Ilya Ehrenburg – On Uc Pipo

Piponun üzerinde “Dr. Peterson sistemiyle yapılmıştır” yazısı vardı. Kafeinsiz kahve, alkolsüz şarap icat eden Almanların bir buluşuydu bu pipo da. Dr. Peterson’un şeytani zekâsının ürünü olan bu çetrefilli nesnenin karmaşık, dolambaçlı iç yollarından geçen tütün dumanı, içindeki nikotini orada bırakıp çıkmak zorundaydı. Ancak alınışı sırasında bir terslik olmuş, “Şık Pariziyen” mağazasının tezgâhtarı titiz müşterisine pipoyu satarken içinin avadanlığını takmayı unutmuştu. Neden böyle yaptığını belki şöyle açıklayabiliriz: Tam o sırada jokey kepi almak için mağazaya giren çıtı pıtı bir aktrisin çekiciliğine kapılan genç tezgâhtar, Dr. Peterson ürününün çekiciliğinden bir anlığına kurtulmak durumunda kalmış olmalı. Bununla birlikte Dr. Peterson’un icadı pipoyu “Şık Pariziyen” mağazasından satın alan Vissarion Aleksandroviç Dominantov’un –Rus diplomasisinin gurur kaynağı bu önemli devlet adamının– dalgınlıkta tezgâhtardan geri kalır yanı yoktu anlaşılan. Benzersiz Alman buluşuyla insan ömrünün uzunluğu arasında doğrudan bağ bulunduğunu söyleyen tezgâhtarın sözlerine pek dikkat etmediği için, satın aldığı piponun iç avadanlığının takılıp takılmadığına bakmamıştı. Böyle bir pipo alma düşüncesi, onda, Büyük Britanya Elçiliği Müsteşarı Sör Harold Cemper’e bir süre önce yaptığı ziyaret sırasında doğmuştu. Piponun, yakın arkadaşları, meslektaşları arasında onun görünüşüne vereceği diplomatça havanın bilincindeydi elbette. Çünkü “dişler arasına sıkıştırılmış” bir piponun ağızda duruşunda bile İngilizlere benzeyiş vardı. Vissarion Aleksandroviç bu uzak adanın, Avrupa devletlerini birbirine düşürme politikasından tutun da portakal kabuklarından yapılan acı reçeline kadar her şeyine büyük bir hayranlık duyuyordu.


Pipoyu kimin yaptığı, bunun ne gibi özellikleri olduğu onun için pek önemli değildi aslında. Madem Sör Harold Cemper böyle bir pipo tüttürüyordu, öyleyse denizaltı görünümündeki bu nesneyi alıp kendisi de kullanmalıydı. Ancak pipoya alışması kolay olmadı. Bostancıoğlu Şirketinin ince dövülmüş tütünlerden ürettiği özel sigaraları içmek ile pipo tüttürmek arasında dağlar kadar fark vardı. Vissarion Aleksandroviç kendisi gibi ünlü bir diplomatla sıradan ölümlü arasındaki zevk ayrımını özellikle vurgulamaya çalışırdı. Pipoya başlayınca sık sık sönmesine, ağzında acı bir tat bırakmasına aldırmadı. Metresi koloratur soprano Kulişova’nın yüzünün rengi, Cems adlı koşu atının kuyruğunun uzunluğu, kendi geceliğinin düğmelerinin minicikliği gibi, bir diplomata ait olan her şey nasılsa bir pipo da Rus İmparatorluğu’nun gücünü yansıtmalıydı. O nedenle Vissarion Aleksandroviç, sekreteri Nevaşeyin ona rapor sunarken gümüş karıştırıcıyla piposunun çanağını sık sık kazıyor, gövdesini cilalayıp güderiyle siliyordu. Piponun, siyah ağacı ve altın bileziğiyle öyle bir parlayışı vardı ki! Zamanla Vissarion Aleksandroviç piposuna alıştı. Geniş çalışma odasında yığın yığın raporlar, gazete kesikleri, şifreli telgraflar arasında görevini yürütürken pipoyu tüttürmek onun için bir zevk oldu. Bayan Kulişova, şatafatlı konser giysisini çıkarıp devlet büyüğümüzün katı yüreğini ısıtan pembe kurdeleli çocuksu gömleğini giyerken, opera sanatçısının soyunma odasında da tüttürüyordu Vissarion Aleksandroviç piposunu. Uykuya hazırlandığı sırada, geride kalan günü, başarılarınıbaşarısızlıklarını, İmparatorluğun saygınlığını, Kulişova ile buluşmalarını, zenginliğini şöhretini aynada gözüne takılan kırlaşmış gür saçlarını düşünürken de tüttürüyordu. Gün kötü geçmişse, hasmı Fon Şteyn ona bir üstünlük sağlamışsa, kendisinin Tokyo ya da Belgrad’a atadığı memurlar yanlış bir iş yapmışsa, arazilerinin yöneticisi buğday fiyatının düştüğünü bildirmişse, Bayan Kulişova saray gözdesi Çermnov’dan gereğinden çok armağan almaya başlamışsa Vissarion Aleksandroviç öfkeden piposunun sapını kemiriyor, nazik bağa sapta iri kazma dişinin izi daha bir belirginleşiyordu. Genç, biçimli piponun yaşamındaki ilk sarsıntı şöyle başladı. Vissarion Aleksandroviç kötü geçen bir gecenin sabahında ağzında berbat bir tatla uyandı.

Çok sinirliydi. Kahvaltıya elini sürmedi, yüzünü buruştura buruştura bir bardak borjom maden suyu içti. O sırada ikinci sekreteri Nevaşeyin birkaç telgrafla gazeteleri getirdi.2 Kodamanımız “Novoye Vremya”yı açınca şaşkınlıktan donakaldı. O güne dek onun partisi Romanya ile barışa karşı çıkmıştı. Oysa Fon Şteyn’in partisine ne yapıp edip barış antlaşmasını imzalatmış, Vissarion Aleksandroviç’e ise Romenlerin yenilmesini beklemek kalmıştı. Çünkü onun diplomatlık mesleğinde ilerlemesi buna bağlıydı. Gazete, Rus ve Romen ordularının ortak utkusundan (zaferinden) söz ediyordu. Kodamanımız çok sinirlendi, öfkeden küplere bindi. Yıllarca, kişisel başarısı ile Rusya’nın mutluluğunun aynı olduğu düşüncesiyle yaşamıştı. Eğer Romenlerle Ruslar bozguna uğratılırsa Fon Şteyn’in sonu demek olurdu bu, ama Dominantov’un, sonuçta sevgili imparatorluğunun da başarısı anlamına gelirdi. Onun düşüncesi böyleydi işte. İçini kemiren tedirginlik içinde, buşe a la ren ve puar imperialden oluşan öğle yemeğini yedi. Sıcak yemek teneke kokuyor, armut lastiğe benziyordu. Yemekten sonra çiftliklerinin yöneticisinden gelen mektubu okudu, ürünün her yerde kötü olduğunu bildiriyordu yönetici.

Razluçavo köyündeki çiftliğinde bütün çalışmalar boşa gitmiş, İverni’dekinde ise o güzelim at harasında sakağı salgını baş göstermişti. İyice morali bozulan Vissarion Aleksandroviç alışık olmadığı bir saatte Bayan Kulişova’yı görmeye gitti. Koloratur sopranonun sesini dinleyecek, çocuksu gömleğini zevkle seyredecekti. Ancak kadının soyunma odasında tam bir düzensizlikle karşılaştı, yatak odasında ise Çermnov’un çocuk gömleğine benzemeyen gömleği gözüne ilişti. Hemen evine döndü, yatağına uzandı, piposunu yaktı. Şakakları zonkluyor, her şeyden tiksinti duyuyordu. Rusya’nın, aşkının, kendisinin yok olup gideceği açıkça gözüküyordu. Koca Vissarion Aleksandroviç Dominantov kimsenin işine yaramayan, saçları ağarmış bir bunaktı artık. Ağlamak geliyordu içinden ama yaş yoktu gözlerinde; ağzında iğrenç bir acılık hissetti. “Şu pipo da ne tatsız şey!” diyerek zile bastı. Nevaşeyin içeri girdi, akşam postasını sundu, saygıyla sırıtarak beyefendiyi cephedeki büyük utkudan dolayı kutladı. Karşısında Sör Harold Cemper değil, basit bir memurun durduğunu bildiği için diplomatça olmayan bir tavırla; — Aptal! diye bağırdı Dominantov. Biraz geriye çekildikten sonra da; — Şu pipoyu alın! diye ekledi. Onu bir daha kullanmayacağım. Utkumuz dolayısıyla size armağanım olsun.

Memnun kalırsınız, Dr. Peterson sistemiyle yapılmış eşsiz bir pipodur. Eşya sözden daha uzun ömürlüdür, derler. Ertesi sabah Nikolay İvanoviç Nevaşeyin gücendirici sözü çoktan unutmuş, beklenmedik armağanın keyfini çıkarmaktaydı. Aslında daha önceleri hiç pipo kullanmayıp “senatör” sigarası içtiğinden (en iyisi, “A” cinsi, 10 tanesi 6 kapik), pipoyu ilk tüttürüşünde hafif bir baş dönmesi hissetti. Nevaşeyin için, amiri Vissarion Aleksandroviç’in her yaptığı, onda da aynı şeyleri yapma isteği uyandıran birer yücelik örneğiydi. Akşamları amirinin odasını toplarken İngiliz gazetesi “Times”in eski bir sayısını alarak Trigornıy fabrikasının birahanesine gider, kendisine bir şişe porter birası ısmarladıktan sonra bunu ıslak nohutla çabuk çabuk içmeye başlardı. Bir keresinde Dominantov’un at koşularını izlerken aynı biradan ısmarladığını görmüştü ama amirinin aşağılık nohudu, üstelik ıslatılmışını yiyeceğini hiç sanmıyordu, oysa kendisi onsuz edemezdi. Birasını yudumlarken bir yandan da cebinden gazeteyi çıkarıp okumaya koyulurdu. “İngilizce anlıyor muydu” diyeceksiniz. Yok, canım! Özel adlardan ve kent adlarından başka anladığı bir şey yoktu. Eğer yanına lise öğretmeni Virenko, avukat Blyum gibiler oturursa dişlerinin arasından; — İmparatorluğun çıkarları… Büyük devlet olma… Ülkenin onuru… türünden büyük laflar dökülürdü. Pipo eline geçince, bunun, İngilizce gazeteden de porter birasından da daha etkili olduğunu anlamakta gecikmedi. Kodamanımızın piponun bağa ağızlığındaki diş izi onu bayağı duygulandırdı, ufak tefek sekreter dişi çukura girince, kendisini Siyam ya da Habeşistan elçisi türünden zengin, güçlü biri gibi hissetmeye başladı. Bildiği yabancı dil ancak lise düzeyinde bulunduğundan bir Avrupa ülkesinde elçi olmayı kolay kolay düşünemiyordu.

“Peki Siyam elçisi?” diyeceksiniz. Siyam dilini zaten bilen yoktu ki… Pipoya alışınca onu sık sık tüttürmeye başladı. Postayı getirdiğinde ya da ziyaretçilerin gidişinden sonra dinlenirken Dominantov’un bürosunda, yalnızca karısı Yelena İgnatyeva’yı görmek için gittiği kalem şefi Ştukin’in lojmanında, akşamleyin de evinde divana uzanınca… Yata yata yumuşamış divanda uzanırken bir türlü karar veremezdi. Berbat porter birasına karşın, diplomatlık şöhretini parlatacağı birahaneye mi gitmeliydi; yoksa yaşlı uşağı Afanasi’yi gönderip çeyreklik akbaş votkası aldırdıktan sonra Siyam elçiliği hayalleri kurarak, Güzel Helen’in, yani Ştukin’in karısını gözlerinde canlandırarak votkanın keyfini mi çıkarmalıydı? Nevaşeyin görünüşüne pek düşkündü. Erken saç dökülmesine karşı başını sık sık kınakına suyuyla yıkar, fırlak gıdısını gizlemek için boynuna, tanesi seksen beş kapiğe, “Lord Grey” biçimi yüksek parlak yakalardan takar, hatta çilli yanaklarını pudralamaktan çekinmezdi. Aklı, diplomatlık mesleğinde ilerleyip sonunda bir Siyam elçiliği koparmakta olduğundan, gözünü kıdemli sekreter Blohin’in yerine dikmişti. Ancak Blohin, soyadının3 görevine uygun düşmemesi gibi bir eksi puana karşılık iki artı puana sahipti: Yabancı dil biliyor, ayrıca kibar görünüşü yanında bir sekretere yakışacak biçimde saygıyla, ama gene de bağımsız bir tavırla bel kırmasını beceriyordu. Nevaşeyin çillerinin üstünü pudralarken ikinci bir hayali de zaten yeryüzünde bolca bulunan bir savaşa daha meydan vermeden Paris olmak, yani Truvalı Helen’in hayranlığını kazanmak, o güzel kadının gözünde yücelmekti. İşte bu yüzden pipoya gerekli özeni göstermeye başladı. Her fırsatta çanağındaki tütün artıklarını çakısıyla temizliyor, bir zamanlar yıkayıp bir köşeye attığı ve birçok başka amaçla kullandığı eski çorabıyla ağaç kısmını parlatıyordu. Pipo böylece tütün kokusuna doyup koyulaştı, ilk zarafetini yitirmekle birlikte, ağırbaşlılık, oturaklılık kazandı. Sapındaki diş izi ise iyice belirginleşti. Kodamanımız ikinci sekreterini azarlayıp Blohin’i övdüğü sırada, fiyatların artması yüzünden Nevaşeyin “Sopa Altındaki Koca” piyesine gidemeyip zümrüt parıltılı yeni bir boyunbağından vazgeçmek zorunda kaldığında, Yelena İgnatyeva, –Ştukin’in karısı– Teğmen Yerşov ile oynaşıp Nevaşeyin’in fırlak gıdısıyla, çilleriyle alay ettiği zamanlarda zavallı ikinci sekreterin minik keskin dişi bağa ağızlığın çukuruna hırsla gömülüyordu. Bir gün –pazartesiydi, zor bir gün– Nevaşeyin bayrama ikramiye verilmeyeceğini öğrendi. Kendine alacağı ayakkabıdan, yelekten, Ştukin’in karısına yılbaşında vermeyi düşündüğü bir kutu şekerlemeden, kilisede içilen ucuz şaraba varıncaya kadar bir sürü güzel şeyden bir çırpıda yoksun kalmıştı.

Şu pazartesileri hiçbir ciddi işe başlamamak gerekirdi. Ama Nevaşeyin böyle bir bilgeliği hiçe saydığı, bir kutu şekerlemenin getireceği gücü gözden çıkardığı için, sabahleyin amirinin verdiği izinden yararlanarak Yelena İgnatyeva’nın kalbine, daha doğrusu gövdesinin üst bölümüne bir dalış yapma kararını verdi. Tam da hesap ettiği gibi Ştukin evde değildi, her şey aşk mutluluğu için uygundu. Diz üstü çöküp Dominantov usulü diplomatça gülümseyerek Nevaşeyin “Lord Grey” biçimi yakasının köşeleriyle güzel Yelena’nın eline bastırmaya başladı. Kalem şefinin sevgili eşi, Nevaşeyin’in bu iltifatını geri çevirmemekle kalmayıp üstelik boynunu, yanaklarını okşadı. İkinci sekreter gözlerini yumdu, kadının boynuna sarılarak mutluluktan kedi gibi mırladı. Ama az sonra tatsız bir biçimde kendine gelecekti. Gözlerini açtığında karşısında kendini gülmekten zor tutan Teğmen Yerşov’un iğrenç suratını gördü. Teğmenin ardından da Ştukin’in karısının sessiz ama kırıcı gülümsemesiyle karşılaştı. Nefretle kapıya atıldı, tam aynanın önünden geçerken yüzünün ne kadar da çirkinleştiğini fark etti. “Lord Grey” biçimi yakalığının arasında erkeksi gıdısı kömürle çizilmişçesine soru işareti şeklini almış, çillerinin üzerine sürdüğü pudranın üstünde ise yanaklarına yayılan kuşkulu, ne anlama geldiği belirsiz benekler serpiştirilmişti. Kodamanımızın makam odasına girdiğinde o günün kahredici olayları altında ezilmiş gibiydi. Kapının gıcırdamasıyla birlikte odanın loş derinliğinden; — Aptal! diye bağırıldığını duydu. Meslek yaşamı boyunca ikinci kez duyuyordu bu sözü. Birincisini bir yıl önce amirini kutlamak, bir şeyler söylemiş olmak için masasına yaklaştığında işitmişti.

Ama şimdi hiçbir suçu yoktu. O zaman gücendirilmesinin ardından bir pipo gelmişti, oysa şimdi kodamanımız onu azarlamasını şu sözlerle daha da bir pekiştirdi: — Bir daha gözüm görmesin sizi! Bana Blohin’i çağırın! O akşam geç vakit uşağı Afanasi’yi ispirto almaya gönderdi, çünkü dükkânlarda votka kalmamıştı. İspirtoyu içki niyetine çekti, piposunu tüttürdü. Kederine keder katan üç şey vardı şimdi: Berbat içki, tütün dumanı, o gün işittiği kırıcı söz. Zavallı bir memur, bir kodamanın uşağı, bir piyon nasıl olur da Siyam’ı, Helen’in güzelliğini, mis kokuların sindiği güzel bir yaşamı düşleyebilirdi? Böyle şeyler kırk dört yaşında fırlak gıdısı, çilli yüzüyle ufak bir sekreter parçası için değil; Dominantov gibiler, subaylar, zenginler, yakışıklılar içindi. Bir kadeh daha içti, yüzünü buruşturdu. Öf, berbattı her şey! Kimdeydi suç? Hesabını kimden sormalıydı? Akla gelebilecek bütün suçluları güzünün önünden geçirdi. Dominantov mu, Yerşov, Tanrı, çar, hatta Ştukin miydi? Ama hiçbiri yeterince suçlu gözükmüyordu. Derken, bir zamanlar kulağına çalınan sözler zihninde canlandı ve asıl suçlunun kendi dişleri arasında bulunduğunu anladı. Rütbeleri, sistemleri icat eden, Dominantov’un burnuna fiske atabilmeyi, mendebur Yelena’yı yakaladığı gibi döşemeye yatırmayı önleyen, her yerde ama her yerde elini-kolunu bağlayan şu Alman icadının ta kendisiydi. Dr. Peterson yüzünden oluyordu bütün bunlar. Ağzından pipoyu çıkararak kudurmuşçasına bağırdı: — Almanlara ölüm! Afanasi korku içinde odaya girdiğinde iğrenç pipoyu uşağının suratına fırlattı. Afanasi ertesi sabah bir talih eseri alnını sıyırıp geçen pipoyu Nevaşeyin’e uzattı. Eski ikinci sekreter sinirden titriyordu.

Kendini zor tutarak; — İstersen onu kendin kullan, dedi. Doktorlar bana yasakladılar. Kürkünü giyip tam çıkacağı sırada bir şeyler anımsamışçasına; — İyi pipodur, diye ekledi. Doktor bilmem kim yapmış. Adını unuttum ama Almandır. Afanasi teşekkür etti. Başka ne yapsın zavallı adam? Ama yalnız kalınca piponun ne işe yarayacağını düşünmeye başladı. Bitişik dükkândan satın aldığı, üçüncü kalite “Gençlik” sigarasından başkasını içmemişti o güne değin. Pipoyu efendisi armağan ettiğine göre iyi bir şey olmalıydı. Nevaşeyin’in giymesi için ona verdiği daracık tozlukları kullandığı gibi, hafta sonları bitirmesi için ona bıraktığı, başını döndüren tatlı şarabı içtiği gibi bunu da tüttürecekti. Gömlek göğüslüklerine, efendisini pohpohlamaya, asansöre, yalan söylemeye, kırk yıl önce köyü Çijovo’dan gelip berbat Petersburg’da yaşamaya alıştığı gibi çabucak pipo içmeye de alıştı. Pipo başlangıçta cilveli bir genç kız, sonra alımlı bir bayanken, onun gereği gibi temizlememesi yüzünden zamanla pasaklı bir köylü karısına döndü. Siyahlaşan ağacı zenci kadınların memesine benzedi, yaldızlı bileziği yeşilimsi bir renge dönüp donuklaştı. Ama Afanasi akşamları evin arka girişinde piposunu tüttürürken ılık gövdesini okşamaktan hoşlanıyor, sararmış iri at dişleri, sapındaki çukura girince bundan büyük zevk duyuyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir