yenildiler ve Türkiye egemenliğini kazandı. Bu savaş her iki taraf için ‘millî bir dava’ idi. Sıradan insanlar ise kendilerini savaşın girdabında buldular. Savaş nüfus mübadelesine neden oldu. Hıristiyanlar ve Müslümanlar evlerini, yakınlarını yitirerek yeni vatanlara göç ettiler.


Okuyacağınız öyküler işte bu olaylarla ilgilidir. Ama olaylar mübadillerin açısından anlatılmaktadır. Onların serüvenini, onların sıkıntılarını ve en önemlisi, bu geçmişi ‘onların’ algılamalarına göre okuyacağız. Olayların tarafsız anlatımını değil, bu olayların bir ulusa bağlı insanların düşünce ve bilincine uygun olarak nasıl hatırlandığını ve biçimlendiğim öğreneceğiz. Türk tarafının bu yıllarda çektikleri bu kitapta ya hiç yoktur ya da dolaylı olarak ve sınırlı olarak dile getirilmektedir. Sonuç olarak, ilk okuyuşun ardından Türk okuyucunun aklına şu gelebilir: ‘Olaylar taraflı anlatılmaktadır, Türkler olumsuz kişiler olarak sergilenmektedir. Yunan tarafının olumsuz yanlan neden anlatılmıyor?’ Giderek, okuyucu bu sayfaların içinde, dile getirilen insan dramından çok, abartıya, melodramatik söyleme, suskunluklara, hezeyanı andıran hayal gücüne gereğinden çok dikkat etmeye başlayabilir. İkinci okuyuş biçimi ise farklı bir varsayımla yola çıkabilir: Bütün metinler bir yerde kaynağın (yani yazarın) damgasını taşır. Bir ulusa bağlı kişilerce oluşturulan ve ulusal konulan işleyen metinler ise o ulusun damgasını taşır. Taraflıdırlar. Metinlerin kendileri taraftır. Türkiye’de oluşturulacak ve aynı olaylan konu edinen metinler de bu kez Yunanistan’da okunduğunda aynı biçimde eksik, hatta maksatlı görülecektir. Bu bir gerçek olarak kabul edildiğinde bu sayfalardaki olaylar farklı bir anlam kazanırlar. Artık olaylann ‘kendilerini’ değil, olaylann bir ulusa bağlı insanlann belleğindeki -hatta dilindeki- yansıtılmalannı okuduğumuzu anlıyoruz. Bir tür toplu bir belleğin nasıl bir işlevi olduğunu görüyoruz, bir komşu ulus içinde nelerin konuşulduğu, nelerin yeniden üretildiğini öğreniyoruz.

Taraflı da olsalar metinler artık toplumsal bir gerçekliğin ta kendisidirler. Ve bu metinlerin aracılığıyla da karşı tarafı daha derinden tanıyoruz. Ama bu noktadan sonra da yine farklı iki okuyuş izleyebiliriz. Kimileri ‘karşı tarafın kötü niyetini’ görmekle sınırlı kalabilir, ‘biz’ ve ‘öteki’ karşıtlığından başka hiçbir şey seçemeyebilir. Oysa ben farklı bir okuyuşu izledim. ‘Aşın ulusçu duyarlılıklann ötesinde başka neler olabilir bu metinlerde’ diye baktım. Ben kendi payıma şunlan gördüm, okudum ve düşündüm: En başta bu metinlerde çatışan uluslann, ordulann ve resmi tezlerin çıkardığı o toz dumanın ve sağır edici gürültünün ardında ben, hep bazı insanlann bulunduğunu gördüm. Ve özellikle bebekleri, çocuklan, kızlı erkekli gençleri ve yaşlıları… Kuşkusuz çoğu masumdu; o kavgada yer almayan ama tüm acılanna katlanan yine onlardı. Aslında kavgaya katılanlann çoğu da kendi istekleriyle yer almadı bu serüvende. Kimi zaman zorla, kimi zaman aldatılarak ya da bir yazgıyı izleyerek, yani sosyologlann sözleriyle söylersek zamanın girdabına kapıldıklanndan bu olaylarda yer aldılar. Bunlann kimilerine Türk ya da Yunan diyebiliriz. Ama bu neyi değiştirir? Nasıl olur da ölen bir bebeğin, memleketinden sürülen bir ninenin etnik kökeni acıyı daha hafif ya da daha gerçek kılabilir? Sorunun cevabında sanırım milliyetçiliğin, en bağnaz toplu bencilliğin tarifi yatar. Dile getirilenler dikkatle ve satır araları da atlanmadan okunduğunda bu dramın gerçek boyutunun nedenleriyle birlikte izi sürülebilir. Resmi tarihin pek değinmediği bir dünyaya ulaşırız. Soyut uluslann değil, somut insanlann tarihini yazacak tarihçiler için eşsiz bir kaynaktır söylenenler.

‘Önceleri Anadolu’da mutlu yaşardık Türklerle’ dedi hemen hemen bütün Rumlar; sonra bir yanda Ittihatçılar’ın Büyük Mefkure’si öte yanda Yunanlılann Megali İdea’sı, sınırlandıkça sınırlandı insanlann ufku ve mutluluğu. Ve etnik yanş başlayınca vahşet artık davanın kaçınılmaz gereği olarak sineye çekildi, bir araca dönüştü, karşı taraftan kaynaklanan ise kaçınlmaması gereken bir propaganda malzemesi olarak kullanıldı. Nice ‘kara kitaplar’ yazıldı. Elinizdeki kitap, rahatsız edici yanlan olsa da, bunlardan biri değildir. Okuyucu iki göçün söz konusu olduğunu gözden kaçırmamalıdır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ‘emniyet mülahazaları’ ile Anadolu Rumlan, özellikle Batı Anadolu’da, bazen bir köyün tamamı bazen yalnız erkekler, yerlerinden edilir, sürülür. Kimileri Yunanistan’a sığınır. 1919’da Rumlar evlerine dönerler ve evlerine yerleşmiş olan Türkleri yerlerinden ederler. Artık düşmanlık sarmala dönüşür: Taraflar kinlerinde ve intikamlarında hep haklıdırlar. İki ordu savaşmaktadır. Barış ve dostluk isteyen Yanakos’un her iki tarafça nasıl hain sayıldığını ve nasıl öldürüldüğünü okuyoruz (A, 1.2.3). (Göndermeler özgün metindeki numaralara göredir.) Resmi tarih okumalanmızı nasıl da basitleştirmişti! Oysa burada iki tarafı – ‘bizi’ ve ‘onları’- seçmemiz bile zorlaşmaktadır.

Rumlara iyi davrananlar, onları koruyan, eşyasını saklayan, bazen Türklerdir (A, I1I.2.2; III.5.1; IV.3.1; V.8.1), zaman zaman Türk subaylardır ellerinden gelen yardımı esirgemeyen (V.6.1). ‘Babam bir Türk arkadaşına iki yüz altın lira vermişti. Arkadaşı geri döner dönmez paralan bize iade etti. Evlerimizi bıraktığımız gibi bulduk’ (A, V.8.

1) cümlesi yorumsuz geçer anlatımda; oysa siyah/beyaz bir dünya çizen millî tarihleri yalanlayan, önemli bir tanıklıktır. Rumlan sömürenlerse kimi zaman soydaşlarıdır (A, 1.2.3). Kimi zaman bu Rumların ana dili Türkçedir, memleket olarak Anadolu’yu bellemişlerdir. Bu metinler Yunanlı okuyucuyu da şaşırtmıştır. ‘Size ne yaptık da bizi öldürmek istediniz?’ diyen bir Türkün olabileceğini pek akıllanna getirmemişlerdir (A, 11.2.6). İnsanlar arasında yok olmayan, her şeye rağmen sönmeyen şefkati yine bu anlatımlarda buluyoruz. İnsanlann iyiliği ve kötülüğü etnik bir kalıtımdan kaynaklanmıyor. Rum esirlere zarar verilmesine karşı çıkıp ayaklanan Türk köylülerini okuyoruz; ‘Yunanistan adını ilk kez Balkan Savaşı’nda duyduk’ diyen ama yine de Yunanlı sayılıp Anadolu’dan uzaklaştınlanları okuyoruz (A, V8.1). Treni ve denizi ilk kez bu göç sı­ rasında görenleri, onları Yunanistan’a götürecek gemiyi büyük bir ev sananları, gemi ekseni etrafında dönüyor diye küçük dillerini yutan, Türkçe konuşan Orta Anadolulu sıradan köylüleri de, Yunan sayılıp evlerinden sürüldüklerini de burada öğreniyoruz. Ama savaş zamanı genellikle başka yasalar daha geçerli oluyor.

Yunan ordusu ilerlerken Türkler panik içinde evlerini bırakıp kaçıyor, Türk ordusu geri gelirken bu kez Rumlar kaçıyor. Bu en doğal bir biçimde anlatılıyor. Nedeni açıklanmıyor bile. Olanlar doğal şeyler sayılıyor. Savaşları yaşayanlar bunu kabullenmişler, yenenin yenilene neler yapacağını bellemişler; bizler yadırgıyoruz (umarım). Ama haksızlıklar ulusların benliğine öylesine sinmiş ve bu gelişmeler öylesine kanıksanmış ki Rumların Türkleri sömürmeleri ve haklannı çiğnemeleri gerçeğinin de bu millî yanş döneminde nasıl bilinç düzeyine çıkmadığını bu metinlerin içinde bir güzel (güzel?) okuyoruz. Rumların Türkleri borçlandırarak topraklarını ellerinden kapmaları Rum anlatıcıya göre sıradan bir olay ya da beceriklinin hakkı. Ağır işlerde Türkleri çalıştırmak da öyle (A, V4.1). Yunan işgali sırasında Türklerin aşağılanmalarını, Türk kızlarına tecavüz edilmesini, hatta canlı canlı yakılmalarım -buna Yunan söyleminde çok seyrek rastlanır- yine bu metinlerde okuyoruz (A, IV4.1). Doğal olarak bu tanıkların da tüm gerçekleri dile getirdiklerini söyleyemeyiz. Yazılanlar Mübadele’den on, yirmi hatta kırk yıl sonra, belli bir millî tarih yorumunun yerleştiği Yunanistan’da kayda geçirilir. Yunan toplumunun duymak istedikleri kuşkusuz abartılıp vurgulanır. Bir sürü efsane hatta halüsinasyon gerçek olaylarla harmanlanır.

Yunan subayı Mustafa Kemal’in annesini kurtarmış (A, IV.22), ölü var diye gemi kendiliğinden durmuş gibi anlatımlar bu harmanlanmanın içinden sökün eder (B, II.l.l)… Konuşanlar kendilerini sansürden de geçirir: ‘Burada, Kerkira’da Türkler hakkında iyi sözler söylemeye cesaret edemiyoruz. Bize Türk dölü diyor, Türkleri kasıtlı olarak övdüğümüzü iddia ediyorlar’ diyecektir bir tanık (B, II.l.l). Türkiye’de ise Türkler aleyhinde kötü sözler söylemek bir cesaret işidir. Oysa bu tanıklıklarda da bu yaklaşım boldur. Ama tabuya dönüşen bir hassasiyet sonunda cehaleti ve bilgisizliği besler. Karşı tarafın ‘bize’ karşı söylediklerine kulakları tıkamak doğal olarak kişisel bir haktır. Oysa başkalarının kulaklarının ne duyacağını kontrol etmek özgürlüğü kısıdamaktır. Ama dikkadi bir okuyuş bu tür duyarlılıkların gereksiz olduğunu kanıtlar. Bir tanık ‘Mustafa Kemal Türkler için bir Tann idi, Rumlar ise öyle görmezdi’ der (B, V1I.2.

1). Gerçekten de, bu tür millî davalarla ilgili savaş dönemlerinde uluslar kendi aşın söylemlerini geliştirirler, iyi ve kötüyü kendi dar çıkarlanna göre dile getirirler. Düşman ordunun başında bulunan kişi hakkında olumlu sözler söylenmemesi doğaldır ve bu Türk okuyucuyu şaşırtsa da, yadırgatmamalıdır. Ama yine de satır aralannda Mustafa Kemal için ilginç övücü ifadelere de rastlanır. 1922 yılında bir Rum Mustafa Kemal’e telgraf çekip şikâyette bulununca çetelere karşı tavır konulur ve Rum köyü korunur (B, 1.4.24). Aslında bu sayfalarda okunacak vahşet olaylannm dengeli bir yorumu yapılmalıdır. Savaş dönemi devlet kontrolünün zayıfladığı hatta tamamen yok olduğu bir dönemdir. Çeteler, haydutlar, soyguncular ve katiller, hatta ruh hastalan, sadistler, sapıklar vb., serbest bir faaliyet alanı bulmuşlardır. Bunlar her ırktan, her dindendir; herhangi bir dili konuşabilirler. Kontrolün sağlanabildiği hallerde suçlulann cezalandmldıklarını, Türk jandarmaların çetelere karşı Rumlan koruduğunu okuyoruz (B, 11.2.1; V3.

1). Savaşın sebep olduğu vahşeti etnik bir topluluğa mal etmek, vahşetin başka bir yüzüdür. Peşin yargıları, ulusal hassasiyetleri, aşmlıklan ve uydurmalan ayınp, gerçekleri seçebilecek okuyucular pek bilinmeyen bir geçmişi ibretle okuyacaktır. Bu sözlü tarih belgeleri hem tarih, hem sosyal yaşam, hem de Anadolu’nun belli bir dönemdeki durumu hakkında özel ve değerli bir kaynaktır. * * * Küçük Asya Araştırmalan Merkezi (KAAM), Yunanistan’da söz konusu mübadillerin Anadolu’daki yaşamlannm ve kül­ türlerinin kaydedilmesi gereğinin bir bilince dönüştüğü dönemde, yani 1930’lu yıllarda kurulmuş bir kurumdur. Rumların Anadolu’daki tarihsel görünümünü ön plana alıp o yörenin tarihini ve kültürünü bilim ve araştırma nesnesi olarak benimsemiş ve bu amaç çerçevesinde bir dokümantasyon merkezi olarak da çalışmıştır. Anadolu’dan göç eden Rumların anlatılarına dayanan bu sözel tarih arşivi, 1922 öncesi yaşamla ilgili zengin ve eşsiz bir bilgi hâzinesidir. 300.000 yazılı sahifeyi aşan ve 1.375 beldeyi kapsayan bu arşiv için yüzü aşkın bir araştırmacı ekibi çalışmıştır. Müzikolog bayan Melpo Logotheti-Merlier ve Yunan edebiyatı profesörü Octave Merlier tarafından kurulan ve özerk bir statüye sahip olan KAAM 1980 ve 1982 yıllarında toplamı bin sayfayı geçen iki cilt halinde bu arşivin küçük bir bölümünü yayınlamıştır. Birinci cilt Anadolu’nun Batı kesiminde gerçekleşen göç serüvenine, ikinci cilt ise Orta Anadolu’ya ayrılmıştır. Elinizdeki kitap bu iki ciltten yapılan seçmelerden oluşmaktadır. Buraya alman metinler kısaltılmamış, çeşitli mülahazalarla sansür edilmemiş, yani Yunancadan bütün olarak çevrilmiştir. Metinler özellikle bütün bölgeleri kapsayacak şekilde seçilmişlerdir.

Aslında Mübadele genel olarak iki ‘tür’ olmuştur. Batı Anadolu’da, yani savaş alanı içinde kalmış olan Rumlar büyük bir karışıklık ve panik içinde ve resmi mübadeleden önce düzensiz bir biçimde göçmüşlerdir. Bu olaylar kitabın birinci kısmında verilmektedir. Orta Anadolu’dan daha düzenli göçenlerin anlattıkları ise ikinci kısımda sunulmaktadır. KAAM, elinizdeki kitap baskıya hazırlanırken Kuzeydoğu Anadolu (Pontus) Rumlarının göçünü anlatan üçüncü bir cilt daha hazırlamaktadır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir