Ihsan Atasoy – Mehmet Feyzi Efendi

MEHMED FEYZİ EFENDİ, on yedi bin evliyayı ve Anadolu’nun dört maneviyat büyüğünden birini [1] sinesinde barındıran mübarek Kastamonu toprağında yetişen ve onları temsilen, Büyük Üstad’a gönül veren büyük bir veli ve âlim bir zattır. Denilebilir ki bütün Kastamonu evliyasının ve Şaban-ı Velî Hazretleri’nin bir varis-i mutlakı ve bir mümessil-i ekmeli ve o Büyük Müceddit’in “sır kâtibi” olma şerefine eren en yakın bir talebesidir. Küçük yaştan itibaren ilme ve irfana olan düşkünlüğü yanında asalet, necabet, nezahet, iffet ve takva ile donanmış şahsiyetiyle dikkat çeken Mehmed Feyzi Efendi, sonunda aradığını bulur ve ahir zamanda Kur’an’ın manevî i’cazını beyan etmekle vazifeli büyük şahsiyetle buluşur. Evet, Risale-i Nur ve onun müellifi Üstad Bediüzzaman’a kavuşmakla onun şahsiyeti kemalini bulur. Kader, Üstad’ı Kastamonu’ya sevk ettiği yıllarda, onu da İstanbul’da askerlikte bulundurur. Askerlik dönüşü Üstad’ı ziyaret edip iltifatına mazhar olduktan sonra, ona öylesine bağlanır ki bir daha yanından hiç ayrılmaz. Üstad Kastamonu’dan gidene kadar yedi yıl, gece-gündüz hep hizmetinde kalır. Kastamonu’nun uzun ve soğuk kış gecelerinde ve yazın yemyeşil ağaç ve çayırlarla kaplı dağ ve ormanlarında Üstad’ın nice derunî ve ulvî hallerine şahit olur. Mehmed Feyzi Efendi, ayrıca Üstad’la beraber girdiği Denizli ve Afyon Hapishaneleri’nde, İslam davası için çile çeken asrın kahramanları safında yerini alır. Üstad, “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir” [2] der. Mehmed Feyzi Efendi, Risale-i Nur’u hem de bizzat müellifine iki kez okumak ve yer yer onun izahlarına şahit olmakla Nurlar’daki derin hakikatlere vukuf peyda eder. Kazandığı bu eşsiz mazhariyeti, hayatta yegâne iftihar vesilesi olarak zikreder. Üstad ise bu güzide talebesinin faziletini, “Selef-i salihin, Mehmed Feyzi gibi bir talebem olduğuna gıpta ediyorlar” diye ifade eder. Hayatlarındayken anlaşılamamak büyük zatların kaderi olsa gerek. Bu kitapta hayat ve hatıralarıyla manevî simasına ışık tutmaya çalıştığımız Mehmed Feyzi Efendi de bu kaderi paylaşanlardan biridir.


Burada Hocaefendi’nin şu ifadelerini tekrarlamak yerinde olur: “İnsanlardan bazıları gururlarına, kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler. Ve ne Hulusi Efendi’yi ne Tahiri Mutlu’yu ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmed Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazret-i Mimar-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler. Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler. Hep mahviyet içinde oldular. El âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi, ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı. Ama nadanlar bunu anlayamadılar.” Mehmed Feyzi Efendi, kazandığı manevî mertebeyi Üstad’ın verdiği icazetle de taçlandırmıştır. Elde ettiği bu ilmî servet ve zenginliği, gerek yurt içinden gerek yurt dışından, her kesimden ziyaretine gelenlere cömertçe sunmuştur. Abdullah Yeğin Ağabey’in ifadesiyle, “Risale-i Nur üniversitesinin bir fakültesi” konumunda olan evinin köşesinden, hayatının sonuna kadar, bir manevî ziyafet halinde takdim etmiştir. Üstad, “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim” [3] der. Mehmed Feyzi Efendi’nin şahsiyetini, Üstad’ la yakınlığını keşfettikçe, hayatta kendisini ziyaret edememiş olmanın hicranını duyuyorum. Tek tesellim, Fırıncı Ağabey’in himmetiyle, bu mübarek zatın cenaze merasiminde bulunup kabri başında Kur’an okumak olmuştur. Bu çalışmanın, onun daha iyi anlaşılmasına yardım edecek ve pak ruhunu memnun edecek bir adım olmasını niyaz ediyor, ona karşı olan vefa borcumuzun bir gereği sayıyorum.

Ruhu şad, makamı Cennet olsun… Bir Not Biyografi çalışmalarımızda şahısların fazilet ve meziyetleri ister istemez ön plana çıkmaktadır. Bazıları bunun Nur’un şahs-ı manevîsine uygun olup olmadığını sormaktadırlar. Evvela, şahs-ı manevînin anlaşılabilmesi için, yine onu teşkil eden şahsiyetlerin tek tek bilinmesine ihtiyaç vardır. Bununla beraber çalışmalarımızda belli bir şahsı eksene almış olsak da, aynı zaman dilimi içinde onunla birlikte yaşamış diğer hizmet erbabına da yer vermeye çalışmaktayız. Çünkü küfr-ü mutlak ve zındıka cereyanlarının dehşetli bir komite halinde organize olup hücum ettiği bir zamanda, şahıslar ne kadar dâhi olsa da tek başlarına onlara mukabele edemezler. Üstad’ın dediği gibi, “Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevî hükmeder ve dayanabilir.” [4] Şu halde bu büyük dava, pek çok isimsiz kahramanın ihlaslı hizmetleriyle bugünlere gelmiş ve kıyamete kadar da böyle gidecektir. Fakat bu hizmetin tarihinde Kastamonu’nun münbit ve bereketli toprağı anılınca, elbette en başta büyük âlim ve fazıl şahsiyet Mehmed Feyzi Efendi akla gelir. Mehmed Feyzi Efendi’nin, Üstad’a muhatap olan ve o güneşten feyiz alan yıldızlar arasında, ilmî ve manevî şahsiyetiyle öne çıkan biri olduğunda şüphe yoktur. Bununla beraber: • Doğu’da aşiret reisiyken sürgün edilip Nasrullah Camii’nin avlusunda çaycılık yapmaya mahkûm edilen kahraman Çaycı Emin Bey’i, • Plevne kahramanı Sadık Paşa’nın torunlarından Ilgaz Dağları’nın efesi Taşköprülü Sadık Bey’i, • Yine Şaban-ı Velî Hazretleri’nin yolundan giden “Küçük Şeyhlerin Hilmi” diye anılan cesur yürek Hilmi Bey’i, • Siirt Tillo’dan ailesiyle birlikte Kastamonu’ya sürgün edilen Tahsin Bey’i, • Safranbolu Kahramanı Mustafa Usman’ı, Hıfzı Bayram’ı, • Eflani’nin Hasan Feyzi’si; eğitimci, asil insan Ahmed Fuad’ı, • Neşriyatta büyük hizmetleri olan ve “Küçük Isparta” diye anılan İnebolu’nun asilzade evlatları Çelebileri, Fakazlıları, • Ve tabii sonraki halkada yer alan Üstad’ın müteaddit defalar “vekilim” dediği ve son olarak yanından ayrılırken, “Hayatım hayatınla devam edecek” hitabına mazhar Eflanili Mustafa Sungur’u, • “Sen Nur Talebeleri’nin ağabeyi olacaksın” iltifatının muhatabı Araçlı Abdullah Yeğin Ağabey’i ve Hüsnü Bayram’ı, • Hatta hanımlar taifesinden Kastamonu’nun şefkat kahramanları Asiyeleri, Ulviyeleri, Lütfiyeleri, Zehraları, Hacerleri, Haticeleri ve daha nice isimleri hatırlamamak, elbette kadirbilmezlik ve vefasızlık olur. Fakat bizim yaptığımız, bu iman davasının geçmişinde rol almış önemli zatlardan birinin şahsında, onların oluşturduğu o şahs-ı manevîye ve o döneme ışık tutmaya çalışmaktır. Çoğu ahirete göçmüş bu şahsiyetlerin faziletlerinden bahsetmek, bir yandan onlar için dua-yı rahmete vesile olurken, diğer yandan gelecek nesillerin bu nurlu rehberlerden hayatlarına yön verecek ibret dersleri almalarına vesile olacaktır. Binaenaleyh bu çalışmaların Nur’un şahs-ı manevîsine fayda ve kuvvet vereceği kanaatindeyim. Bir Tespit Biyografi serimizin bundan önceki kahramanları hep “Üçüncü Said Dönemi”nin muhataplarıydı.

Şimdi ilk defa bu çalışmayla “İkinci Said Dönemi”nin örneklerinden birini ele almış bulunuyoruz. Elbette her iki dönem arasındaki farklılıklar, bu zatların şahsiyet ve hayatlarında da kendisini gösterecektir. İkinci Said Dönemi bu manevî Kur’an mucizesinin, bu iman hakikatlerinin henüz telif ve zuhur devresidir. İşte Mehmed Feyzi Efendi bu dönemin önemli ve önde gelen simalarından biridir. Mehmed Feyzi ve onun gibi İkinci Said Dönemi talebelerinin hayatlarında meslek ve meşrep esaslarından ziyade, Risale-i Nur’un telif, tashih ve teksirindeki hizmetler ön planda gelir. Üçüncü Said Dönemi’ndeyse, Risale-i Nur’un telifinden sonra, sıra bu nuranî çığırın kıyamete kadar devam edecek olan esaslarının tespit ve takviyesine gelir. Üstad Hazretleri, hayatının bu son ve en önemli devresinde yanına aldığı genç kadroyla hizmetin geleceğini inşa ve hizmeti o kadronun omuzlarına tevdi ederek ahirete göçer. Bu sebeple Üçüncü Said Dönemi’ni teşkil edenlerde Risale-i Nur’un imanî hakikatleri yanında, meslek ve meşrep esaslarına bağlılık ve onları sadakatle koruma özelliği ön planda gelir. Bu yüzden İkinci Said Dönemi’nin “Haslar”ı arasında zikrettiği talebeleri şahsî kemalat ve fazilet bakımından üstün olsalar da, küllî fazilet manasındaki meslek ve meşrebi koruma noktasında son dönem talebelerinin yeri ve önemi ayrıdır. Tıpkı cadde-i kübra-yı İslam’ın temel taşlarını belirleyen ve istikamet çizgisini çizen müçtehit imamlar gibi… Bir Nükte Nur’un kahramanlarının biyografilerini çalışırken büyük inayet ve ikram altında olduğumu her vesileyle hissediyor ve Rabb’ime şükrediyorum. Bu çalışma esnasında bir ara, Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi noktasından bazı hususları bu kitaba alıp almamakta tereddüt ettim. İçimden, o hususların lüzumu var mı, uygun mu, değil mi diye geçirirken, “En iyisi bunu Üstad’a sormak” dedim. “Üstad hayatta olmadığına göre yapılacak şey, eserine başvurmaktır” deyip masamın üzerindeki kitaba uzandım. “Ey Üstad, bakalım sen buna ne diyeceksin? Bismillah” deyip Emirdağ Lâhikası’nı açtım. İlk gözüme ilişen mektubun, “Aziz, sıddık kardeşlerim” şeklindeki girişinden sonraki cümlesi aynen şöyle başlıyordu: “Lüzumu olmayan…” Dondum, kaldım.

“Fesübhanallah!” dedim, “Üstad açıkça bu gibi hususları kitaba almamın lüzumu olmadığını söylüyor!” Mektubun gerisini okumaya bile ihtiyaç duymadım. Çünkü cevabımı almıştım. Üstad, hayattaymış gibi tasarruf ettiğini bir kere daha gösteriyordu. Kalktım, odamda birkaç adım yürüdükten sonra, Üstad’ın duvarda asılı duran ve dua eden resminin önüne geldim. “Aslan Üstad’ım!” deyip resimdeki elinden hürmetle öptüm. “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mani olmaz” sırrını bilmeyenler beni o halde görseler belki deli sanırlardı. Ama ben, “Haza min fazlı Rabbî!” dedim. Evet, bu ve buna benzer ikram, inayet ve tevafuklar, Risale-i Nur hizmetinde bulunan herkesin karşılaşabileceği türden şeylerdir. Rabb’im hepimizi rızasına layık ve ihlasa muvaffak eylesin. Âmin. Bu çalışmada maddî ve manevî çok emeği olan değerli kardeşim Ömer Faruk Paksu’ya ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum. Rabb’im onu ve onun gibi Nur yolunda çalışan bütün kardeşlerimizi hizmetlerinde muvaffak etsin ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de daim etsin. İhsan Atasoy Üsküdar, Mayıs 2009 Bediüzzaman’ın Kastamonu Sürgünü MEHMED FEYZİ EFENDİ’NİN hayatına geçmeden önce, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Kastamonu sürgün hayatına bir nebze göz atmak gerekir. Zira Üstad hapis dışında Kastamonu’da maruz kaldığı baskıları ifade ederken, “Bir ayı bir yıl hapse bedel” diye ifade eder. Üstad’ın Kastamonu’dan Isparta’daki kardeşlerine yazdığı mektupların satır aralarında bu ağır şartların ipuçlarına rastlarız.

Devir, manevî değerlere topyekûn savaş açıldığı “helaket ve felaket” devridir. Ehl-i iman üzerinde tarihte görülmemiş zulüm ve baskıların uygulandığı devirdir. Asırlardır bu milleti cephede mağlup edemeyenlerin içten yıkma planlarını sinsi bir şekilde devreye koydukları devirdir. Bu milleti, tarihinden ve dinî bağlarından koparma kararının, ne pahasına olursa olsun tatbike konulduğu devirdir. Ezan, Kur’an ve tesettür gibi bütün şeair ve kutsallar yasaklanmakla kalmamış, bunlara bağlılık gösteren herkes suçlu sayılarak en ağır cezalara çarptırılmıştır. Bu uğurda nice âlim ve fazıl kişilerin başı gitmiştir. Bu millet belki maddî bağımsızlığına kavuşmuştur ama ona bedel, altından kolay kalkamayacağı korkunç bir manevî esaret altına alınmıştır. İşte bu dönemde en ağır muamelelere tabi tutulanlardan biri de hiç şüphesiz Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir. Her türlü engele rağmen, o asla yılmamış, ecdattan kalan manevî mirası temsil etmekten geri durmamıştır. 1935’te Eskişehir Hapsi’nde dokuz aylık cezalarını doldurup tahliye olan talebelerinden sonra, kendisi birkaç ay daha hapiste yalnız başına bırakılır. Bu en sıkıntılı günlerinde bile boş durmayan Üstad, muhteşem bir tevhit dersi olan İkinci Şua’yı telif eder. Zaten Risale-i Nur’un en derin meseleleri, en ağır şartlar altında telif edilmişlerdir. Eskişehir Hapsi’nden çıktıktan sonra, herkes memleketine, ailesinin yanına dönerken, Üstad, bu haktan da mahrumdur. Çünkü kanunen suçsuzluğu sabit olsa da, o günkü zihniyet nezdinde daimi suçludur! Evet, insanlığın hayrına olan iman hizmeti, o gün en büyük suç sayılmaktadır! Ama o, “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniye’ye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek!” [5] der ve bu uğurda her çileyi göze alır.

Bu defa hükümet emriyle, bütün dostlarından ayrı, tek başına Kastamonu’ya sevk edilir. Kastamonu onun için yeni ve zorlu bir çile ve meşakkat yurdudur. Yıl 1936…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir