Ilhan Basgoz – Yunus Emre

Yunus Emre’yi halkın büyük kültür geleneğinden alıp, aydının dar, ama etkili kültür dünyasına aktaran Fuat Köprülü olmuştur. Köprülü’nün 1918 yılında yayınlanan kitabı (Türk Edebiyatında Đlk Mutasavvıflar) Yunus için yapılmış ilk bilimsel çalışmadır. Dağılan Đmparatorluk topraklarında olduğu kadar, çürüyüp dökülen Osmanlı kültüründe de dayanacak bir yer bulamayan Türk aydınına, Yunus Emre’nin şiiri, tutunacak bir çiçekli dal gibi uzanmıştır. Hangi dünya görüşünden, hangi toplum katından olursa olsun, aydınımız Yunus’un şiirinde kendinden bir nakış, kendinden bir inanış bulmuş, böylece çeşitli Yunus yorumları ortaya çıkmıştır. Dar zümrelerin, mezheplerin, dinlerin ve ulus birimlerinin üstüne çıkarak bütün insanların ve bütün zamanların dilinden konuşan Yunus’un değişik yorumlara uğramasına şaşmamak gerekir. Onda hepimiz kendimizden bir şeyler buluyoruz. Bu nedenle Yunus yetmiş yıldır tüm aydınların gönlündedir; tıpkı yedi yüz yıldır halkın da gönlünde olduğu gibi. Yunus için ilk çalışmayı yapan Köprülü, bize ilk Yunus yorumunu da verir. Köprülü’nün Yunus’u, Đslam mistikliği ile “Türk zevkinin hususi dehasını” birleştiren basit, coşkulu, ümmi bir derviştir. Ama bu ümmilik, eski tezkere yazarlarımızın sandığı gibi, “hecenin harflerini seçemeyecek” bir cahillik değildir. Yunus düzenli bir medrese eğitimi görmemişse de, kendi “mânevi kabiliyeti sâyesinde” Đslam bilimlerinin hepsini öğrenmiştir. Mevlânâ’nın şiirlerini anlayacak kadar da Farsça bilir. Hiçbir sanat kaygısı duymadan, şiirinin büyüklüğünün farkına varmadan, kendi ruhunun çalkantılarını “tabii bir şekilde terennüm ederek”, Sakarya ormanlarında dolaşan bu dervişin şiirinde, gerçek doğa ve gerçek toplum bulunmaz. “Tabiat levhaları” onun şiirinde, ara sıra belirse de yerini hemen bir mistik din soyutlamasına bırakarak kaybolur. Başka şairlerde gördüğümüz “Ne kadı adalet dağıtır, ne imamda imamet var” yollu, toplumdan yakınmalar da Yunus’ta yoktur.


Onun Batıniliğini de, katı bir Batınilik saymamak gerekir; Yunus, Batıni ve Sünni inançları birleştirmiştir; ancak Mevlânâ kadar Batıni sayılmalıdır. Ama Yunus’ta ne Mevlânâ’nın “Đranlı belagatı, ne de Âşık Paşa’nın derin bilgisi” vardır. Etkileri edebiyatımızda köklü ve sürekli olan Yunus, Türk tasavvuf edebiyatının kurucusu sayılmalıdır. (Köprülü, Türk Edebiyatında Đlk Mutasavvıflar’dan özetlenmiştir.) Köprülü’nün yorumu, daha sonraları, öğrencileri tarafından, önemli noktalarda düzeltilecektir. Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus’un iyi bir medrese eğitimi aldığını, Arapça’yı, Farsça’yı ve zamanının Đslam bilimlerini iyi bildiğini belirtecek; Burhan Toprak, Yunus Emre’nin hiçbir sanat kaygısı taşımamış olduğu fikrine, haklı olarak, karşı çıkacaktır. Yunus’un şiirinde gerçek doğadan ve toplumdan izler bulunmadığı görüşü de, tümden doğru değildir. Okuyucular, kitabımızda doğanın da, toplumun da, zaman zaman Yunus’un şiirinde gerçek çizgiler halinde verildiğini göreceklerdir. Köprülü’nün Yunus’u “Türk zevkinin hususi dehasını” yansıtan bir derviş sayması, kendi dünya görüşü ve sanat anlayışı ile bağlantılıdır. Avrupa romantik ulusçuluğundan kaynaklanan bu anlayışa göre sanat eseri ulusal ruhu yansıttığı oranda başarılı olur; ulusal ruh ise her ulus tarihinin ilk çağlarında ortaya çıkar, kişi yaratması değildir, devirden devire değişmeden aktarılır. Herder’den Gökalp’ın aldığı bu anlayış Köprülü’ye Gökalp’tan geçmiştir. Đkinci Yunus Emre yorumu Burhan Toprak’tan gelir. Onun 1933’te yayımladığı Yunus Emre adlı kitabı, Yunus’u çağdaş şiir anlayışı içinde inceleyen ilk çalışmadır. Toprak, Yunus divanını Alp Dağları’nda bir sanatoryumda hasta iken ele geçirerek okur ve Yunus’ta kişisel bunalımlar içinde çalkalanan bir ruhun dramını bulur. Ona göre: Yunus Emre Türk ortaçağının zirvesidir.

Onun divanı da bizim Divinia Comedia’mızdır. O kitapta (Yunus’un divanında) ruhun büyüklüğü, vücudun faniliği, kendi talihimizi yaratamamak felaketi, varlığımızın kadın erkek taraflarının, yani aklımızla hassasiyetimizin mücadelesi, insaniyetin bütün sefillik, yücelik, ızdırap ve tesellisi vardır. O kitaptaki ızdırap, bacağı kesilen adamın ızdırabı kadar doğrudur. Gözyaşı gözyaşıdır; özlemek özlemektir. Heyecan kelimeleri doldurur ve kelimeler karşımızda kuru kafalar gibi sırıtmaz. Yunus’un her mısraının gayesi tefekkürdür. Burada sanat oyun değildir. Bu kitapta korkuları, ümitleri, pişmanlıkları, isyanları, şüpheleri, teselli ve imanları ile bütün bir beşeri hayat vardır. (Toprak, Yunus Emre Divanı, 1943 ikinci baskı, Başlangıç) Bundan sonra Burhan Toprak, Yunus yorumunu Köprülü ile bir çekişme halinde sürdürür. Köprülü Yunus için ümmi demiştir. Toprak, Köprülü’nün görüşünü biraz da saptırarak, onu “vesika sahibi ahmakların ve âlim katırların” bilgilerini aktarmakla suçlar. Kur’andan ve hadislerden örnekler getirerek Yunus’un Arapçayı iyi bildiğini açıklar. Köprülü, Yunus’un tek kaygısı “irşad etmektir” demiştir. Toprak der ki: “Zavallı Yunus bunu duysa kimbilir ne kadar gülerdi? Yunus halkı irşad etmek, aydınlatmak için değil, kendi kafasındaki kaos’tan kurtulmak için şiir yazmıştır. Kendi can evinde yangın varken Yunus kimi irşad edecek, hangi yangını söndürmeye gidecekti?” Köprülü, Yunus’ta sanat kaygısı yoktur demiştir.

Burhan Toprak, “Ben Yunus divanında yüzlerce mısra bulabilirim ki, üzerinde saatlerce, günlerce, belki haftalarca düşünülmüştür. Onlarda bir kelime değiştirildi mi bütün tesir ve müzik kaybolur” diyerek bu görüşe karşı çıkar. Köprülü, “Yunus kendi sanatından habersizdir” der. Burhan Toprak açıklar ki “Đnsanın bu yargıda bulunması için Yunus’un şu muhteşem mısraını görmemiş olması gerekir: “Yunus Emre senin sözün, âlemlere destan ola”. Buradaki sanatkârlık gururunu ancak Beethoven anlardı. Burhan Toprak da, çok eleştirdiği Köprülü gibi, Yunus’ta gerçek doğa ve toplum olmadığı görüşündedir. Yunus’ta doğa, “bir şark halısında donmuş, taş kesilmiş hayvan ve çiçek nakışları” gibi cansız ve soyuttur. Yunus kendi düşüncelerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmemiştir. Bu nedenle onun şiirinde kendi hayatından iz bulamayız. Yunus Emre’nin şiirinde, sanat eri denen yaratıcının özelliklerini arayan bu çağdaş eleştiri, zamanında etkili olmuş, Sabahattin Eyüboğlu bu yorum nedeniyle Yunus’la ilgilenmeye başlamıştır. Ama Toprak’ın yorumu Yunus’un tek yanını görür. Yunus Emre, kendi içine kapanıp, ruhunun derin bunalımlarını anlatmakla yetinmemiştir; Yunus’ta hem 13. yüzyıl Anadolu insanının, hem de bütün insanlığın sorunları, umutları ve korkuları ile sıkı sıkıya bağlı bir şiir de vardır. “Vardığımız illere şol safa gönüllere; Baba Taptuk mânisin saçtık elhamdülillah” diyen Yunus’ta öğreticilik yoktur da denemez. Yunus Emre yorumlarına 1936 yılında, “Yunus Emre / Hayatı”, adlı eseri ile Abdülbaki Gölpınarlı katılır.

Bu kitapla başlayan ilgiyi Gölpınarlı ömrünün son yıllarına kadar sürdürmüş ve Yunus üzerine bize başka eserler de vermiştir. Yunus Emre Divanı (1943), Yunus Emre ve Tasavvuf (1961) ve Risalet al-Nushiyye ve Divan (1965) bu seçkin eserlerin en belli başlılarıdır. Gölpınarlı’nın Yunus anlayışı ve yorumu temel ilkelerde değişmez. Ancak otuz yıl içinde yeniden yeniden geliştirilen bu yorumun ayrıntılarında bazı dalgalanmalar görülür. 1960’tan sonraki çalışmalarda Yunus’un mistik yanı arka plana geçer; onun insan, doğa ve toplum sevgisi öne alınır. Artık Gölpınarlı, Yunus’u bir din adamı olmaktan çok, bir çağdaş sanat eri olarak değerlendirmeyi yeğler. 1971’de toplanan Yunus Emre Semineri’nde yaptığı konuşmada ise Gölpınarlı Yunus’un Mevlevi olduğunu ileri sürecektir. Bu değişme, Gölpınarlı’nın kendi dünya görüşündeki gelişmelerle bağlantılıdır. Bektaşi ve Mevlevilikten hümanizme, hümanizmden de sosyalizme açılan Gölpınarlı, ömrünün son yıllarında yeniden mistikliğe sığınmıştır. Bu dalgalanma onun Yunus yorumlarında da yansımıştır. Gölpınarlı’nın Yunus’u Bektaşi-Batıni inanışlı bir derviştir. Onun yaşadığı yıllarda bir tarikat olarak Bektaşilik daha kurulmamış olduğu için Yunus, Bektaşiliğe varan temel inanışları ve töre ve törenleri benimsemiş görünür. Ali’yi ve Oniki Đmamı yüceltir; içkili, semahlı, müzikli törenlere katıldığını söyler; Tanrı’yı korkular değil sevgiler kaynağı bir varlık olarak görür. Tıpkı Bektaşi şiir geleneğinin yaptığı gibi, yeryüzündeki kötülükleri ortadan kaldırmadığı için Tanrı ile inceden alay da eder. Kur’an’dan, hadislerden, Mevlânâ ve Sâdi’nin eserlerinden örnekler aktararak Gölpınarlı, Yunus’un Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiğini, Đslam bilimlerini kaynaklarından okumuş olduğunu ortaya kor.

Derslerinde Gölpınarlı, Yunus Emre’nin mistikliğini kökü havada, dalları yerde bir ağaca benzetirdi. Biz o vakit bu benzetmeyi bir söz oyunu diye pek ciddiye almazdık. Yunus’u yeniden okuyunca, şimdi, gözlemin doğruluğunu daha iyi anlıyorum. Şundan ki, Mistiklik, hem doğayı hem insanı Tek Vücut’tan, Tek Yaratıcı’dan doğmuş suretler olarak görür; bu Đlahi Gerçek’ten başka gerçek tanımaz. Böylece gerçek doğa ve insan ancak soyut kavramlar olarak belirir Mistiklikte. Yunus ise, bunun tersini yapıyor, Mistikliği soyutlayıcı bir felsefe olarak kullanacağına; insanı da, doğayı da, sık sık soyutluktan kurtarıcı bir sistem olarak kullanıyor. Gölpınarlı’ya göre Yunus, soyut bir Tanrı sevgisinden de yola çıksa, insan sevgisine, maddi sevgiye ulaşmıştır. Onun sevgilisi “kulakları küpeli” bir kadındır da. Bu sevgide madde ve şehvet de vardır. Yunus’un şiirinde güçlü bir halk sevgisi yatar, Yunus halkın sorunları ile yakından ilgilenmiş, her zaman halktan yana olmuştur. Gölpınarlı buna Yunus’un halkçılığı diyor. Yunus yorumlarına 1960’tan sonra Sabahattin Eyüboğlu da katılır. Onun Yunus Emre (1972) adlı kitabının daha ilk sayfasında, Eyüboğlu, “Yunus’a selam” yollarken, bu selamda biz sadece bir araştırmacının değil, bir sanat ve gönül erinin de yorumu ile karşılaşırız. Bu selam bizce Yunus’u şiir dilinden yorumlayan bir incelemedir. Şöyle der: “Selam olsun Anadolu’nun orta yerinden, Türkiye halkının bağrından dünyaya seslenmiş Yunus Emre’ye: Halkı seven, halkın sevgilisi olmuş Yunus Emre’ye; Halkın ağzından konuşmuş ve halkı kendi ağzından konuşturmuş Yunus Emre’ye; Türkçe, insanca ve Yunusça olmanın sırrını, yani gerçek şiirin sırrını bulmuş Yunus Emre’ye; Yüreğini, düşüncesini ezenlere karşı ezilenlerden yana koymuş Yunus Emre’ye; Sevgiyi, insanlığı yücelten, tanrılaştıran, Tanrıyı alçak gönüllere, insanlığa, sevgiye indiren Yunus Emre’ye; Đnsanları birliğe, dirliğe, doğruluğa, barışa çağıran; yaşamayı seven, ama ölümden korkmayan Yunus Emre’ye; Şairler şairi, insanlar insanı, garipler garibi, dostlar dostu, Türkmen kocası Yunus Emre’ye 1972 yılı Türkiye’sinden selam olsun.

” Eyüboğlu Yunus’un mistikliğini hiç önemsemez, onun bu yanı üzerinde pek az durur; Yunus’u yedi yüz yıl evvelin dünyasından ayırıp, bugünün şairi ve düşünürü olarak değerlendirir. Bunu bilerek yapmaktadır. Diyor ki: “Ben sizi Yunus Emre’nin Tanrılıktan çok, insanlıktan yana giden yollarına götürdüm. Yunus Emre elbet çağının dinsel düşüncesi dışına çıkmadı. Bir Đslam şairi ve aydını olacak, insanlık sevgisini Tanrı sevgisi ile bağdaştıracaktı. Ama hiçbir donmuş tarikatın, hiçbir kara kaplı kitabın, hiç bir dogmanın kölesi kalmadığı besbelli. Bugün yaşasa elbet düşüncesi de, şiiri de çağının inançları ile beslenecek ve en ileri şairimiz ne ile savaşıyorsa o da onunla savaşacaktı. Geriye çevrik çaba değil Yunus’un çabası; karanlıktan aydınlığa doğru çevrik bakışları. Onun için de eskiliği yenileşmesine engel olmuyor, ondan yüzyıllar sonra gelmiş nice Türk şairinden çok daha yeni geliyor bize.” Yunus Emre için başka bir yorumu bize sözlü kültür geleneğimiz sunar. Buna Türk halkının Yunus Emre yorumu diyebiliriz. Sözlü tarihimizde Yunus yoksul bir ekincidir. Bütün Anadolu ekincileri gibi, gün bulur, gün yer. Kuraklık kavurup ekini bitmeyince, heybesini omzuna vurup buğday aramaya gider. “Karşılıksız bir şey istenmez” diyerek, heybesine, çoban armağanı, yaban alıcı doldurur.

Yunus Emre Moğol beylerinin, Konya sultanlarının kapısına varacak değildir elbet, bir tekke kapısına varır. O tekkeler ki, her zaman kapılarını yoksula, düşküne açmış, kapıya gelen garibe kim olduğunu sormadan, içeri buyur etmiş, önüne yoğurt ekmek koyup ağırlamıştır. Hacı Bektaş Tekkesi’nin dervişleri de Yunus’u buyur eder, armağanını alır, yaban alıcını değerli bir şeymiş gibi bölüşür, yerler. Yunus, Hünkâr Ululuğundan alıcına karşılık buğday ister. Hünkâr buğday yerine nefes önerir; Yunus, “nefes karın doyurmaz” diyerek buğdayda ayak direr; buğdayını da alıp yola düşer. Evine gelince karısı Yunus’a “keşke nefes alsaydın, buğday tükenir, erenlerin nefesi tükenmezdi” der. Yunus karısının sözünü dinleyip döner, nefes almaya varır. Ama geç kalmıştır. Bu erenler nefesini Yunus ancak Taptuk Emre Tekkesi’nde bulabilecektir. Yunus Taptuk Tekkesi’ne varır, erinmeden, yorulmadan, yüksünmeden kırk yıl bu tekkeye hizmet verir. Pek dürüst bir hizmettir bu. O kadar ki, Yunus, “eğri bu kapıya yakışmaz” diye, ormandan tekkeye bir tek eğri odun getirmez. Şairlik vergisini ancak böyle uzun ve çileli bir emekten sonra elde eder. Her iki anlamda da “hak” sözü söylemeyi bundan sonra öğrenir. Başka efsanelerde Yunus’u gerçek insan ilişkileri içinde görürüz.

Kıskançlıklar, kalleşlikler, iftiralar, dostluk ve arkadaşlıklar içinde yaşar Yunus’umuz da. Şeyhinin kızını seviyor diye iftira ederler; sevmiyordur ama, dedikoduları susturmak için şeyhinin kızı ile evlenir. Fakat eli kızın eline değmez. Oturur Kuran okurlar kızla beraber. Bu nedenle Yunus şeyhinin evinden uzaklaşmak zorunda bile kalır. Alçak gönüllü Yunus’umuz, efsanede, ulaştığı yücelikler derecesinden habersizdir. Kendi değerini bir mağarada başka dervişlerden öğrenir. Akşam olunca bu dervişler Tanrı’ya yakarır, ondan yiyecek dilerler. Tanrı tarafından bol yemek indirilir. Yunus sorar: “Kimin yüzü hürmetine dilediniz de Tanrı size bu yemekleri gönderdi?” Dervişler “Taptuk kapısında Yunus derler bir ulu kişi varmış, onun yüzü hürmetine” derler. Yunus öz derecesinin yüceliğini böylece anlar ve tekkeye geri döner. Taptuk Baba bir gün dervişlerinden çiçek toplayıp getirmelerini istemiş. Dervişler kırlara çıkıp, demet demet çiçeklerle dönmüşler. Yunus hangi çiçeğe el attıysa, çiçeğin kendi dilince Tanrı’ya yakarmada olduğunu duymuş; koparmaya kıyamamış. Tek bir çiçekle dönmüş, doğanın üstüne böyle titremesi şeyhini daha çok sevindirmiş.

Yunus’un şiir tomarı Molla Kasım denen bir yobazın eline geçmiş. Şiirleri okudukça Molla, bu şiir dine diyanete aykırıdır diye yırtıp yele verir, bu Tanrı’ya asi olmaktır diye koparır suya atarmış. Böylece şiirlerden bini yele verilmiş, bini de bir ırmağa atılmış. Geriye kalan şiirleri okurken Molla Kasım şu dizeye rastlamış: Âşık Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme Seni sıgaya çeker bir Molla Kasım gelir. Olacakları olmadan bilen bu kerâmete pek şaşan Kasım, Yunus’un erenlerden olduğunu anlamış; geri kalan şiirleri korumuş. Kaybolan şiirlerden binini suda balıklar, binini gökte melekler okumakta imiş; bize de yırtılmayan bin şiir kalmış. Bir de Yunus’un kızı Bacı Hatun’a mal edilen efsane var. Nişanlanır Bacı Hatun, kocası olacak gencin köyüne gitmesi gelenek gereğidir. Ama Bacı Hatun, kadın onurunu yüce tutan bir kişidir. Haber yollar ki, ben yolun yarısına kadar varacağım, benimle evlenmek istiyorsa yarı yola kadar da o gelsin. Erkek ancak yarı yola vardıktan sonra Bacı Hatun’la evlenebilir. Yunus Emre’nin hayatı etrafında oluşan başka efsaneler de var. Onlar Gölpınarlı’nın ve Eyüboğlu’nun kitaplarında bulunabilir; buraya almayı gerekli bulmuyoruz. Halkımız, sevip saydığı, anlayıp beğendiği, kendisine dürüst hizmet veren başka devlet adamlarına, sanat erlerine ve bilginlere de benzer efsane nakışları vurmuş, onları düşlediği renklerle bezemiştir. Bunlar kısaca demek ister ki: Sanat eri halkın içinde olacak, halkın anlayacağı dilden konuşacak, alçak gönüllü olup, bilgisi ve görgüsü ile şişinmeyecek, halka yukardan bakar olmayacak.

Emek verip, çile çekerek, bilgeler kapısına dürüstçe hizmet vererek zenaatını öğrenecek, gerçek sanatın sırrına büyük çaba ile ulaşacak. Halka hizmeti için karşılık istemeyecek, doğruluktan ayrılmayacak. Yunus’u halkımız böyle yorumlar ve bu yorumda, elbet, yüzyıllardır sürüp gelen, ama, gerçekleşmeyen umutlar ve düşler yer alır. ĐKĐ YUNUS EMRE, ĐKĐ HAYAT GÖRÜŞÜ, ĐKĐ DĐN ĐDEOLOJĐSĐ Yunus Emre’de iki değişik din anlayışına dayanan iki şiir geleneği vardır. Bunlardan biri Đslam’ın Sünni yorumunu yansıtır; öteki Batıni yorumunu. (Ortodox ve heteredox). Müslümanlıkta Sünni yorum, kişinin yalnızca Tanrı ile ilişkisini değil, insanların birbirleriyle ilişkilerini, devlet ve hükümetle ilişkisini, günlük davranışlarını ve hayatlarını da kontrol eder. Yani bütün bir hayat görüşü, davranış biçimidir. Halkın anlayışında bu yorum, insanın, sabah yatağından nasıl kalkacağından tutun da, neler yiyeceğine kadar uzanan hazır kesilmiş bir elbiseye dönüşmüştür. Yedi yüz yıl önce kutsal kaynaklarca nasıl kesilmişse veya daha sonraları Sünni din adamları tarafından nasıl makaslanmışsa, öyle giyilecektir. Bu yorumun temeli Tanrı korkusudur. Kendini tümüyle Tanrı’ya teslim etmektir. Kutsal kitabımızın bütün ayetleri, “Tanrı’dan korkunuz, Tanrı’ya ve Peygamberine itaat ediniz” öğretisiyle doludur. Orda “Tanrı sizi sever” veya “Tanrı’yı seviniz” söylemi bulunmaz. Đkinci Müslümanlık yorumu Tasavvuf yorumudur (mistik yorum).

Buna Batini yorum da denmektedir. Kutsal kitabın hemen her ayetinde gizli bir anlam bulur bu yorum. Bu yorumun temelinde coşkulu bir Tanrı sevgisi yatar. Ona, bunun için, sevgi dini diyebiliriz. Öyle bir sevgi ki, onun coşkusuna düşenler, evreni, insanı, Tanrı’yı bir ışık seli içinde birbiriyle kaynaşmış görür. Bu büyük sevginin esrikliğinde, insanları birbirinden ayıran dinlerin, tarikatların, inanışların, milliyet ve ırkların üstüne çıkar ve bütün insanları eşit sayar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir