Ihsan Atasoy – Hulusi Yahyagil

HULUSİ AĞABEY’İ İLK DEFA 1969 yılında İstanbul İmam-Hatip Okulu son sınıfta okurken gördüm. “Nur’un Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp” isimli çalışmamızın önsözünde, Zübeyir Ağabey’le aralarında geçen o muhteşem hürmet ve muhabbet dolu sahneyi yazdım. O derste hazır bulunan ağabeyler kendisine farklı bir hürmet ve muhabbet besliyorlardı. Her halinden Üstad’ın birinci talebesi ve “havastan biri” olduğu anlaşılıyordu. Evet, Albay İbrahim Hulusi Yahyagil, Harp Okulu mezunu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları gazisi, dinî ve manevî ilimlere aşina ve Üstad’ın ifadesiyle “yüksek bir mertebe olan imamlık şerefiyle şereflenen” bir zattır. 1928’de Eğirdir Dağ Komando Okulu’na tayin edildiğinde, Üstad’ın Barla’da olduğu haberini alır almaz, ziyaretine gitmek için fırsat kollamaya başlar. Maneviyata olan iştiyakı, kısa zamanda Yüzbaşı Hulusi’yi Bediüzzaman’la buluşturur. Hulusi Bey, bu ilk görüşmede Üstad’ın çok farklı bir şahsiyet olduğunu anlamakta güçlük çekmez. Üstad’ın 1926’da Burdur, ardından kısa bir süre Isparta, daha sonra da Barla’ya sürgün edilmesi, ücra bir köyde unutulup gitmesi içindir. Fakat yazdığı Kur’anî hakikatler, kalpten kalbe bir sır gibi yayılıp, Hulusi Bey gibi onları takdir eden yüksek istidatlar ortaya çıktıkça, yepyeni bir dirilişin müjdeleri de belirmeye başlar. Misallerin Askerlikten Verilmesinin Sırrı Üstad, Eğirdir’e yazdığı bir mektubunda, Sözler’i yazarken, misalleri çoğunlukla askerlikten vermesinin sırrını açıklarken Hulusi Bey’e işaret eder: “İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıklıyorum. Şöyle ki: Ben Sözler’i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilatı, şuunat-ı askeriye nevinde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askeriyeden yetişecek.


Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret! Sen o askerlerden bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin.” Yine o günlerde Üstad’a erbab-ı ilimden muhatap olan ve “Hulusi-i Sani” unvanını alan Sabri Efendi, Hulusi Bey’i tarif ettiği bir mektubunda, “Nurlar Külliyatı’nın ekserisinde tam bir muharrirlik vazifesini deruhte eden Hulusi Beyefendi’mi, teşbih ve tabiri caizse, saatçilerde bulunan yıldızvari sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum” der. Abdurrahman’ın Yerine Ankara’da Üstad’dan ayrıldıktan sonra tekrar hizmete dönmek istediğini yazan yeğeni Abdurrahman’ın beklenmedik vefat haberi, Üstad’ı derinden sarsar ve Barla’nın dağ ve derelerine düşürüp çok ağlatır. Fakat rahmet-i ilahiye onun hüzünlü gönlünü Hulusi Bey gibi üstün bir kabiliyeti karşısına çıkarmakla tedavi eder. Üstad bunu şöyle dile getirir: “Hulusi Bey, benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlakayla temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.” Cenab-ı Hak, biri alır, bini verir. Hulusi Bey, âdeta bin talebe bedeline Üstad’a verilmiş zeki bir muhatap, ciddi bir arkadaş, “hizmet-i Kur’an ve imanda bir muin” ve “birinci talebe”dir. Hulusi Bey, derin zekâ ve ferasetiyle ve maneviyata aşina kalbiyle, Üstad’ın mahiyet ve misyonunu çabuk kavrar. Nurlara bütün benliğiyle sarılıp hizmetin tarihinde önemli bir rol üstlenir. Özellikle “ilmin anahtarı” olan sorularıyla Mektubat başta olmak üzere, pek çok hakikatin vücut bulmasına vesile olur. Evet, Hulusi Bey, Nurları kendi malı gibi kabul edip neşrini hayatının birinci gayesi bilen ve son nefesine kadar bu yolda sebat ve sadakatle maruf, ihlasıyla mümtaz bir Nur talebesidir. Hiç Takibe Uğramaz ve Hapse Girmez Nurlarla en küçük alakası bulunanların dahi takip edilip hapse konulduğu o karanlık günlerde, Hulusi Bey gibi faal ve birinci talebenin hiçbir takibe uğramaması ve hiç hapse girmemesi, şayan-ı hayrettir.

Çünkü Üstad, onun hapse girmeden daima bulunduğu makamda hizmet etmesini arzular. Hulusi Bey, Afyon Hapsi’ne girmemesinin sebebini açıklarken de Üstad’ın bu manevî tasarruf ve himayesine dikkat çeker: “Afyon Hapsi’nde ağabeyler arasında bir takım huzursuzluklar olunca Üstad önce, ‘Hulusi de gelsin!’ demiş. O sırada etrafımda bana karşı dikkatlerin ve takiplerin yoğunlaştığını hissettim. Sonra Üstad, ‘Hulusi kalsın, gelmesin!’ deyince durumun normale döndüğünü, dikkatlerin üzerimden kalktığını fark ettim. Ben, Üstad’ın himmetiyle bu hizmet uğrunda hiçbir zaman hapse girmedim ve takibata uğramadım.” Hulusi Bey, Eğirdir’de iki yıl sekiz ay görev yaptığı süre zarfında Üstad’la altı defa görüşür. Daha sonra iki defa daha olmak üzere, toplam görüşmesi sekiz kezdir. Buna rağmen birbirinden hiç ayrılmamış gibi aralarında kopmaz bir bağ vardır. Üstad, yazılan bütün risaleleri Hulusi Bey’e göndererek intibalarını alır. Eğirdir’deyken karşılıklı yazdıkları mektupların büyük bir kısmı Barla Lahikası’nda yer alır. Lahikada yer almayan mektuplar da vardır. Evet, Hulusi Bey nerede olursa olsun, arada hangi mesafe bulunursa bulunsun, akşamları Üstad, Hulusi Bey’in dersinde; sabah namazlarından sonra da Hulusi Bey, Üstad’ın dersinde hazır bulunur. Bu yakın alaka, mesafeleri kaldıran bir sır olur. Âdeta iki ayrı bedende bir ruh gibi, yüzlerce kilometre ötede Hulusi Bey’in başına bir sıkıntı gelse, Üstad bunu hisseder ve ona himmet eder. “Birinciliği Daima Muhafaza Ediyor” Yirmi yıl sonra Emirdağ’da görüştüklerinde, ayrılırken kendilerini yirmi gün önce görmüş gibi hissetmeleri, bu sırrı açıklaması bakımından manidardır: “Benim tarafımdan da ona (Hulusi) yazınız ki, şakirtlerin erkânında birinciliği daima muhafaza ediyor.

O benden hiç ayrılmamış gibi bir vaziyettedir.” Başka bir mektubunda ise şöyle der: “Hiç merak etme! Seninle muhabere manen devam eder. Bütün mektuplarımda, ‘Aziz, sıddık kardeşlerim’ dediğim zaman, muhlis Hulusi saff-ı evvel muhatapların içindedir.” Hulusi Bey, Kars, Sarıkamış, Elazığ, Urfa, Diyarbakır, Malatya, Tunceli, İstanbul-Pendik gibi çeşitli yerlere tayin edilerek, yaptığı Nur dersleriyle, Kuzey’den gelen dinsizlik cereyanına karşı manevî bir set teşkil eder ve mü’minlerin imanına kuvvet veren gizli bir kutup vazifesi görür. Bir mektubunda şöyle der: “Ben, Risale-i Nur’la verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can ü dilden ‘Beli!’ dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata ömrümde ilk defa olarak ‘Üstad’ dedim. Hata etmedim, isabet ettim.” Sohbetlerinde büyük bir hayranlıkla, “Efendim, hayatımızda ona Üstad dedik. Elbette Üstad odur. Üstad buna derler, hoca buna derler!” cümlelerinin sık sık dilinden döküldüğü görülür. Nur Dairesine Siyaseti Hiç Sokmaz Hulusi Bey’in önemli bir vasfı da, Nur dairesine siyaseti sokmama konusunda ve Üstad’dan intikal eden meslek ve meşrebi muhafaza etmekte gösterdiği azamî gayrettir. Cemaat arasına ve Nur’un derslerine siyasî tarafgirliğin girmemesi ve Nurlar üzerine siyaset gölgesinin düşmemesi hususunda çok büyük dikkat sarf etmiştir. Hülasa, Albay İbrahim Hulusi Yahyagil, ismiyle müsemma bir muhlis ve ihlasın canlı bir numunesidir. Onun hayatı, Üstad ve Risale-i Nur’a sadakatle geçmiş berrak bir aynadır. Nur derslerini son nefesine kadar aralıksız devam ettirmiştir.

Bu çalışmada yer alan hayattar hatıraların, gelecek nesillere ideal bir Nur talebesi portresi çizeceğine inanıyorum. Allah ondan ve onun gibi Nur ağabeylerden ebeden razı olsun ve bizleri de onlara layık kardeş ve şefaatlerine mazhar talebe eylesin. Âmin! Bir İnayet Çalışmalarım esnasında sık sık rastladığım inayetlerden birini şükre vesile olması dileğiyle buraya kaydediyorum. Hulusi Ağabey’i yazmaya karar verdiğim günlerde, onunla yakınlığı bulunan zatları not defterime kaydettim. Çalışma esnasında yeri geldikçe onları arayarak veya ziyaretlerine giderek bilgilerine başvuruyordum. Bunlar arasında, Elazığ’da memurken Nurları Hulusi Ağabey vasıtasıyla tanıyan, daha sonra da onun muhibbi, yakını ve aile dostu olan Selahaddin Eryavuz da vardı. Selahaddin Bey’in emekli olduktan sonra Bursa’ya yerleştiğini öğrenmiştim. Kendisiyle bir-iki kez telefonla konuşmuştuk. Hulusi Ağabey’le ilgili önemli bilgileri olduğunu öğrendiğim bu zatı, münasip bir zamanda ziyaret etmeyi düşünüyordum. Elimde, çalışma için topladığım belge ve bilgiler bitmek üzereyken, bir sabah bir rüyayla uyandım. Rüyada mühim bir yerde, büyük bir kalabalığa konuşma yapacaktım. Dinleyiciler arasında önemli kişiler ve büyük ağabeyler de vardı. Fakat iyi hazırlanamadığım ve zaman da daraldığı için sıkılıyor, kendi kendime hayıflanıyordum. Derken kalabalık arasından bir zat çıkıp koluma girdi ve bana bir şeyler anlatmaya başladı. O zat, özellikle savaşlardan bahsederken zihnimde bir şimşek çaktı, “Tamam, benim ufkum açıldı.

Bu anlatılanlarla rahatlıkla bu konferansı veririm” dedim. Tam uyanırken biri tarafından kulağıma, “Eryavuz” kelimesi seslenildi. Uyanmıştım ama Eryavuz kelimesi hâlâ kulağımda çınlıyordu. Önemli bir şeye işaret ettiğini düşünerek bu kelimeyi tekrar etmeye başladım. O anda bunun Selahaddin Bey’in soyadı olduğunu anlayamamıştım. Büroma gidip çalışmak için masamın üzerindeki not defterimi açtığımda, gözlerime inanamadım. Çünkü bu kelime, Hulusi Ağabey’le yakınlığı bulunanlar listesinde üçüncü sırada yer alan Selahaddin Bey’in soyadıydı! Heyecanlandım. Bunda bir işaret vardı. Hiç vakit kaybetmeden telefonu çevirdim. “Alo, Selahaddin Eryavuz Bey’le mi görüşüyorum?” “Evet, buyurun benim!” Sesini duyunca tekrar heyecanlandım. Hâlâ etkisinde olduğum rüyayı kendisine naklettim. O da duygulandı ve memnuniyetini dile getirdi. Bu arada beni hayrete düşüren başka bir şey daha oldu. “Ağabey rüyada gördüğüm zat zayıfça biriydi. Acaba siz nasılsınız?” dediğimde, tebessüm eden bir ses tonuyla, “Kardeşim, ben şu anda altmış kiloya düşmüş zayıf biriyim!” dedi.

Fesübhanallah, tevafuklar zinciri devam ediyordu. En kısa zamanda ziyaretine geleceğimi söyleyerek telefonu kapattım. Hemen bu gibi seyahatlerde severek bana ulaşım hizmeti veren Talip Bey kardeşimi aradım. Ses kaydı için hazırlıklarımı tamamladım. Bir aksilik olmasın diye de kontrol ettim. Vakit geçirmeden ertesi gün Bursa’nın yolunu tuttuk. Adresi epey aradıktan sonra Kükürtlü semtindeki eve girdiğimizde rüyadaki gibi zayıf ve yaşlı biriyle karşılaşmam hayretimi artırdı. Buraya kadar her şey güzel gidiyordu. Hoşbeşten sonra bir an önce asıl konuya geçmek ve kendisini konuşturmak için sabırsızlanıyordum. Neyse, kayıt cihazının düğmesine dokunup Hulusi Ağabey hakkındaki sorularımı peş peşe sıralamaya başladım. Fakat o da ne? Selahaddin Bey, sorularımın çoğunu ya hatırlamıyor ya da zayıf çıkan sesiyle kelimeleri iyi anlaşılmıyordu! Bir ara, “Acaba yanlış yere mi geldim?” diye ümidim kırılır gibi oldu. Aynı şey o esnada bizi dinleyen Talip Bey’in de hatırından geçmiş. Biraz sonra ses kayıt cihazının işe yaramayacağını anlayıp kapattım ve “Ağabey, mademki Hulusi Ağabey’le çok yakın dostluğunuz var, acaba yanınızda onunla ilgili belge, bilgi ve resim türünden şeyler var mı?” dedim. Aradığım Her Şey Bu Dosyadaydı Yaşlı zat, âdeta bu soruyu bekler gibi oturduğu yerden kalktı, yavaş adımlarla salondan çıkıp diğer odaya geçti. Çok geçmeden elinde mavi kaplı kocaman bir dosyayla çıkageldi.

“Buyur kardeşim!” deyip dosyayı bana uzattı. Büyük bir merakla dosyayı karıştırmaya başladım. Aman Allah’ım! Hulusi Ağabey’le ilgili aradığım her şey bu dosyada bir bir gözüme çarpıyordu. Sayfaları çevirdikçe heyecanım artıyordu. Zira bu dosyada Hulusi Ağabey’in bizzat kendisi tarafından anlatılan hatıralar, mektuplar, Risale-i Nur ve Üstad’la ilgili çeşitli yazıları yer alıyordu. İlginçtir, rüyadaki gibi, Hulusi Ağabey’in en çok merak ettiğim askerlik ve savaş dönemi hatıraları dosyada ilk gözüme çarpan bölümler oldu. Gün, ay ve yılına varıncaya kadar savaş cephelerindeki hatıralarını anlatıyordu. Kendimi bir hazineye konmuş gibi hissettim. Fakat heyecanımı yenmeliydim. Ne de olsa bu gibi konularda tecrübeliydim. Çünkü geçmişte, bendeki heyecanı fark eden muhataplarımın belgelerin üzerine kapanıp elimi boş çevirdikleri olmuştu. Böyle bir kazaya kurban gitmemek için temkinli davranmalıydım. Aradığım çok şey vardı bu dosyada ve içim içime sığmıyordu. Fakat sakin bir ses tonuyla, müstağni bir edayla ama doğrusu biraz da çekinerek konuşmaya başladım: “Ağabey, bu dosyada Hulusi Ağabey çalışması için işime yarayacak bazı bilgiler var. Müsaade etseniz de bir fotokopisini alsak?” dedim.

Asıl beni hayrete düşüren şey bundan sonra oldu. Zira fotokopiye müsaade eder mi diye endişe ettiğim Selahaddin Bey, “Kardeşim, sen benim Hulusi Ağabey’imin hayatını yazmak için zahmet edip buralara kadar gelmişsin, fotokopiye müsaade etmek ne demek, al dosyayı götür, işin bittikten sonra gönderirsin!” demesin mi? Beklemediğim bu cevap karşısında sevinçten uçacak gibi oldum. “Allah senden razı olsun!” deyip dosyayı çantama yerleştirdim. İşte bu çalışmada yer alan bilgi ve belgelerin önemli bir kısmı, Selahaddin Bey’in derlediği bu dosyadan istifade edilerek hazırlanmıştır. Dosyada rastladığım Hulusi Ağabey’e ait bir not ise, yıllar sonra onun bir kerametini ortaya koyuyordu. Zira Hulusi Ağabey, bir ara bazı sebeplerle Selahaddin Bey’e gönderdiği yazılarını imha etmesini istiyor. Fakat Selahaddin Bey’in eli, bir türlü bu yazıları imha etmeye gitmiyor. Daha sonra Hulusi Bey, her nedense yazdığı ikinci bir mektupla, “Keşke o yazıları imha etmeseydin, ileride belki bir gün birileri ondan faydalanır!” diyordu. Evet, bu kıymetli yazıları derleyip bir dosya haline getiren, yıllar sonra elimize geçmesine ve bu çalışmanın vücut bulmasına önemli katkı sağlayan Selahaddin Eryavuz Bey’e teşekkürü bir borç biliyor, bizi, “şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inayata ve teshilata mazhar kılan” Rabb-i Kerim’imize hamd ü senalar ediyorum. “Hâzâ min fazlı Rabbî!” Kaybolan Dosya Bir rüyayla başlayan dosyanın hikâyesi bu kadarla bitmiyor. Zira Bursa’dan döndükten sonra 2009’un Ramazan ayı girdi. Dosyadaki bilgi ve belgelerden yararlanarak çalışmayı hızla sürdürüyordum. Ramazan’ın ortalarına geldiğimde Selahaddin Bey’i arayıp hal hatır sorayım dedim. Aradığımda, gayet nazikâne bir üslupla: “Aziz kardeşim, dosyayı size verdiğim için bu Ramazan kendimi öksüz kalmış gibi hissettim. Çünkü her akşam o dosyadan bir bölüm okuyarak Hulusi Ağabey’imle beraber oluyor, ondan feyiz alıyordum!” dedi.

“Ağabey, merak etmeyin, dosyayı hemen size gönderirim. Zaten fotokopiden çalışmak benim için daha kolay olur” dedim. Fotokopisini alıp dosyayı Selahaddin Bey’e göndermek üzere Nesil Yayınları’nın sevk servisindeki yetkiliye teslim ettim. Aradan bir hafta geçtikten sonra dosyanın ulaşıp ulaşmadığını öğrenmek üzere Selahaddin Bey’i aradım. Fakat dosyanın kendisine ulaşmadığını söylemesi beni şaşırttı. “Nasıl olur, dosya bir hafta önce kargoya verilmiş! Çoktan ulaşmış olması gerekirdi. Hemen araştırıp sonucu size bildireceğim” deyip telefonu kapattım. Ardından yayınevindeki görevliyi arayıp haberdar ettim. O da şaşırdı. “Hocam, dosyayı itinayla paketleyip önemine binaen bizzat kendi ellerimle kargoya teslim ettim. Birkaç gün daha bekleyelim, gitmezse araştıralım” dedi. Birkaç gün sonra Bursa’yı tekrar aradığımda maalesef dosyanın yine yerine ulaşmadığını öğrendim. Günler hızla akıp gidiyordu. 2009 Ramazan’ının sonuna gelmiştik. Selahaddin Bey’den bir mektup aldım.

Mektupta nazikâne üzüntüsünü beyan ediyordu. Doğrusu ben ondan daha çok üzülmüştüm. Çünkü elde olmayarak bana olan güvenini sarsmıştım. Bu defa dosyanın bulunması için kargo faturalarının tek tek kontrol edilmesini istedim. Aradan bir hafta daha geçti. Yine dosyadan haber yoktu. Artık Selahaddin Bey’i arayamıyordum. Kendisi de arayamıyor, ağır bir söz söyleyip beni kırmaktan çekiniyormuş. İkinci kez mektup yazmayı tercih etmiş. Fakat bu mektup birincisinden daha da inciticiydi. Çünkü mektupta dosyaya el koyduğumu ima ediyordu. Kahroldum. Tekrar Nesil’deki arkadaşı aradım. “Kardeşim, ne yapıp edip bu dosyayı bulun. Beni bu töhmetten kurtarın!” dedim.

“Ağabey, her gün kargoya bir sürü paket veriyoruz. Hiçbirinin başına böyle bir şey gelmedi. Ne yapacağımızı biz de şaşırdık. Artık bizzat kargo merkezlerine gidip tek tek aramaktan başka çaremiz kalmadı” dedi. Aradan bir ay geçmişti. Bir-iki gün içinde yerine varması gereken dosyadan yine haber yoktu. Size güvenmiş yaşlı birinin itimadını sarsmak, gerçekten çok ağır bir şeydi. Hemen her gün şirketteki arkadaşı arıyor ve dosyanın akıbetini soruyordum. O da araştırmalarına devam ettiğini söyleyerek üzüntüsünü belirtiyordu. Bu arada merhum İbrahim Canan Hoca, Hulusi Ağabey’le ilgili hatıraları olduğunu söylediği okul arkadaşı eğitimci Fuat Yılmaz Bey’i aramamı tavsiye etmişti. Kendisiyle Ramazan ayı içinde Ankara’da görüşmüş, hatıralarını kaydetmiştim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir