Hoimar V. Ditfurth – Biz Bu Evrenin Çocukları

Kopernikus’un tespitlerinden bu yana insanlık, evrende yitip gitmiş, kendi başına, öteki uzay nesneleri ve ilişkileri ile hiçbir bağlantısı bulunmayan bir “kürenin” üzerinde, kendisinin ve güneşinin çevresinde dönmeye mahkum bir gezegende yaşadığımız düşüncesinden ve duygusundan nasibini alıp durdu. Bu tablo soğuk, elbette karanlık, hayata kayıtsız ve “duygusuz”, her türlü varoluşu umursamaz bir evren anlayışıyla beslendi birkaç yüzyıl boyunca. Modern bilim, evrensel ölçüleri, boyutları güvenilir sayılarla ortaya koydukça, evrendeki “yalnızlık” duygumuz da “melankolik” boyutlara ulaşıp (elbette sosyal ve ekonomik sorunların sarmalında) dünya görüşlerine, algılara, felsefe akımlarına yansıdı. Sadece geçen yüzyılın ortalarında Avrupa düşüncesine ve duygusuna hakim olan “varoluşçuluğun” değil, “romantik algının” “nihilizmin” ve “kinik eğilimlerin” Kopernikusçu tablo ve onun gelişmiş hali ile “de” ilişkilendirilebileceğini bu metnin yazarı da her fırsatta dile getirmiş. Mitos çağı insanının, kendini bütün bir alem ile, canlıcansız her nesne ile tek ve bir hisseden algısı, Batı’ da Platon, Aristoteles, Stoa felsefeleri üzerinden Hıristiyan düşüncesine doğru evrilmiş, modern çağın sistematik felsefelerinde “me7 tafizikle” tamamlanmıştı. lnsanoğlu bir şekilde, sahipsiz değildi bu evrende. İster dinlerin Tanrı imgesi olsun isterse de felsefi-metafizik düşüncenin mutlak, tek, tinsel ezeli ve ebedi “kavramı” olsun, dünya ile, insan ile sonsuzluk arasındaki manevi (hatta maddesel) uzaklıkları kapama ihtiyacına da bir cevap olarak anlaşılabilirler. Ama işte, Kopernikus bulguları, bilimsel düzlemde “kozmik hayatın sahipsizliğine” ilk reddedilmez, sistemli “kanıtları” sunmuş gibiydi. 19. yüzyıla gelindiğinde “bilimin bakışları” 6., 7. gezegen derken, Güneş sisteminin dışına, dış uzaya doğru genişlemiş, sadece Güneş’in yüzde biri kadar bir kütle bile oluşturamayan “Dünya”nın değil, bizzat Güneş sisteminin bile bu kozmosta unutulabilecek kadar minik bir “noktayı” temsil ettiği ortaya çıkmıştı. Milyarlarca galaksi, milyarlarca güneş ve ayrıca onların milyarlarca katı ürpertici bir “boşluk” . Evet, varoluşçuluğun, bu evrende öylesine ” bir kenara fırlatılmış” olduğumuz, hayatın saçma, anlamsız ve kendi kendinin nedeni olduğu duygu ve düşüncesine karşılık gelen bir boşluk. Ne var ki tuhaf bir diyalektik işlemektedir bu alanda.


Bilim (astronomi vb.) sonsuzluğun içine “sayılarla” uzandıkça, tersine, yalnızlığımızın da bir yanılgı olduğunu ele veren müthiş heyecan verici bulgular birbirini izlemektedir. Sadece astronomi, uzay yolculuğu bilimi ve jeofizik değil, atom fiziği, biyoloji, hücreye, DNA’ya kadar uzanan araştırma kolları, “bizim yaşama alanımız” ile evrenin (uzayın) derinlikleri arasında kopmaz bağlar, çok yönlü ilişkiler bulunduğunu gösteren kanıtları bir bir ortaya koymaktadırlar. Yeryüzünde, minicik bir noktada, tıpkı bir mercek odağının ken8 di üzerine düşen ışıkları yoğunlaştırıp toplaması gibi, gezegenimiz, hayatın ve varoluşumuzun şartlarını oluştururken yakın ve uzak uzaydan bize kadar uzana gelen maddesel etkileri “burada” değerlendirip durmaktadır. Bugün, artık hayata düşman, gezegenimizdeki şartlara tamamen yabancı bir uzayın, Samanyolu adını verdiğimiz bir galaksinin kenarına yakın bir yerlerinde tamamen yalıtılmış bir varoluşa mahkum olmadığımızı biliyoruz. Bu evren bizim evrenimizdir; milyarlarca yılın ardından bu gezegende ortaya çıkışımızı hazırlamıştır ve bugün bizi hala hayatta tutmaktadır. Bu demektir ki, bu uzay ve evren, bütün o kozmik nesneleriyle ve biz insanlara fiziksel “olgular” olarak yansıyan yasalarıyla, düzenlilikleriyle, bizler için hayati bir önem taşımakla kalmamakta, aynı zamanda bu yasalara, dolayısıyla bu evrene muhtaç ve bağımlı olduğumuzu da bize öğretmektedir. Güneş sistemi ve onun içinde yer alan Dünyamız, bir “uzay gemisi” gibi, bir bakıma onu da içeren ikinci ve çok daha büyük bir uzay gemisinin, Güneş sisteminin içinde -ve onunla birlikte- bu evrende dolaşıp durmaktadır. Bugünkü bütün bilgilerimiz, Dünyamızın Güneş’ in, Güneş sisteminin ise galaksinin merkezine göre belli bir konumda döndüğünü söylemektedir. Galaksi ise, merkezindeki muhtemel bir kara deliğin çekim merkezinin çevresinde aynı kaderi paylaşmaktadır. Ama işte bir bakıma, bütün bu dönmeler, şişen bir evren modelinde, tasarlanamaz bir sonsuzluğa ya da sonluluğa meçhul bir yolculuktan başka bir şey değildir. Dizinin ilk iki kitabı (Başlangıçta Hidrojen Vardı ve Bilinç Gökten Düşmedi), dikkatini genellikle bu dünyadaki va9 roluşa, hayata, dolayısıyla da hücreye, onun alt birimlerine çevirmişti. Makrokozmos dediğimiz evrensel boyuta gerektiğinde değinilmiş olsa bile, evrimin izi “bu dünyada” sürülmüştü. Konrad Lorenz’in araya giren ünlü yapıtı, işte insan-Saldırganlığın Doğası Üzerine metni de, evrim tarihini davranışların gelişme ve yön değiştirme tarihi olarak okuyor, dolayısıyla bu öbeğe eklemleniyordu. Bu Evrenin Çocukları mikrokozmos ile makrokozmosun ilişkisini belli perspektiflerden kurgulayarak, bir bakıma “düşünme yolculuğumuzu” (şimdilik) tamamlıyor.

Ditfurth’un sayısız dile çevrilen bu “evren romanı”, sayıların bizi fırlattığı boşluğun aldatıcı olduğunu gösterip bir tür teselli veriyor bize: Biz diyor, bu evrenin çocuklarıyız, onun evlatlarıyız. Kuşkusuz koskoca evrenin amacı bizim gezegenimizde, bu 1 bölü milyarlar çarpı milyarlar ihtimaline, burada bir hayatın oluşturulmasına indirgenemez. Ama işte gene de bütün bu uzay, bir şekilde bu gezegendeki hayatın oluşmasında -“çorbada tuzu” olmanın da ötesinde-katılımlar gerçekleştirmiştir ve bu hayatın hala sürebilmesi de bu katılımların eseridir. Dizinin bu kitabı, ötekilere göre bambaşka bir yönden önemli bir sorunla karşı karşıya gibi görünüyordu. İlk kez 1997’de bir çevirisinden çok bir tür “derlemesini” Dinozorların Sessiz Gecesi (5-6) kitaplarında sunduğumuz Bu Evrenin Çocukları, 1993 basımından çevrildi. Yazar 1989′ da hayata gözlerini yumdu. Metnin yazarın sağlığındaki son Almanca baskısı 1982 tarihine rastlıyor. Özellikle son 10-15 yılda gravitasyon mercekleri, atmosfer dışı görüntüleme teknolojilerinin devreye girmesiyle, en başta da bilgisayar katkısının mu10 azzam düzlemlere tırmanmasıyla, uzayın içinden eskisine göre çok daha tam bilgi, görüntü ve veri toplanabiliyor. Galaksilerin, yıldızların birkaç milyon ışık yılı öteden kütleleri, kimyasal, fiziksel özellikleri belirlenebiliyor; yörüngeleri, hareket biçimleri, hızları tespit ediliyor; sayısal ifadeler kıyısından köşesinden düzeltiliyor; bu durumda okur, verilerin ve sayısal ifadelerin nereye kadar “nihai” olabilecekleri sorusunu haklı olarak sorabilir. Ne var ki, Ditfurth metinlerine artık alışmış olan, daha doğrusu bu metinler üzerinde gerektiğince dikkatli ve eleştirel biçimde durabilmiş okur şunu kavramıştır: Bu metinler biyolojik ve kozmik evrimin temel ilke ve yasalarını bir yandan türetip bir yandan da işleten, açıklamaların temeline koyan metinler. Bulgular, veriler, özellikle biyolojik ve kozmik evrimin gereği, ideal tip olmaktan uzak, boşluklu karakterleriyle, bu metinleri, “şu bulgu güvenilir bu güvenilmez” gibi, bu kitapların amacı olmayan bir tartışma alanına çekmeye elbette fırsat vermiyor. Evrim karşıtlarının tam da bu noktada beliren en büyük zaafları, zaten ellerine geçirdiklerini sandıkları, bütün ilişkilerden yalıtılıp kullanılan bir “parçaya” sözde tezlerini dayandırma çaresizlikleridir. Günün birinde bigbang’in 13,7 değil de, 16 milyar yıllık geçmişi olduğunu ortaya koyacak yolundaki tezler olsa olsa, bu tarihe bağlı ilişkileri de kaydırmamıza yol açabilir, o kadar. Nasıl ki bugün hayatın kökeninin uzayda aranabileceği tezleri, hayatın oluşum sorusunu sadece uzaya yaymanın ötesinde bir adım sayılmıyorsa, Ay’ın Dünya’ dan büyük bir çarpışma sonucu kopmuş olması tezi, Ay-Dünya ilişkisini konuşmamızı engellemiyorsa, nasıl ki neanderthal ile homo sapiens arasında tes11 pir edilecek ara basamaklar, biyolojik evrimin, insanın türeyim tarihine zaten sevindirici bir katkı olmasını sağlayacaksa, kozmik nesnelere ilişkin her yeni ayrıntı da, tezleri yasalaştırarak ve teoriyi sağlamlaştırarak, benzer işlevler görecektir. Bilim tarihi, zaten verilerin, maddi bulguların değil, varsayımların, teorilerin, hipotezlerin, ispatların tarihidir.

Ve bu tarih belki de doğrulananın birkaç katı doğrulanamayan ve bilimin çöp sepetini boylayan tezlerle, hipotezlerle ve teorilerle doludur. Başka deyişle “yanılgıların” da tarihidir bu tarih. Biz gene de bu kitaptaki her veriyi, en son veri tabanıyla elimizden geldiğince karşılaştırdık. Sonuçta, virgül sonrası birkaç basamak düzelttik durduk; Dünya’nın kütlesinin sentezindeki oranları yeniden elden geçirdik; Venüs’ün kraterlerine ilişkin en son bilgileri taradık. Ve gördük ki, yazar, bırakalım tespitlerini, tahminlerinde bile inanılmaz bir dikkatle bilimsel ahlakını korumuş: Şuralarda muhtemel bir krater olmalı, ama henüz bulunamadı dediği çukur, metnin 1993 baskısından 13 yıl sonra tam tahmin edilen yerde Antarktika altında bulunmuş! Gene de, çalışkan bir okur, bu metinde tezlere, kavrayışlara temel oluşturduğu ölçüde yer alan bütün bilgileri, verileri, imkanları ölçüsünde internetten ve öteki yayınlardan genişletebilir: Üç kitap boyunca sürekli hatırlatıyoruz: Yazar bize bilimsel bilgi verme gibi bir dert taşımıyor. Ayrıntıyı en aza indirgeyerek, verilerin tabanında, ilke, yasa ve kural sunup duruyor. Bu da bu üç kitabı, benzerlerinden temelde farklı kılan en olumlu yanlardan biri. Bu nedenle, “bilime dıştan bakma” becerisinden söz ettik öteki önsözlerimizde de. 12 Ben bu özelliğe bu son kitapla birlikte bir tespitimi daha ekleyeceğim: Bu metinler birer “bilim-edebiyatı” bence. Evet, edebiyat metinleri bunlar. Bilimin en derin konularını hayatımızla ilintileyebilen, merakı patlama noktasına taşıyan, gerilimi bir okuma hazzına dönüştüren, ama asıl, yüzlerce romanın üstesinden ancak gelebileceği ölçüde bize “felsefe” yaptıran metinler. Yazarın sıkça başvurduğu, “bizi gözlemleyen varsayımsal bir kozmik ziyaretçinin gözünden ve bilinç düzeyinden” kurgulanmış yabancılaştırma efektleri bir yana, elverişli bulduğu bir ilişkiyi, sıradan bir “vakayı”, fantastik yolculuklara çıkartarak oluşturduğu (bence) şaşırtıcı öyküler, bu her üç metni de doğruca “bilim-edebiyatı” kapsamına almaya yetiyor. Yazarın, “yazmayı bir türlü beceremediği” itirafı da bu yabancılaştırma efektine bir katkı olsa gerektir.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir