Ian Marshall, Danah Zokar – Kim Korkar Schrodinger’in Kedisinden

Kuantum Teoremi: Işıma esnasında elektronların enerjisinin sürekli değil de ayrık kuanta miktarları ile deşarj olduğu olguları ve atomun kararlılığını açıklayan hipotez. Oxford İngilizce Sözlüğü Schrödinger’in kedisi yeni fiziğin maskotudur: Kuantum teorisyeni Erwin Schrödinger tarafından, kuantum gerçekliğiyle ilintili imkânsız görünen bazı bilmeceleri açıklamak için ortaya atılınca, 20. yüzyıl biliminin “hayrete düşüren” bir sembolü oldu. Schrödinger’in kedisi ışık geçirmeyen bir kutu içinde yaşar. Onun kutunun içinde ne yaptığını göremememiz hikâyenin bir parçasıdır. İçeride kediyle birlikte, onun sağlıklı besinle mi yoksa zehirle mi beslendiğini belirleyen, radyoaktif bir maddenin gelişigüzel bozunması ile çalışan şeytanî bir araç bulunmaktadır. Bozunan parçacık araçtaki bir elektrik düğmesine çarptığında kedi zehirlenmekte diğer düğmeye çarptığında ise yiyecek elde etmektedir. Sağduyunun günlük dünyasında ve eski fizikte bu ya da şu düğme çalışır, kedi ise ya yiyecek ya da zehir yer; sonuçta ya ölür veya canlı kalır. Fakat Schrödinger’in kedisi kuantum kedisidir; bu yüzden işler onun için böyle yürümez. Kuantum dünyasında, tüm ihtimaller -hatta doğal olarak çelişenler bile- bir arada var olur ve kendine özgü bir gerçekliğe sahiptir. Bu bir arada olabilen kuantum ihtimalleri, Schrödinger’in kedisinin aynı anda hem zehirle hem de yiyecekle beslenmesini mümkün kılmaktadır. Sonuçta o aynı anda hem ölü hem de canlıdır. Her iki ihtimal de birlikte var olur. Elbette bizler canlı/ölü kediler görmeyiz asla ve Schrödinger’in kedisini her iki durumda birden asla yakalayamayız. Ona bakmak için kutuyu açtığımızda onun ya ölü ya da canlı olduğunu görürüz.


Ama onu kurtaran veya kaybettiren bizim bakışımızdır. Gözlemci gözlemlediği şeyin bir parçasıdır; gözlem şeyleri değiştirir ve gözlemin dünyası bir ya/ya da dünyasıdır. Bu tuhaf kedi hikâyesinde, bu kitabın seslendirdiği daha büyük bir hikâyenin, sağduyunun gündelik dünyasının içinde ve ötesinde olan dünyaların hikâyesinin, bu dünyaları inceleyen yeni bilimin ve bu bilimi yapmak için gerekli olan yeni düşünce biçimlerinin ana hatlarını görürüz. Bu ayrıca kendimize dair yeni bakış açılarının, olguların büyük şeması içinde insanî yerimize ait yeni kavrayış şekillerinin ve zihnimiz ile zihniyetlerimizi anlamanın hikâyesidir. Hatta ortak kanıyı nasıl değiştirmemiz gerektiğinin bile hikâyesi olabilir bu. Iktkş [gpk Bknkï øg [gpk Dþşþpeg Kuantum fiziğinin kurucu babalarından olan Niels Bohr’dan, sık sık yeni bilim hakkında dinleyicileri yatıştıran konuşmalar yapması istenirdi. Sözlerine bir hikâye anlatarak başlardı o da. Haham olmak üzere eğitim alan genç bir öğrenci çok meşhur bir hahamdan üç ders alır. Sonra bunları arkadaşlarına anlatır. İlk ders, der, çok iyiydi; her şeyi anlamıştı. İkinci ders ondan çok daha iyiydi; öğrenci dersi anlamamıştı ama haham anlamıştı. Ne var ki üçüncü ders içlerinden en iyi olanıydı, çok derin ve çok ince bir dersti; o kadar iyiydi ki haham bile dersi anlamamıştı. Bohr da bu hikâyedeki haham gibi oluşmasına katkıda bulunduğu bilimi hiçbir zaman anlamamıştı. Kuantum fiziğini bile sevmeyen Einstein da öyle. Onun tamamen kuramsallaştırılmasından itibaren yaklaşık yetmiş yıl ve sonra “tuhaf” kaos ve karmaşıklık bilimleriyle birleştirilmesinin üstünden epey zaman geçmiş olmasına rağmen bugün bile pek çok bilim adamı yeni fiziğin merkezî kavramlarını -onun belirsizliğini, lineer olmamasını ve nedensizliğini; fraktallarını ve dalga/parçacık ikiliğini ve aynı anda hem ölü hem de diri olan kedilerini- kabullenmekte zorluk çekmektedir.

Bu alanın yabancısı olanlar, 20. yüzyılın biliminin eski bilimden esas itibarıyla ne derece farklı olduğundan ve kendi yaşam ve düşünme biçimlerinin bu farka dayandığı hususlarından habersiz oldukları için affedilebilirler. Bilim genelde insan düşüncesinde gerçekleşen büyük değişimlerin habercisidir. Genelde belirsiz ve kesin olmayan daha geniş kültürel kaymalardan esin alır ve onları hayli odaklı, katı ve açık bir dile; güçlü metaforlar ve imgelere dönüştürür. 20. yüzyıl bilimi radikal şekilde yeni bir düşünme biçimi ile yürümektedir. Yeni kavramlar, yeni kategoriler, fiziksel ve biyolojik gerçekliğin bütünüyle yeni bir vizyonu, eski asırlarda bilimin savunduğu neredeyse her şeyden keskin bir kopuşu işaret etmektedir. Bu yeni düşünceye geçiş öylesine esaslı ve beklenmedik olmuştur ki, o, belki de yeni bir bilimsel metot için ikinci bir bilimsel devrimi oluşturmaktadır. Bu kitabın bir amacı, yeni bilimsel düşünceyi sunmak, onun neresinin yeni olduğunu açıklamak ve ondan doğan başlıca fikirlerin uygun bir taslağını çıkarmaktır. İzafiyet teoremi ve kuantum teoremi nedir? Onların ana kavramları nedir; ortak noktaları nelerdir? Kaos ve karmaşıklık teoremleriyle paylaştıkları hususlar nelerdir? Yeni zihin bilimi, yeni biyoloji, yeni kozmoloji nedir? Tüm bunlar ne çeşit bir yeni doğa görüşü taşımaktadır? Bu kitabın daha büyük bir amacı daha vardır: Bu yeni bilimsel düşünceler içinde, zengin bir dil, metafor ve çağrışım hâzinesinin, gündelik hayatın dünyası içinde heyecan verici uygulamalarıyla tamamen yeni bir imgeler kümesi bulunduğunu göstermek. Bu, bilimsel düşüncelerin hayal gücünü nasıl ateşlediğini ve yeni bilimin, kişisel, düşünsel, sanatsal ve iş hayatlarımızın pek çok alanlarında yeni düşünme biçimi için güçlü bir model olabileceğini açığa vuracaktır. Bizler, hepimiz, yeni bilimsel düşünceyle kuşatılmış durumdayız. Basındaki makaleler, televizyon programlan, konferanslardaki referanslar, hatta akşam yemeklerinin sohbet konuları bile kaos, kelebek etkisi, felâket teoremi, kuantum sıçrayışları ve Heisenberg Belirsizlik İlkesi gibi yeni kavramları devamlı gündeme getirmektedir. Bu yeni bilimsel düşüncenin düşüncemizi aydınlatan yeni bir “paradigma” veya “dünya görüşü” ileri sürdüğü söylenir sık sık bizlere. Yine de en temel bilimsel, donanıma sahip ortalama bir insan genelde bunun kendisini aştığını veya “çok zekâ istediğini” düşünür.

Çoklan için bu, yabancı bir ülkede yabancı bir dille yazılmış dükkân tabelâlarını okumak gibidir. Çabalamamaya yönelik eğilim güçlüdür; ama yine de çoğu kimse, bilimden habersiz olmanın veya yürürlükteki büyük değişimlerden habersiz kalmanın kişiyi önemli ve yeni bir perspektiften mahrum bırakacağını düşünmektedir. Bu yeni bilimi ve onun kavramlarının hayatımızla ne şekilde ilişkili olduğunu anlamak istiyorsak kendimizi yetiştirmeliyiz. Bir “yeni bilim”in var olduğunu, onun eskisinden farklı yanlarını ve bu farklılıkların niçin önemli olduğunu bilmemiz gerekiyor. Eski bilimin düşünme biçimimizi etkilediği noktalan onaylamalıyız ve yeni bilimin kendimize ve ilişkilerimize, işlerimize, yönetim tekniklerimize, zihin ve organizasyon teoremlerimize, küresel politik ve ekonomik eğilimlere, insan olmanın anlamına ve varlıkların büyük şeması içindeki yerimize tamamen yeni bir bakış açısı sunduğunu görmeliyiz. Pek çok iyi popüler kitap, popüler kitaplar okuyan okuyuculara yeni bilimin kimi alanlarını -kuantum mekaniği, yeni biyoloji veya “Gaia”- sunmaktadır. Ama çoğu okuyucuların itirazlarıyla karşılaşmaktadır: “Benim gerçekte ihtiyaç duyduğum şey tüm yeni bilim için bir “geri zekâlı rehberi”dir. Bu kitap bu tür bir rehber olma çabasındadır -geri zekâlılar için değil, sadece bilmek isteyenler için-. Eõmk Bknkï Bilimsel devrim -ilk bilimsel devrim diye adlandırdığımız olgu-, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bulan Kopernik ve Galileo’nun, gezegenlerin hareket yasalarını geliştiren Johannes Kepler’in ve eski bilimsel metodun çerçevesini çizen Francis Bacon’un çalışmalarıyla 15. ve 16. yüzyılda başlamıştı. Fakat Isaac Newton’un 1687’de Principia adlı kitabını yayımlaması fiziksel dünyaya dair düşüncede gerçek bir devrimin gerçekleşeceğini işaret ediyordu. Newton’un üç hareket yasası bilimsel bir görüşe doğru ilk adımları içeriyordu ve daha sonra iki asır bilimsel düşüncede hakimiyet kuracak yeni klasik mekaniğin temellerini atıyordu. Klasik veya “Newton” fiziği kendinden önce gelen bilimsel düşünceden keskin bir şekilde farklılık arz eden bir dizi ilkeye sahipti. Felsefe ve din kendi doğrularını tefekkür veya vahye dayandırmıştı; Newton fiziği ise gözleme dayanıyordu.

Dünyanın, birkaç basit yasaya ve ilkeye veya temel bileşene indirgenerek analiz edilebilecek pek çok gözlemsel bilgiyi içerdiği düşünülüyordu. Yasalar ve ilkeler, deneylerle test edilebilen tahminler kümesi ve her şeyi kuşatan genel teoremler için temel oluşturdu. Deneyler, sistemleri çevrelerinden ayrı olarak gören, onları basit parçalara bölerek ve bu parçaların işleyişine bakarak sistemin gelecekte alacağı şekli tahmin eden yeni bir bilimsel metotla sıkı bir şekilde uyumlu olarak yürütülüyordu. Basitlik belirlenimsellik ve tahmin edilebilirlik, Newtoncu yaklaşımın köşe taşlarıydı. Verili bir konumdan veya durumdan başlayan ve üzerinde verili bir kuvvetin etkili olduğu bir sistem veya nesne her zaman tamamen aynı tarzda davranır. Sebep, sonuç üstünde bir hakimiyete sahiptir ve bir cisim üzerinde etkili olan kuvvetle (sebep) o cismin başlangıçtaki seyrinden sapması (sonuç) arasında her zaman lineer bir ilişki vardır. Newton fiziği ayrıca batı kültüründe 2.000 yıl hüküm süren dualizmi de, doğurmuştur. Yunan felsefesinde, Platon düşünme ile deneyimi birbirinden ayırmıştı. Daha sonra Hristiyan Kilisesi insanla Tanrı, beden ile ruh arasındaki bir dualizmi vurguladı. Ve 17. yüzyıl filozofu Rene Descartes, zihin ile beden arasındaki keskin bir ayrımı vurguladı. Aynı damardan beslenen Newtoncu bilim adamları gözlem ile gözlemlenen şey arasındaki ayrımı öne çıkardılar. Bilim adamları kendilerini verilerden ayırdılar; tıpkı verileri de bulundukları çevreden ayırmaları gibi. Ayrık gözlem nesnelliğin yeni ölçütü oldu.

Bilim adamı sıfatıyla bilim adamı, dahil olmanın üstünde gözlemlediği her şeyden kendini ayırdı; fiziksel dünyayı fildişi kuleden seyretti. Pgyvqpew Dþpûã Iøtþşþ Newton’un basit şemasının bariz gücü ve güzelliği ve onun gerçeklik ve deneye bakışındaki köklü farklılık nedeniyle Newtoncu bilim, fiziğin dünyasını çok aşarak yaygın kültürü hemen etkiledi. Değerleri, metodolojisi, ruhu ve ürettiği çok yeni teknolojisi tüm batı tasavvuru üzerinde nüfuzunu sürdürdü. Bilim batı medeniyetinin yaratıcı odak noktası olarak Hristiyanlık dininin yerini büyük ölçüde aldı John Locke’un bireyselciliği, Adam Smith’in öz-çıkar ekonomisi, Kari Marx’ın determinist tarih yasası, kör bir evrimci mücadeleye dayanan Char- les Darwin’in indirgemeci biyolojisi ve Sigmund Freud’un karanlık ruhunun fırtınalı kuvvetleri, bunların tümü, bir ölçüde Newtoncu fizik kuramından esinlenmişti. Ekonomi, siyaset sosyoloji ve psikolojideki sayısız diğer düşünürler kendi teoremlerini ifade ederken Newton’u bir model olarak benimsediler. Yeni kuvvet kavramı, bütünün birkaç basit ve ayrı parçaya (ATOMCULUK ve İNDİRGEMECİLİK) indirgenmesi ve olayların katı sebep -sonuç yasalarıyla belirlenmesi (DETERMİNİZM), insanlara deneyimlerini değerlendirebileceği merkezî imgeler ve kategoriler sağladı. İnsanlar artık kendilerini, birbirlerine sadece kuvvet veya etkiyle bağlı, ayrı, izole adalar olarak görüyorlardı. Davranışları genelde biyoloji, zemin veya şartlanmayla belirlenmişti. Newton’un evreni devasa bir makine diye tarif etmesi ve makinenin yeni endüstriyel devrimdeki rolü, insanların ve organizasyonların çalışma tarzı için baskın bir metafor olarak mekanizmi doğurdu ve bu tasavvurlar hayatın neredeyse tüm alanlarında söylem ve düşünceyi etkiledi. Mimaride, Le Corbusier, yeni somut yüksek bloklarını “yaşam makineleri” diye adlandırdı. Siyasette, yönetim ve iktidar mekanizmasının çarkları ve tekerlerinden söz ediyoruz hâlâ. Psikolojide, çoğu kimse benliğin, determinist kuvvetlerin – cinsellik, saldırı, yaşam güdüsü, ölme isteği- itim ve çekimleriyle yönetildiğini düşünmektedir. Sporda, usta bir atleti iyi yağlanmış bir makineye, kötü bir atleti ise, tek silindirliye benzetiriz, iş alanında, Frederick W. Taylor’un bilimsel yönetimi, hızlı ve verimli çalışma, iş bölümü ve uzman -gözlemlediği şeyden ayrı duran gözlemci- yetiştirmenin teşvik edilmesi üzerinde durarak Newton mekaniğini iş yerlerine soktu. Düşünsel hayatın oldukça özelleşmiş uzmanlık alanlarına bölünmesi, verilerin izolasyonu ve onların ayrı parçalar veya olgular olarak analizini esas alan bilimsel metoda göre modellendirilir.

Hatta kişisel hayatımızda bile, bir ilişkinin dinamiğinden veya bir durumun işleyişinden bahsederiz ve kendimizi yeni hesap makinelerinin diliyle ifade ederiz. Bizler başarı veya başarısızlığa programlanmış “zihin makineleri”yiz; kapanır ve açılırız-, sigortalarımızı attırırız. Bu imgeler, benzetmeler ve metaforlar deneyimimizi odaklamaya, i dile getirmeye yardım eder ve onu tutarlı bir birliğe bağlar. Onlar kendi başına düşünce değildir; aksine düşüncenin dayandığı temeldir. Mekanikçi imgeler, mekanikçi bir dünya görüşü -fiziksel dünya ve İnsanî olaylar ve olguların nasıl yapılandığına ilişkin bir manzara-, insanların onlarla kendilerini ve deneyimlerini anladıkları bir kategoriler dizgesi doğurdu. Bu dünya görüşü 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar baskınlığını sürdürdü. Endüstriyel devrimin teknolojik ilerlemesine imkân sağladı, bu filizlenen batı bireyciliği ve serbest teşebbüs ekonomisiyle uyuşuyordu. Modern tıbbın mucizeler yaratmasına imkân sağladı ve insanları cahillik ile batıl inançtan kurtaran bir çeşit eleştirel ve deneysel düşünceye yol açtı. Ne var ki atomcu,indirgemeci ve mekanikçi düşünme biçiminin insan hayatının tüm alanlarına ve deneyimlerine yayılması şimdilerde sorgulamaya başladığımız bazı sonuçlar da doğurmuştur. [gpk Dþşþpeg İjvkûãeı Bilimsel metotta esas adım bir teorem oluşturmaktır. Bilim adamı verileri gözlemler ve onları, gözlemlediği şeyi açıklayacak kapsamlı bir çerçeve haline getirmeye çalışır. Sonra teorem deneyle test edilir ve eğer onaylanırsa sonraki gözlemlerin alacağı şekli tahmin etmede veya belli koşullara verilecek tepkileri belirlemede kullanılır. Örneğin sıtmanın sebebini araştıran bilim adamları, bu hastalığa yaka- lananların birbirlerine yakın yaşadıklarını veya yakın zamanda bir bataklığa uğradıklarını bulgulamalardır.

Bu gözlemler, sisli havanın içinde bulunan bir şeyin solunması sonucunda hastalığın peydahlandığı teoremini doğurmuştur. Önleyici tedbirler böylelikle kirli havadan uzak durma üzerinde odaklanmıştır. Teorem bataklıklardan uzak duran bazı kimselerin hayatını kurtardı, “kötü hava”yı soluyan herkes hasta olmadı ama ondan uzak duran herkes de güvende değildi. Zamanla, haşaratın yol açtığı hastalık ve sivrisineklerin üreme ve beslenme alışkanlıkları daha iyi anlaşıldı ve kötü hava teoremi terk edilip, sıtmanın sivrisinek ısırmasından kaynaklandığını savunan yeni bir teorem desteklendi. Dünya görüşleri, bilimsel teoremler gibi bilgimizi ve deneyimimizi anlamlı kılar. Teoremler deneyle test edilir, bir dünya görüşü ise deneyimle. Sorunlarımızı çözüyor mu ve ortaya çıkan meydan okumalarla etkin bir şekilde başa çıkmada bize yardım ediyor mu? Bildiğimiz olgulara uyuyor mu? Diğerlerinin davranışını anlamlı kılıyor mu ve kendi hayatımızda anlam buluyor mu? Bu soruların cevaplan olumsuz olduğunda, dünya görüşü yetersizdir ve bu durumda yeni ve daha iyi bir bakış açısı aramaya başlarız. 1880’lerde, Alman filozof Friedrich Nietzcshe “Tanrı öldü” dediği kitabı, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü yazıyordu. O semada olduğu düşünülen Tanrı’nın veya aslında dinin öldüğünü kast etmiyordu, topyekün kültür dizgemizin anlamsızlaştığını kast ediyordu. Dünya görüşümüz “ölmüştü”. Nietzsche diğer tüm filozoflar gibi zamanının ötesindeydi. Ancak şimdi yeni bin yıla yaklaşırken, onun ne demek istediğini tam olarak fark etmeye başladık. Ancak Zerdüşt’ün hüzünlü insanının kabus hikâyesiyle sokaklar boyunca çığlıklar atarak ilerlemesinden kısa bir süre sonra, daha şümullü bir mekanikçi veya Newtoncu dünya görüşü damarı, sanat ve edebiyatta hissedildi. Dadaizm, form ve geleneğin negatif yıkımını öne çıkarırken, Kübizm daha pozitif bir usulle basit perspektife -şair William Blake’in ifade ettiği Newton’un tek vizyonuna- son verdi. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa kültürünün kararlılığı ve doğası ve teknolojinin tamamen olumlu etkileri hakkındaki öngörüleri derinden sarstı.

T. S. Eliot, 1922’de yayımlanan Çorak Ülke adlı kitabında teknoloji ve makinenin yüceltilmesi yerine doğal ve ruhsal çöl ikliminin kasvetli vizyonunu koydu: “Tutacak kökler nerede…?” 20 yıl sonra, başka bir büyük savaşın ortalarında, düşünür Susanne Langer şunu yazıyordu: “Avrupa düşüncesinin baharları soldu.”. Kıta Avrupası’nda, yeni varoluşçu felsefeciler, akıl ve nesnelliğin değeri ve faydasını sorguluyordu. Bilimsel devrimi yapmış Aydınlanma insanının tüm vizyonu tartışmaya açıldı. Büyük bir ölçüde, yirminci yüzyıl kültürü, neredeyse üç asır boyunca başlıca dayanak olmuş değerlerin ve düşünce kategorilerinin hayal kırıklığına yol açan yavaş çözülüşüne şahit oldu. Fakat ancak şimdi, yüzyılın sonunda, bu hayal kırıklığı kişisel, düşünsel, siyasî ve iş hayatlarımızın her alanında açıkça belli olmaktadır. Siyaset batı demokrasilerinde çoğu insan için anlamını yitirdi ve iş hayatında, başarılı bir şekilde işleyen organizmalar için geliştirilen eski modeller, artık çalışanın gerçeklerini veya pazarın beklentisini karşılamamaktadır. Pek çok düşünce alanında, çağdaş tasavvur açlığı diye adlandırılan bir olguyu yaşamaktayız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir