Homeros – Çocuklar İçin Odisseia

Bu güzel destanı, tüm insanlığa armağan eden Homeros, günümüzden üç bin yıl kadar önce yaşamış Egeli, bizden bir ozan. Destanın ilk bölümü olan Ilyada da amansız bir savaşı anlatırken, insanoğlunun yüce barışçıllığını dile getiren Homeros, Odisseya da, tek bir kişinin destanını söylüyor: Troya Savaşı bittikten sonra yurduna dönm ek isteyen Ithaka Kralı Odisseus’un destanını. Karısı Penelope nin, oğlu Telemakos’un özlemiyle yanıp tutuşan Odisseıts’un, karşısına dikilen binbir güçlüğe karşın yurduna ulaşmak için verdiği akıllıca ve yiğitçe çaba, insanoğlunun dünya kuruldu kurulalı doğaya ve her türlü zorluğa karşı verdiği savaşımın bir simgesidir belki de. Düş ile gerçeğin birbirinden ayrılmadığı, yüzyıllar öncesinin bu masalsı dünyasında Ödisseus’un başından geçen soluk kesici serüvenler, iyiliğe, güzelliğe erişme çabamızda hepimizin başından geçen serüvenler değil mi biraz da? Gerçekte on iki bin dizeden oluşan bu koca destanı, burada çocuklar için uyarlanmış, yalınlaştırılmış biçimiyle sunuyoruz. LOTUSYİYENLER ÜLKESİ Kral Odisseus, on iki büyük gemisi ve tayfalarıyla birlikte Troya’dan yola çıkar çıkmaz, karşı konulmaz bir kasırgaya yakalandı. Rüzgâr, Ismaros kentine sürükledi. O zamanların savaşçıları nasıl davranırlarmış bilirsiniz. İşte Odisseus da öyle davrandı. Kenti yakıp yıktı, yerle bir etti. Erkekleri kılıçtan geçirdi, kadınlara ve mallara el koydu, hepsini adamları arasında paylaştırdı. Ama adamlarını uyarmaktan da geri kalmadı akıllı Odisseus. Paylarına düşeni alıp İsmaros kentinden hemen kaçmaları gerekiyordu. Gel gör ki, kafasızlık ettiler, Odisseus’un uyarısına kulak asmadılar. Kumsalda mola verip konakladılar, göğe yükselen ateşler yaktılar. Koyunları, öküzleri kestiler, şarap testilerini taşıdılar, yiyip içmeye koyuldular, işte tam o sırada, komşu kentlerde oturan savaşçılar çıkageldiler.


Korkunç bir savaş patlak verdi. Odisseus nice canyoldaşını o savaşta yitirdi. Yitirdikleri arkadaşlarının acısını yüreklerine gömüp yeniden gemilere binip denize açıldılar. Oysa bir bilseler, daha neler gelecekti başlarına. O sıra, Bulutları Devşiren Tanrılar Tanrısı Zeus, poyraz yelini çağırdı, gemilerin üstüne amansız bir kasırga saldı. Yeryüzü, gökyüzü ve deniz çepeçevre bulutlarla kaplandı. Sonra birden gece indi gökten yere. Gemiler, karanlığın ortasında, bir oraya bir buraya yalpaladı durdular. Rüzgâr yelkenleri paramparça etti. 7 davrandı. Dahası, Odisseus ile arkadaşlarına kendi yedikleri lotus meyvesinden bile sundular. Ama bu baldan tatlı meyveyi yer yemez, adamlar gemileri de unuttular, yurtlarına dönmeyi de. Gözleri hiçbir şey görmez oldu. Lotusyiyenlerin yanında kalıp bu akılçelen meyveyi yemekten, sırtüstü yatıp keyif çatmaktan başka bir şey düşünmez oldular. En sonunda Odisseus baktı başka yolu yok, yalvarıp yakarmalarına, sövüp saymalarına aldırp * ■ ” ‘ Sonunda fırtınayı atlattıklarında, baba ocağı Ithaka’ya oldukça yaklaşmış bulunuyorlardı.

Ama tam Maleya Burnu’nu dönerlerken azgın dalgalar, karşı durulmaz akıntı ve coşkun poyraz yeli elbirliği ettiler, gemileri yakalayıp Kithera Adası’nın ötelerine attılar. Tam dokuz gün dokuz gece ölümcül dalgalarla boğuşup da karaya vardıklarında, bir de baktılar Lotusyiyenler Ülkesi’ne gelmişler. Neyse ki, ora halkı iyi yürekli çıktı, onlara dostça maksızın adamlarını zincire vurdu, sürükleyip gemilere götürdü. Bırakmadı Lotus meyvesinin son bir kez tadına baksınlar. Yoksa işler iyice sarpa saracaktı. Hepsini küreklerin başına oturttu. Çok geçmeden hep birlikte küreklere asıldılar, gemiler yeniden külrengi sulara açıldı. 10 TEPEGOZ’UN MAĞARASINDA Yürekleri kan ağlayarak engin denizlerde yol aldılar. Köpüklü dalgaları arkada bıraktılar. Sonunda ne görsünler! Yasatanımaz, yabanıl Tepegözlerin topraklarına gelmemişler mi? Bu Tepegözler ulu tanrıların cömertliğine sığınır, ne ekin eker, ne çift sürerlerdi. Çalışma nedir bilmez yaratıklardı bunlar. Arpalar, buğday başakları, koca koca üzüm salkımları kendiliğinden filizlenip boy atardı topraktan. Tepegözlerin ne aşıboyalı gemileri vardı, ne de kıyı kıyı dolaşacak yelkenlileri. Dağ doruklarındaki mağaralarında yaşarlardı. H er biri kendi karısıyla çocuğunun egemeniydi.

Her biri kendi bildiğini okur, kimse kimseye karışmazdı. Tepegözlerin limanının tam karşısında, yakınlarda bir yerde baştan başa ağaçlarla kaplı küçük bir ada vardı. Bu adacıkta yaban keçilerinden başka canlı yaşamazdı. Aslında hiç de fena bir yer değildi burası. Yumuşak ve sulak otlaklar, bereketli topraklar, gemilerin kolayca sığınabileceği çarşaf gibi koylar. Üstelik, koylardan birinin ağzında, bir mağaranın içinde bir pınar fışkırıyordu. Kavak ağaçlarının çevrelediği, suları pırıl pırıl bir pınar. Böylece, tanrılardan bir tanrı Odisseus’un gemilerine yol gösterdi. Ay bulutların ardında yitmişti. Denizin üstünde gecenin karanlığı kol geziyordu. Gemiler kumsala varıncaya kadar Odis- seus adayı da, kıyıya çarpıp parçalanan dalgaları da göremedi. Gemiler kıyıya yanaşınca bütün yelkenleri topladılar. Sonra topluca karaya çıkıp kumsala uzandılar. Şafak sökünceye dek deliksiz bir uyku çektiler. Gün ağarınca kalktılar, adayı baştan başa dolaşmaya çıktılar.

Zeus Baha’nın kızları Nimphe’ler de, Odisseus ile arkadaşları kıvrık yayları ve sivri kargılarıyla av avlasınlar diye, yaban keçilerini tepelerden aşağılara saldılar. Bereketli bir av oldu. Bütün gün şölen yaptılar. Doyasıya et yiyip tatlı kırmızı şarap içtiler, keyifleri yerine geldi. Tepegözlerin ülkesi hemen karşıdaydı. Yaktıkları ateşlerden yükselen dumanlar görülüyor, koyunlarla keçilerin melemeleri işitiliyordu. Odisseus ile arkadaşları o geceyi de kumsalda geçirdiler. Ertesi sabah Odisseus, Tepegözlerin ülkesini kolaçan etmeyi kararlaştırdı. Adamlarını biraraya toplayıp dedi ki: “Sevgili dostlarım, siz burada kalın. Ben kendi gemim ve tayfalarımla gidip şu karşıki ülkeye bir bakayım. Bakalım orada oturanlar ne yer, ne içer!” Odisseus böyle deyip gemisine bindi. Tayfalar da küreklerin başına geçtiler. Asıldılar küreklere, boz renkli denize açıldılar. Az sonra kıyıya vardıklarında karşılarına bir burun çıktı. Burnun tam dibinde bir mağara ağzı çarptı gözlerine.

Burası koyunlarla keçilerin kapatıldığı bir ağıldı. 12 Mağaranın dışındaysa taşlar, yüksek çam ve meşe ağaçlarıyla çevrili bir avlu vardı. Ekmek yiyen bir insanoğlunun barınağından çok, kocaman bir devin ağaçlarla kaplı bir dağ doruğunu andıran sığınağıydı sanki burası. Göreceklerdi bakalım. Odisseus tayfalarına geminin başından ayrılmamalarını tembihledi. Sonra da en yiğitlerinden on iki adam seçti. Yanlarına bir tulum dolusu tatlı şarap aldılar, deri torbalarını da yiyecekle doldurdular. Odisseus yüreğinde bir tedirginlik duyuyor, orada hiç de iyi karşılanmayacaklarını içten içe seziyordu. Mağaraya girip içeriye bakındılar. Ortalıkta kimseler yoktu. Yoksa evin efendisi semiz sürülerini otlatmaya mı götürmüştü? Ama çevrelerine şöyle bir göz atınca, şaşkınlıktan küçük dillerini yutuyorlardı az daha. Sepetler tepeleme peynir doluydu. Bir köşede kuzular, oğlaklar dolanıyordu. Ağzına kadar taze süt ve ayran dolu kaplarsa sıra sıra dizilmişti. Tayfalar kuşkuya düşmüş, mağaradan hoşlanmamışlardı.

“Biz en iyisi peynirleri, kuzuları, oğlakları alalım, gemiye atlayıp uzaklaşalım bu uğursuz yerden,” diye sızlandılar. Gerçekten de, Odisseus onların yakarmalarını dinleseydi, başlarına hiçbir bela gelmeyecekti. Ama şeytan mı dürttü nedir, Odisseus devi ille de görmek istedi. Bakalım, bu insan azmanı ne armağanlar verecekti konuklarına! O turup bir ateş yaktılar. Tanrılara türlü türlü sunular sundular. Devin mağaraya dönmesini 13 beklerken, kendilerine bir peynir şöleni çekmekten de geri kalmadılar. En sonunda, bir kucak dolusu dalla çıkageldi dev. Anlaşılan, akşam yemeğini pişirmek için ateş yakacaktı. Ama kucağındaki dalları kaldırıp yere çalınca öyle bir gürültü koptu ki, Odisseus ile tayfalarının ödü patladı, her biri kaçıp bir deliğe gizlendi. Sonra o koca yaratık sağmal koyunlarla keçileri içeri aldı, koçlarla tekeleriyse dışarıda, çitle çevrili avluda bıraktı. Sağıma başlamadan büyük bir kaya parçasını mağaranın ağzına yuvarladı, girişi kapadı. Kaya o denli büyüktü ki, dört tekerli yirmi araba biraraya getirilse taşınmazdı. “Vay canına, siz de kimsiniz?” diye gürledi. “Burada ne arıyorsunuz? Tacir misiniz, serüven düşkünü mü, yoksa yağmacı korsanlar mı?” Devin mağaranın duvarlarında korkunç bir biçimde yankılanan sesi adamların yüreğini yerinden oynattı. Ama Odisseus kapıp koyvermedi kendini, koca devin sorusunu soğukkanlılıkla yanıtladı.

Troya’dan yurtlarına dönen, ama yollarını yitirdikleri için oraya sığınan savaşçılar olduklarını söyledi. “Önünüzde diz çöken yabancılarız,” dedi. “Bilirsiniz, soylu efendimiz, tanrı konuklarını yüce Zeus da korur, yol gösterir.” Ama taşyürekli dev oralı olmadı, homur homur homurdandı. “Bana bak yabancı, bu ülkede tanrılardan korkulduğunu sanıyorsan salağın teki olmalısın,” diye dudak büktü. “Biz Tepegözler tanrılardan çok daha güçlüyüz.” 14 Tepegöz böyle dedi ve Odisseus’un iki tayfasını tuttuğu gibi kafalarını taşlara çarptı. Zavallı adamların beyinleri kafataslarından dışarı fırlayıverdi. Sonra onları parçalara ayırdı, akşam yemeğini hazır etti. Ötekilerse bu yürek paralayıcı olay karşısında büyük bir yılgıya düştüler, umarsızca bağırıp çağırdılar, ellerini kaldırıp Zeus’a yakardılar. Tepegöz, karnını insan etiyle doyurup sütünü de içtikten sonra koyunlarının arasına uzandı, uykuya daldı. Odisseus bir an sivri kılıcını çekip canavarın göğsüne saplamayı geçirdi aklından, ama sonra o iri kaya mağaranın ağzını kapadığı sürece kurtulm anın olanaksız olduğunu fark edince caydı. Tepegöz, doğan günle birlikte uyandı, kalkıp bir ateş yaktı. Koyunlarını, keçilerini bir bir sağdı. Arkasından adamlardan ikisini daha kaptı, sabah yemeğini yedi.

Yemek faslı tamamlanınca mağaranın ağzını örten kayayı tüy gibi kaldırdı, hayvanlarım dışarı çıkardı. Sonra kayayı yeniden yerine yerleştirdi. İnsanın içini ürperten bir ıslık tutturarak semiz sürülerini tepelere doğru sürdü. Odisseus mağaranın içinde kalakalmıştı. Tayfalarımın öcünü nasıl alırım, buradan nasıl kurtulurum , diye düşünüyordu. Düşündü taşındı, sonunda en uygun yolu buldu. Tepegöz yeşil zeytin ağacından koparılmış bir dal bırakmıştı mağarada. Kurutup değnek yapacaktı. Ama öyle bir değnek ki yirmi kürekli 16 bir gemiye direk olurdu. Odisseus daldan bir kulaçlık bir parça kesti. Ucunu sivriltti. Adamları da sağını solunu yontup düzelttiler. Sonra Odisseus dalı aldı, sivri ucunu ateşte kızdırıp iyice sertleştirdi. Götürdü, mağarayı kaplayan çalı çırpının arasına gizledi. Sonra adamlarını döndü, “Haydi, kura çekin bakalım,” dedi.

“Görelim bakalım, kimler yardımcı olacak bana? Koca dev horul horul uyurken sivri sopayı o tek gözüne saplayacağım!” Kura en yiğitlerinden dördüne çıktı. Odisseus’la birlikte beş ediyorlardı. Tepegöz, akşamüstü sürüleriyle otlaktan döndü. Ama bu kez dişi erkek ayırmadan bütün hayvanları içeriye aldı. Gene o iri kayayı kapının ağzına koydu, sonra sırayla sağdı hayvanları. İşlerini bitirince de, Odisseus’un iki tayfasını daha aldı, ürkünç akşam yemeğini hazır etti. Odisseus bu fırsatı kaçırmadı, hemen Tepegöz’ün yanına yaklaştı, koca bir tastan kırmızı şarap sundu. “Tatlı insan etinin üstüne bu kırmızı şarap çok iyi gider, efendimiz,” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir