Hermann Broch – Bilinmeyen Deger

Beyaza boyanmış sıralan ve duvarları kaplayan beyaz fayanslarıyla fizik salonu tertemiz bir izlenim uyandırıyordu. Laboratuvar görevlisi Anton Krispin, amfinin tam dibinde uzunlamasına duran kürsünün üstündeki tuhaf biçimli cam kaplan toparlamakla meşguldü. Tıraşı özensiz, ufak tefek bir adamdı Anton Krispin, -lekeli ve ütüsüz siyah laboratuvar önlüğü omuzlarından aşağıya sarkıyor, kareli yeleğinin üstünde gümüş bir saat zinciri sallanıyordu-, ders esnasında, karmakarışık matematik formülleriyle dolan kara tahtayı silmeye çalışırken, ayak parmaklarının ucunda yükselmek zorunda kalıyordu. Kimi öğrenciler hâlâ sıralarında oturuyor, geniş ıslak şeritlerin altında beliren siyah ve parlak tahtayı, tebeşirli suyun beyazımtırak damlalar halinde akışını izliyordu; görevlinin işin sonunda, tahtanın alt kenarına yatay bir bitiş çizgisi çekerek, hâlâ hareket halinde olan damlacıkları yakalayıp silişi, izleyicilerden bazılarına hoş duygular yaşatıyordu. Örneğin Richard Hieck’e; simsiyah parlayan ıslak tahta, gökyüzünün kadifemsi gece halini anımsatıyordu ona. Richard Hieck üst sıralardan birinden sıraya sürtünerek kalktı. Üzerinde, görevlininki gibi siyah bir laboratuvar önlüğü vardı; tabii ki papaz cüppesi gibi boğazına kadar iliklenmişti, görevlinin lakayt çevikliği ise onda yoktu. O daha çok, önlüğünü özenle toparlayıp tutan, ama buna rağmen açılır kapanır oturma yerlerine sıkışmasını engelleyemeyen iri ve hantal biriydi. Bu aşırı beceriksizliğine karşın, hattâ neredeyse onunla çelişki içinde, güçlü kemikli kafatasının ön kısmı, yağsızlığına ve keskin hatlarına bakılırsa zamanla -yaşam tarzında uygun değişikliklerin olması koşuluyla- İspanyol vurgulu bir çehrenin çilekeş sertliğine dönüşebilecekmiş gibi görünen bir yüzle tamamlanmıştı. Ders aralarının alışılmış görünümünü alan koridorun pencerelerinden içeriye, karşı çatıların üzerindeki karın iyice parlattığı kış güneşinin ışıklan vurmaktaydı; pencerelerin altındaki kalorifer peteklerinden sıcak hava yükseliyordu; içeri düşen gün ışığında sigara dumanının oluşturduğu bulutlar asılı kalmıştı; taş zemin üzerinde sürüklenen ayak sesleri duyuluyordu; kıyıda köşede sigara izmaritleri vardı, kapılan açık duran dersliklerden boğucu bir hava ve tozlu bir koku gelmekteydi. Hieck, sol omzu daima biraz yukarıda, sakin ve kaskatı yürüyüşüyle, Profesör Weitprecht’in odasına yöneldi. Doktora teziyle ilgili görüşecekti. Weitprecht’in bekleme odası olarak da kullanılan sınav odasının kapısı açıktı. Enstitünün referans kütüphanesi buraya alınmıştı, duvarlarda bazı profesörlerin resimleri görülüyordu ve san sandalyelerle çevrelenmiş sınav masasının arkasında, Weitprecht’in matematik asistanı Doktor Kapperbrunn oturmaktaydı. Saf matematikçi olarak, fızik çalışmalarını küçümseyen biriydi.


Hieck ise saf matematikten fiziğe kaymış olduğu için, onunla bilhassa dalga geçiyordu. Üzerinde can sıkıntısıyla çalıştığı hesap çizelgelerinden başını kaldırıp baktı. “Merhaba, Hieck… baksanıza, halâ toplama yapabiliyor musunuz?” “Hayır,” dedi Hieck ciddiyetle, “gerçek bir matematikçinin toplama yapabilmesi gerekmez.” “lyi,” dedi Kapperbrunn, “ama bu angaryayı sırtımdan alsanız ne güzel olurdu.” “Ne demek,” dedi Hieck nazikçe, “bakabilir miyim?” Kapperbrunn ayağa kalktı. Pek bilimsel görünmeyen neşeli bir . yüzü vardı, biraz tombulcaydı, şimdilik bir sürü yöntemle savuşturduğu, ama ileride sahip olacağı bir göbek için her şey hazırdı. “Yann pazar olması çok iyi,” dedi, “kayak yapmak sizin aklınızın ucundan geçmez tabii?” Hemen önüne çektiği çizelgelerin üzerine eğilmiş olan Hieck: “Burada ya bir hata var ya da bir mucize,” dedi. “Umanın mucizedir,” diye cevapladı Kapperbrunn ilgisizce. “Böyle bir alt değer mümkün değildir… Profesör Weitprecht bunu fark etmiş olmalı.” “Evet, bir ara sözünü etti,” diye cevapladı Kapperbrunn, “ama sonuçta ordinaryüsler de yanılabilir, özellikle de yanılgıları işlerine yarıyorsa.” Hieck, Weitprecht’in odasına açılan kapıya doğru baktı. “Yok, yok, içeride değil, ama zaten yüzüne karşı da söyledim… Aynca ben bu akşam Klober Kayakevi’ne gidiyorum ve ancak pazar gecesi dönerim.” Hieck: “Eğer bu doğruysa, fizikte devrim anlamına gelir,” dedi. “Daha önce de bir sürü devrim yaşandı,” diye cevapladı Kap-perbrunn.

O sırada içeriye Weitprecht girdi. Ürkek bir dalgınlıkla, yanın gözlüğünün üzerinden orada bulunanları süzüyordu, ama kuşu andıran sert yüzünde pusuda bekler gibi bir ifade de vardı. “Doğru mu, Doktor Kapperbrunn?” “Hesaplara göre doğru olması gerek; Profesör.” “Pekala… bakın, Doktor Kapperbrunn, bu olaya kümeler kuramıyla yaklaşılması lazım gibi geliyor bana.” Kapperbrunn dikkat kesildi: “Bunu düşünmek gerekir.” “Evet, lütfen düşünün bunu…” Weitprecht tam odasına gidecekken bir kez daha durdu: “Aslında çok aydınlatıcı olabilir?” Kapperbrunn Hieck’i göstererek: “işte, burada eski bir sayı kuramcımız var… Ilk günahınızdan önce sayı kuramıyla ilgili bir şey yayınlamıştınız, öyle değil mi, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” Hieck: “Henüz tam olarak kavrayamadım, ama ilgilenmeyi isterim,” dedi. “Adınız neydi?” diye sordu Weitprecht, ardından da çabucak ekledi: “Ah evet, Bay Hieck, kusura bakmayın.” “Profesör, aslında ben tezimi inceleyip incelemediğinizi öğrenmek istiyordum,” diyerek lafı kendi sorununa getirdi Hieck. “Tezinizi mi? Teziniz…” Weitprecht belleğini zorluyordu: “…Evet… Kunz üzerinde çalışıyor… Eh, herhalde işler yolundadır… Ama bu arada siz de Doktor Kapperbrunn’la birlikte kümeler kuramı üzerinde durabilirseniz… Bu benim için gerçekten çok önemli.” Sonra da odasına girip gözden kayboldu. “Evet,” dedi Kapperbrunn, Weitprecht dışarı çıktıktan sonra, “hayalini kurduğum rahat memuriyet işte böyle bir şey. Günün birinde ordinaryüs olursam, asistanlarım sakin bir yaşam sürecek, buna emin olabilirsiniz.” Hieck yavaşça: “Ama bu çok çekici bir düşünce… belki de gerçekten bir gözlem hatası değildir,” dedi. “Çok hareketli bir şef veba gibidir… çekici düşünceler ise vebanın ta kendisi… Bu konuyu Klober Kayakevi’nde düşüneceğim…” “Geçen yıl boyunca sadece nicelikler kuramıyla ilgili çalıştım,” dedi Hieck. “Nicelikler kuramıyla da deneyebilirsiniz tabii.

” “Ciddi olamazsınız?” dedi Hieck. “Bilimde en saçma şeyler birdenbire ciddileşiverir.” Kapper-brunn’un elleri pantolon ceplerinde, dışarıya, dışarıdaki kara bakıyordu. “En azından saf matematik olmayan tüm bilimlerde… Ne de olsa matematikte işler hâlâ en saf biçimde yürüyor.” “Evet,” dedi Hieck. “Biliyor musunuz,” dedi Kapperbrunn, “matematik bir bakıma insan ruhunun umutsuzluğunun ifadesidir… aslında ona ihtiyacımız yok, ama bir tür dürüstlük adası olduğu için seviyorum matematiği.” Hieck söyleyecek pek bir şey bulamamıştı. Kapperbrunn dalga geçiyor gibi geldi ona. Bir şeye ihanet etmekteydi Kapperbrunn, ama ihanet ettiği şeyin ne olduğu belli değildi. Matematik mi? Matematik Hieck için çok heyecan verici bir şeydi, ama bu konuda da doğru düzgün bir şey söylemek mümkün değildi, neden heyecan verici olduğu bilinmiyordu. Bu sırada Kapperbrunn tekrar söze girdi. “Gerçekten ciddiye alanlar sadece kadınlar,” diyerek açık kalan kapıdan görünen koridoru işaret etti, orada birkaç kız öğrenci duruyordu, “bilimin sadece kadınlar tarafından yapılmasını sağlamak gerekir. Eskiden toprağı işleyen de onlardı zaten. Erkekler ise… Siz Hieck, bu cüssenizle aslında oduncu olmanız gerekirdi.” Hieck, düşünce rotası öyle kolayca değiştirilebilecek biri değildi.

Marangozların temel görevi olan, bir ağaç gövdesinden mümkün olan en büyük hacimde keresteyi kesip çıkarma işini düşünüyordu gayri-ihtiyari. Büyük bir iş, diye geçirdi içinden, ama bunun için basit bir formül vardı. Sonra Kapperbrunn’un şöyle dediğini duydu: “Şu dışarıdaki kızlar arasından varsa güzel olan birini seçin ve iki günlüğüne kayakları ayağınıza geçirin. Saygın kişi haline gelinceye kadar mutlu olun, insan çok çabuk saygınlık kazanıyor.” “Evet,” dedi Hieck, aklında gitmek zorunda olduğu kütüphane vardı. Nasıl uzaklaşması gerektiğini tam bilemediği için, öğrencilerin yaptığı gibi aniden eğilip selam verdi ve soluğu dışarıda aldı. 2 Kimse farkına varmadan, kendisi de tam bilincinde olmadan zor bir gençlik geçirmişti Hieck. Bunun nedeni, katiyen içinde yetiştiği mütevazı koşulfar değildi, çünkü yiyecek bir şeyleri hep olmuştu, en azından savaş zamanlarına dek. Savaş-sırasındaysa köydeki akrabalarının yanına götürülmüştü ve orada da çok kötü şartlar altında yaşadığı söylenemezdi. Hayır, sorun bu değildi ya da tam da buydu, çünkü gençliğinde sıkıcı ve dile getirilemez olan şey, babadan kaynaklanan tuhaf titreşimde yatıyordu, bütün eve yayılan ve olup biten her şeyi inanılmaz bir güvensizlik atmosferine sokan bir şeydi bu. Şimdi bile hâlâ, onun ölümünün üzerinden yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, bu görünmez ve ürkütücü ateşin ışığı o kadar etkiliydi ki, Richard Hieck çocukken peşini asla bırakmamış olan o ürpertiden hiçbir zaman tam olarak kurtulamamıştı; bu ezici korku onu sürekli pençesinde tutuyordu, özellikle de Kramer Cadde-si’ndeki babaevinin kapısının önüne geldiğinde. Babası sessiz, sakin bir adamdı, hattâ hassas bile denilebilirdi, çilekeş yüzünü kısa, koyu renk bir top sakal çevreliyordu, hiçbir zaman tam olarak araştırılıp ortaya çıkarılmamış, sadece “memuriyet” denilen alelade bir mesleği vardı. Bu adam ne kadar sessiz ve sakin olursa olsun, hattâ tam da ondaki bu sessizlik ve fark edilmezlik, ki gidişi de, beklenmedik bir anda tekrar ortaya çıkışı da böyle olurdu, evi ürkütücü hale getiriyordu. Görünüşe göre bu memuriyetin sabit çalışma saatleri pek yoktu, çünkü bazen eve gece çok geç geliyordu, yatağa yatırılmış olsa bile insan, onun ayak sesini duymadan uykuya dalma cesareti gösteremezdi; odaya girip uyuyor görünenleri uzun süre seyretmeyi asla ihmal etmezdi babası, bu o kadar uzun sürerdi ki, nerdeyse dayanılmaz bir hal alırdı ya da pencereyi açar, ay ışığı içeri akıp yatakların üzerine yayılırdı. Sonra sessiz sedasız bir sandalyeye oturur, orada öylece ne kadar kalacağı belli olmazdı.

Diğer babalar gibi çocuklarıyla gezintiye çıktığı hiç görülmemişti. Bir defasında -pazar günü öğleden sonraydı- annesi, güzel bir ilkbahar günü olduğu için bu konuyu büyük bir özlemle dile getirdiğinde, başka zamanlar gülümsediği pek görülmeyen babası içten bir gülüşle şöyle demişti: “Dünya bizim dışımızda değil, içimizde yanar.” Hiç sönmeden, unutulmaz biçimde yanmaya devam eden bu olay, yeterince tuhaf olmalarına rağmen sözcüklerden çok, onlara eşlik eden, üzerine düştüğü her şeyi reddeden, buna rağmen tuhaf bir biçimde onu değiştiren o gizemli, eğlenceli bakış nedeniyle sonsuza dek Richard’m belleğine kazındı; gündüz olan her şeyin reddiydi bu ve aslında ne zaman uyuduğu bilinmeyen bir gece insanının bakışı ve gözüydü, yemek yiyor olması bile insanı her defasında yeniden şaşırtıyordu. Evet, sadece tesadüfen gündüzün ortasına düşmüş bir gece insanıydı o; bir süre sonra, bulutlu ve mehtaplı bir gecede, akşam yemeğinin hemen ardından en büyük çocuğunun elinden tutup -ki bu Richard’dı-, annesinin o zaman sözünü ettiği gezinti yerine doğru yürüyüşe çıktıklarında, bunun, reddedilen o öğle sonrası gezintisinin telafisi olarak gece gerçekleşmesi çok doğaldı. Ağaçlar vadiyi kapkara sarmış, kurbağalar dere kenarında vıraklıyor olmasına rağmen Richard hiç korku duymamıştı ve babasının yoğun sis altındaki çayıra aniden dalıp çiçek toplamaya başlaması ona inanılmaz gelmişti. Asıl kente geri döndüklerinde iş ürkütücü bir hal aldı, çünkü babası orada, o ana kadar elinde özenle taşıdığı ve eve ya da kansına götüreceği sanılan çiçekleri köprünün üzerinden nehre fırlatmış, bunu yaparken de, “Sudaki yıldızlar,” demişti. işte hep böyleydi bu, hiçbir şey net değildi, her şey bir belirsizliğin içine çekiliyordu ve hattâ annesinin bile, doğası ve köylü kökeni gereği kesinlikle daha az karmaşık bir hayata yönelmiş olması gerekirken, bu adamın, bakışı altında bütün ilişkiler ağının, en nihayetinde insanın bu aileyi bir arada tutan şeyin ne olduğunu, neden bu anne babanın çocuğu olduğunu, neden bu kardeşlerin kardeşi olduğunu, hattâ böyle bir şeyin olup olmadığını bilemeyeceği kadar dağılıp gittiği bu karanlık adamın etkisi altında, annesinin de üzerine bir belirsizlik çökmüştü. Evde asla babası hakkında konuşulmazdı, öldüğünde, onu anımsatacak tek bir fotoğraf bile yoktu, belki bütün bunlar ölüm de tıpkı bu insanın yaşamı gibi belirsiz olduğu, sadece tedrici bir farklılık, biraz daha kalın bir sis perdesi, gerçek bir sözde yaşamın ardından gerçek bir sözde ölüm anlamına gelen bir ölmüş olma hali; başından beri hep gece içinde ilerleyen ve akşamı hiç tanımayan bir yol olduğu içindi. işte böylesine tuhaf bir gölge düşmüştü bu gençliğin üzerine ve çocuklann hepsinde farklı etkiler yaratmış olsa da, kardeşlerin her biri yanında bu gölgeden parçalar taşıyordu. ikisinde bu etki kendini dizginlenemez bir huzursuzlukla dışavurdu; yirmi iki yaşındaki Rudolf Güney Amerika’daydı ve kendisinden hiç haber alınamıyordu; ondan bir yaş küçük Emilie ise tutkulu bir aşk hikâyesinin ardından basbayağı kaçmış, Berlin’de ya da başka bir yerde sürtmeye başlamıştı. Sert yüzlü, zor bir kız olan, dış görünüşü Richard’a en çok benzeyen diğer kız kardeş Susanne ise yıllardır manastıra girme hazırlığı içindeydi ve hiçbir şeyin onu bu niyetinden vazgeçirmesine izin vermiyordu. Kardeşlerin en küçüğü olan Otto’nun ise -arada bir çocuk ölmüştü- neye yöneleceği henüz belli değildi; annesi bu yakışıklı, ince yapılı oğlanın babasına benzediğini söylüyordu. Ancak onun neşeli ve küstah tavnnda babanın gececilliğinden hiç eser yoktu, parasızlık yüzünden çok istediği ressamlıktan vazgeçip, onun yerine bir grafik atölyesinde çıraklığa başlamak zorunda kaldığını -abartılı bir boyun eğişle- ima ederken bile yoktu böyle bir şey. Babalanndan kaynaklanan bu genel gevşeklik yüzünden çocuklar muhtemelen bir meslek edinemeyeceklerdi. Richard’ın böylesi-ne bir inatla okula ve üniversiteye sanlması ise bir ölçüde babanın etkisinin ve babasal özünün tersine çevrilmesiydi; okulda ve okulun düzenliliğinde, çocukken elinden alınmış olan netliğin en azından bir bölümünü bulmuştu.

Muhtemelen aynı nedenle, kısa süre içinde berrak ve matematiksel şeylere gizli bir eğilim, matematik dersinde yoğunlaşıp, bir gün bu mutluluk verici netlikteki şeyleri sınıfa kendisinin anlatacağı hayaline dönüşen bir eğilim duymaya başladı. Bu düşünce içten içe hâlâ canlılığını koruyordu, bugün bile pür dikkat dinleyen bir sınıf ve başını kaldırmış, şu an bulunduğu kürsüye bakan kendi çocuk yüzü geliyordu gözünün önüne; bu onun hayat planı haline gelmişti ve net bir şekilde buna sadık kaldı; kendini matematik öğretmenliğine hazırladı. Geçici olarak özel dersler verdi. Hoşgörüsüzlüğünden dolayı, ki bunu kabullenmeyi çoktan öğrenmişti, iyi bir öğretmen olamadı. Yine de ders ücretlerini ucuz tutarak, sadece cep harçlığını değil, evin bütçesi için annesine de katkıda bulunmasını sağlayacak sayıda öğrenci bulabiliyordu. Kuşkusuz annesi, babasının ölümünden bu yana yavaş ama fark edilir bir dönüşüm geçirmişti; adeta kendi özüne doğru bir geri dönüşümdü bu. Dışarıdaki yaşam ne kadar zorlaşmış olursa olsun, artık kırk beş yaşını geçmiş olan bu kadın, aslında giderek daha neşeli hale gelmiş, hatta dalgın neşesi içinde neredeyse hiç olmadığı kadar güzelleşmişti. Emilie’nin yaşam tarzından dolayı üzülse de, kendisine, manastıra girmeyi kafasına koymuş olan Susanne’den kuşkusuz çok daha yakın duran bu kızını neredeyse gıptayla izliyordu. Bu ilerleyen dünyevileşme ve içsel gençleşme sürecini görmezden gelmek mümkün değildi; Richard bile, kendi sorunlarına ne kadar hapsolmuş olursa olsun, annesindeki değişikliğin bilincine varmak zorunda kalmamak için -zaman zaman kendisinin de fark ettiği gibi- her ne kadar gözlerini ondan mütemadiyen ve neredeyse nefretle kaçırsa da bunu başaramıyordu. 3 Richard önüne Weitprecht’in deney dizisinin sonuçlannı almış, kümeler kuramı açısından yorumlamaya çalışıyordu. Masanın üzerindeki lamba, çoktan yatmış olan Otto’yu rahatsız etmesin diye bir gazete kağıdıyla karartılmıştı. Her akşamki normal tabloydu bu ve Richard yıllardır, tıpkı evin kokulan ve gürültüleri gibi buna da alışkındı. Günün çeşitli saatlerinde her bir odanın kokusunu tanımakla, ayna çerçevesinden düşen gölgenin ‘ duvar kâğıdının hangi çiçeğine kadar uzandığını bilmekle kalmıyor, sandalyenin üzerinde hareket edildiğinde döşemenin çıkardığı sesleri de tanıyordu, yeterince dikkatli dinlediğinde ise mobilyaların ve havanın durumundan, odada biri uyuyor mu yoksa sadece ses çıkarmadan yatıp uyuyor numarası mı yapıyor anlayabiliyordu. Pencerenin perdeleri çekilmemişti; bu da öteden beri alışılmış bir görüntüydü.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir