Isaac Asimov – Hedef Beyin

Biri Morrison’un kulağına alçak sesle, «Özür dilerim,» dedi. «Rusça biliyor musunuz?» Albert Jonas Morrison koltuğunda doğruldu. Salonun ışıkları söndürülmüş, sahnedeki bilgisayar ekranında grafikler farketmediği bir ısrarla birbirlerini izliyordu. Uyuklamış olmalıydı. Koltuğa oturduğu zaman sağ tarafta bir erkek olduğundan kesinlikle emindi. O adam ne zaman kadın olmuştu? Ya da ne zaman kalkmış, onun yerine bu kadın oturmuştu? Morrison hafifçe öksürdü. «Bir şey mi söylediniz, efendim?» Loş salonda kadını doğru dürüst göremiyordu. Bilgisayar ekranından yayılan pırıltılı ışık da cisimleri belirsizleştirmekteydi. Morrison kadının kafasına iyice yapıştırdığı, kulaklarını örten dümdüz siyah saçlarını görebiliyordu. Süslü biri değildi. Kadın, «Size Rusça bilip bilmediğinizi sordum,» dedi «Evet, biliyorum. Neden sordunuz?» «Çünkü bilmeniz işimi daha kolaylaştırır. İngilizcem bazen yetersiz kalıyor. Siz Dr. Morrison’sunuz değil mi? A.


J. Morrison? Bu karanlıkta pek emin değilim. Bir hata yaptıysam kusuruma bakmayın.» «Ben A. J. Morrison’um. Sizi tanıyor muyum?» «Hayır. Ama ben sizi tanıyorum.» Kadın elini uzatarak adamın ceketinin koluna usulca dokundu. «Size çok ihtiyacım var. Bu konuşmayı dinliyor musunuz? Bana dinlemiyormuşsunuz gibi geldi de.» Tabii ikisi de fısıltıyla konuşuyorlardı. Morrison etrafına bakındı. Salon fazla kalabalık değildi. Yakınlarında oturan biri de yoktu.

Yine de fısıltısı daha da hafifledi. «Dinlemediğimi varsayalım… Ne olacak?» Meraklanmıştı. Belki de bunun tek nedeni can sıkıntısıydı. O konuşma uykusunu getirmişti. Kadın, «Benimle getirmişiniz?» dedi. «Ben Natalya Boranova’yım.» «Nereye geleceğim. Miss Boranova?» «Kahveye. Orada konuşabiliriz. Çok önemli.» Her şey böyle başladı. Morrison sonradan, oysa önernli değildi, diye kararını verdi. O salonda olmam… Tetikte bulunmamam… Bana ihtiyacı olduğunu söyleyen yabancı bir kadınla birlikte gidecek kadar meraklanmam… Ve bu durumun gururumu okşaması. Bunların hiçbiri de önemli değildi. Nerede olursam olayım o yine de beni bulacaktı.

Yakalayacak ve sözlerini dinletecekti. Tabii başka şartlar altında bu iş belki o kadar kolay olmayacaktı. Ama yine de her şey böyle gelişecekti. Bundan eminim. Kaçmam, kurtulmam imkânsızdı. Morrison kadını şimdi normal ışıkta görüyordu. Natalya Boranova sandığı kadar genç değildi. Otuz altı mı? Belki de kırk, diye düşündü. Kadının saçları siyahtı. Hiç kırlaşmamıştı. Yüz hatları belirgindi. Kaşları kalın, çenesi güçlü, burnu biçimliydi. Vücudu tıknaz ama şişman değildi. Boyu Morrison’unkine yakındı. Üstelik topuksuz ayakkabılar giymişti.

Güzel olmamasına rağmen çekici bir kadın, diye kararını verdi. İnsanın alışabileceği tipte biri. İçini çekti. Çünkü karşısında oturduğu aynada kendini görmüştü. Seyrelmeye başlamış, açık kumral saçlar. Uçuk mavi gözler. İnce surat, ince vücut. Gaga gibi bir burun ve sevimli bir gülümseme… Daha doğrusu gülümseyişinin sevimli olduğunu umuyordu. Ama yüzü insanın kolayca alışabileceği gibi değildi. On yıldan biraz daha uzun süren evlilikleri sırasında karısı Brenda bu yüze hiç alışamamıştı. Morrison kırkını doldurduğu gün boşanmalarının üzerinden hemen hemen beş yıl geçmiş olacaktı. Beş yıldan beş gün fazla bir süre. Kadın garson kahveleri getirdi. Masada oturmuş konuşmuyor, birbirlerini bakışlarıyla tartıyorlardı. Morrison sonunda bir şeyler söylemesi gerektiğini düşündü.

Şakacı bir tavır takınmaya çalışarak, «Votka içmiyor musunuz?» diye sordu. Kadın gülümseyince tam bir Rusa benzedi. «Siz de Coca Cola içmiyor musunuz?» «Eğer Amerikan alışkanlığı sayılıyorsa… hiç olmazsa Coca Cola daha ucuz.» «Bunun iyi bir nedeni de var.» Morrison güldü. «Rusça konuşurken de böyle çabucak cevap veriyor musunuz?» «Bir bakalım. Haydi, Rusça konuşalım.» «Bizi duyan casus olduğumuzu sanacak.» Kadın son cümleyi Rusça söylemiş, Morrison da aynı dilde karşılık vermişti. Dilin değişmesi onun için önemli değildi. Rusçayı da İngilizce kadar rahatlıkla konuşuyor ve anlıyordu. Öyle olması da gerekiyordu. Bir Amerikalı bilim adamı olmak ve literatürü izlemek istiyorsa Rusça öğrenmeliydi. Rus bilim adamları da İngilizce. Natalya Boranova İngilizceyi pek iyi bilmediğini söylemişti.

Ama Morrison onun bu dili kolaylıkla ve ancak hafif bir aksonla konuştuğunun farkındaydı. Natalya Boranova, «Neden bizi casus sansınlar?» dedi. «Yüz binlerce Amerikalı Sovyetler Biriiği’nde İngilizce, yüz binlerce Sovyet vatandaşı da Birleşik Devletler’de Rusça konuşuyor. Artık o eski kötü günlerde değiliz ki.» «Doğru. Şaka yapıyordum. Ama neden Rusça konuşmak istiyorsunuz?» «Burası sizin ülkeniz. Ve bu size psikolojik bir üstünlük sağlıyor. Öyle değil mi, Dr. Morrison? Benim dilimi konuşursak denge sağlamış oluruz.» Morrison kahvesini yudumladı. «Nasıl isterseniz.» «Söyleyin, Dr. Morrison, beni tanıyor musunuz?» «Hayır. Şimdiye dek sizinle hiç karşılaşmadık.

» «Ya adım? Natalya Boranova? Adımı da hiç duymadınız mı?» «Özür dilerim. Eğer benim alanımdan olsaydınız adınızı bilirdim. Bilmediğime göre, demek ki, aynı meslekten değiliz. Sizi tanımam mı gerekiyor?» «Bunun yararı olurdu ama neyse… Ancak ben sizi tanıyorum. Hatta hakkınızda geniş bilgim var. Nerede ve ne zaman doğdunuz. Gördüğünüz eğitim. Boşanmış olmanız. Eski karınızla yaşayan iki kızınız. Üniversitedeki konumunuzu hangi konuda araştırma yaptığınızı da biliyorum.» Morrison omzunu silkti. «Bilgisayardan geçilmeyen bu toplumda bu saydıklarınızı öğrenmek zor değil. Öfkelenmem mi gerekiyor, yoksa gururlanmam mı?» «Neden ikisinden biri?» «Duruma bağlı çünkü. Bana Sovyetler Biriiği’nde ünlü olduğumu söylerseniz, gururumu okşar. Ama hayatımı araştırdığınızı açıklarsanız, beni sinirlendirir.

» «Size karşı dürüst davranmaktan başka niyetim yok. Sizinle ilgili bir araştırma yaptım. Benim için önemli olan bazı nedenler yüzünden.» Morrison soğuk bir tavırla, «Hangi nedenlermiş bunlar?» diye sordu. «Bir kere siz nöro-fizik uzmanısınız.» Morrison kahvesini bitirmiş, garson kadına dalgın dalgın fincanını tekrar doldurmasını işaret etmişti. Boranova’nın fincanı yarı doluydu ama kadının artık kahveyle ilgilenmediği anlaşılıyordu. «Başka nöro-fizikçiler de var,» diye anımsattı Morrison. «Ama hiçbiri sizin gibi değil.» «Gururumu okşamaya çalıştığınız anlaşılıyor. Bunun bir tek nedeni olabilir. Aslında benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz. Önemli ayrıntıları yani.» «Başarılı olamadığınızı mı? Beyin dalgalarının analizi yönteminizin genellikle kabul edilmediğini mi?» «Madem bunları biliyorsunuz, öyleyse neden peşimdesiniz?» «Çünkü ülkemde çalışmalarınızı izleyen bir nöro-fizikçi var. Ve yaptıklarınızı olağanüstü buluyor.

Bu uzman, ‘Bilinmeyene hızla dalıverdi,’ diyor. “Yanılıyor olabilir. Ama öyle olsa bile bu hatası da olağanüstü.’» «Olağanüstü hata, öyle mi? Sıradan bir hatadan hangi açıdan farklı?» «Bu uzman olağanüstü hata yapan birinin tümüyle yanılmış olamayacağını söylüyor. Belki bazı bakımlardan yanılıyorsunuz, Dr. Morrison. Ama yine de iddialarınızın çoğu işe yarayacak. Ve tabii bütünüyle haklı olmanız olasılığı da var.» «Hakkımda böyle düşünen bu örnek insan kim acaba? Bundan sonra yazacağım tezde ondan da söz edeceğim.» «Adı Pyotor Leonovich Shapirov. Onu tanıyor musunuz?» Morrison arkasına dayanıp kaldı. Bunu beklememişti. «Tanımak mı? Onunla tanıştım. ‘Pete Shapiro’ diye çağırıyorum onu. Bizim buradakiler onun da benim kadar deli olduğunu düşünüyorlar.

Shapirov’un beni desteklediği öğrenilirse büsbütün mahvolurum. Dinleyin. Lütfen Pete’e bana olan güveni yüzünden kendisine minnet duyduğumu söyleyin. Ama gerçekten yardım etmek istiyorsa kimseye benden yana olduğunu açıklamasın.» Boranova hoşnutsuzlukla baktı. «Hiç de ciddi bir insan değilsiniz. Her şey sizin için şaka mı?» «Hayır. Sadece ciddiye alınmıyorum. Gerçekten önemli bir şey buldum ama kimseyi buna inandıramıyorum. Şimdi sadece Pete’in bana inandığını öğreniyorum. Ama onun da önemi yok. Son zamanlarda yazılarımı bile yayınlayamıyorum.» «Öyleyse Sovyetler Birliği’ne gelin. Sizden yararlanabiliriz. Fikirlerinizden.

» «Olmaz. Rusya’ya göç etmek niyetinde değilim.» «Göç etmekten söz eden kim? Amerikalı kalmak istiyorsanız, kalırsınız. Ama daha önce de Sovyetler Birliği’ne geldiniz. Yine gelir ve bir süre kalabilirsiniz. Sonra tekrar kendi vatanınıza dönersiniz.» «Neden?» «Çılgınca fikirleriniz var. Bizim de öyle. Belki sizinkilerin bizimkilere yardımı dokunur.» «Hangi çılgınca fikirler? Yani sizinkiler? Ben kendi çılgmca fikirlerimi biliyorum.» «Bize yardım etmeye razı olduğunuza inanmadıkça onlardan söz edemem.» Morrison delice fikirleri olduğunu itiraf eden bu heyecanlı Rus kadına baktı. Acaba onun ne tür delice fikirleri vardı?. Birdenbire doğrularak bağırdı. «Boranova! Sizden söz edildiğini işittim.

Pete Shapiro bana sizi anlattı. Siz…» Heyecanı yüzünden İngilizce konuşmaya başlamıştı. Kadın avcunu onun elinin üzerine bastırarak tırnaklarını derisine batırdı. Morrison cümlesini tamamlayamadı. Natalya Boranova elini çekti. «Özür dilerim. Canınızı yakmak istemedim.» Morrison elinde kalan izlere baktı. Onlardan biri çürüyecekti herhalde. Rusça, «Siz ‘Küçültücü’sünüz,» dedi usulca. Boranova ona sakin ve rahat bir tavırla baktı. «Belki biraz dolaşmamız iyi olur. Sonra nehrin kıyısındaki bir bankta otururuz. Hava çok güzel.» Morrison yaralı elini diğeriyle hafifçe tutuyordu.

Elinde olmadan bağırdığı zaman birkaç kişi dönüp ona bakmıştı. Ama şimdi kimse onlarla ilgilenmiyordu. Başını salladı. «Olmaz. Konferansı dinlemeliyim.» Boranova sanki Morrison havanın güzel olduğunu onaylamış gibi gülümsedi. «Hayır, bence konferansı dinlemeyeceksiniz. Nehrin kıyısındaki bankı daha ilginç bulacağınızdan eminim.» Morrison, beni baştan çıkarmaya mı çalışıyor, diye düşündü bir an. Ama hemen sonra bu düşünceyi kafasından kovdu. Artık böyle şeylerin modası geçti. Holovizyonda bile bu tür oyunlar göstermiyorlar. «Güzel Rus Casusu Saf Amerikalıyı Kandırmak İçin Seksi Vücudundan Yararlanıyor…» Bir kere Natalya Boranova ne güzel, ne de vücudu seksi. Ayrıca halinden böyle bir şeyin aklından bile geçmediği anlaşılıyor. Bense saf bir adam değilim.

Bu kadın beni ilgilendirmiyor bile… Ama yine de Boranova’yla kampüsten geçerek nehre doğru gitti. Ağır ağır yürüyorlardı ve Boranova neşeyle kocası Nikolai’la oğlu Aleksandr’dan söz ediyordu. Oğlu okula gidiyor ve nedense biyolojiyle ilgileniyordu. Oysa annesi termodinamik uzmanıydı. Aleksandr’ın çok kötü bir satranç oyuncusu olması babasını üzüyordu. Buna karşılık kemana yeteneği vardı. Morrison kadını dinlemiyordu. Onun yerine Sovyetler’in «Küçültme» konusuna duydukları ilgi hakkında söylenenleri anımsamaya ve bununla kendi çalışmaları arasında nasıl bir bağ olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Kadın bir bankı işaret etti. «Şurası oldukça temize benziyor.» Oturdular. Morrison gözlerini nehre dikti. Hiç konuşmuyordu.Boranova ise düşünceli bir tavırla onu süzüyordu. Sonunda, «İlginç bulmuyor musunuz?» diye sordu.

«Neyi?» «Sovyetler Birliği’ne gelmeniz teklifimi.» «Hayır.» Sesi sertti. «Ama neden? Amerikalı meslekdaşlarımz fikirlerinizi kabul etmiyorlar. Ve bu durum canınızı sıkıyor. Saptığınız bu çıkmaz sokaktan kaçma çareleri arıyorsunuz… Öyleyse neden bize gelmiyorsunuz?» «Hayatımı incelediğinize göre, fikirlerimin kabul edilmediğini biliyorsunuz tabii. Ama canımın sıkıldığını nereden çıkardınız?» «Aklı başında herkesin canı sıkılır buna. İnsan sizinle konuşur konuşmaz da bunu anlıyor.» «Siz benim fikirlerimi kabul ediyor musunuz?» «Ben mi? Ben meslekdaşınız değilim ki. Sinir sistemi hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Daha doğrusu bu konuda pek az bilgim var.» «Yani Shapiro’nun fikirlerimle ilgili yargısını kabul ediyorsunuz.» «Evet. Ama etmesem de… çetin dertler yine çetin çarelerle giderilir. Çare olarak sizin fikirlerinizi denememizin ne zararı olur? Daha kötü bir duruma düşmeyiz ki.

» «Düşüncelerimi biliyorsunuz. Yayınlananları okumuşsunuzdur.» Boranova gözlerini ona dikti. «Biz bütün fikirlerinizin açıklanmadığını düşünüyoruz. İşte o yüzden sizi istiyoruz.» Morrison neşesizce güldü. «’Küçültme’ alanında size ne gibi bir yararım dokunabilir? Bu konuda bildiklerim, sizin beyin hakkındaki bilginizden daha az. Çok daha az.» «‘Küçültme’ hakkında bir şeyler biliyor musunuz?» «Sadece iki şeyi biliyorum: Sovyetler bu konuyu inceliyor… Ve bu imkânsız bir şey.» Boranova düşünceli bir tavırla nehre baktı. «İmkânsız mı? Ya size bu işi başardığımızı söylersem?» «Bana kutup ayılarının uçtuklarını söylerseniz size daha çok inanırım.» «Size neden yalan söyleyeyim?» «Ben size bir gerçeği söylüyorum. Nedenler beni ilgilendirmiyor.» «’Küçültme’nin imkânsız olduğundan neden bu kadar eminsiniz?» «Bir insanı küçültür ve bir sinek boyuna indirirseniz, o zaman bütün kitlesi o küçücük vücuda sıkışır. O zaman yoğunluğu…» Morrison bir an durarak düşündü.

«Platininkinin yüz elli bin katı olur.» «Ama ya kitle de orantılı olarak azalıyorsa?» «Bu durumda küçültülmüş adamda başlangıçtaki üç milyon atoma karşılık sadece bir tane bulunur. O zaman da sadece boyu değil, kafa gücü de bir sineğinki kadar olur.» «Ya atomlar da küçültülüyorsa?» «Eğer küçültülmüş atomlardan söz ediyorsanız… size Planck’ın ‘değişmezlik’ kuramını hatırlatırım. Evrenimizin kesin ve temel niceliğidir bu. Atomların ufaltılmasını yasaklar. Küçültülmüş atomlar evrenin taneciklerine uyamayacak kadar ufak olur.» «Ya size Planck’ın değişmezinin de küçültüldüğünü açıklarsam? Böylece küçültülmüş adam evrenin taneciklerinin normal durumdakinden çok daha ince olduğu bir alanla sarılmış olur.» «Bu iddialarınıza inanamam.» «Konuyu incelemeden mi? Meslekdaşlarınızın size yaptıkları gibi önyargılar yüzünden mi?» Morrison bir an bir şey söyleyemedi. Sonra da, «Bu aynı şey değil,» diye mırıldandı. «Değil mi?» Boranova yine düşünceli düşünceli suya baktı. «Hangi bakımdan aynı değil?» «Meslekdaşlarım benim yanıldığımı düşünüyorlar. Onlara göre fikirlerim kuramsal açıdan olmayacak şeyler değil. Sadece yanlışlar.

» «Oysa ‘küçültme’ ise imkânsız. Öyle mi?» «Evet.» «O halde gelip görün. Eğer küçültme iddia ettiğiniz gibi imkânsız bir şeyse, hiç olmazsa Sovyetler Birliği’nde bir ay hükümetin konuğu olarak kalırsınız. Bütün masraflarınız ödenir. Eğer bir kız arkadaşınız varsa onu da getirebilirsiniz. Ya da bir erkek arkadaşınızı.» Morrison başını salladı. «Teşekkür ederim ama olmaz. Gelmek istemiyorum. ‘Küçültme’ mümkün olsa bile benim alanımla ilgili bir şey değil. Bunun bana ne yararı olur, ne de ilgimi çeker.» «Nereden biliyorsunuz? Ya ‘küçültme’ size nöro-fizik konusunu şimdiye dek mümkün olmayan bir biçimde inceleme fırsatım sağlarsa? Hiç kimsenin başaramadığı bir şekilde? Ya siz bunu yaparken bize yardım etmeyi de başarırsanız? Bizi ilgilendiren işin bu yanı.» «Bana nöro-fizik konusunu yeni bir biçimde inceleme fırsatını nasıl sağlayabilirsiniz?» «Ama, Dr. Morrison, bu konudan söz ettiğimizi sanıyordum.

Varsayımlarınızı kanıtlayamıyorsunuz. Çünkü sinir hücrelerini onlara zarar vermeden tek tek inceleyemiyorsunuz. Ama ya bir nöronu sizin için Kremlin kadar, hatta daha da büyütürsek? Ve her molekülü ayrı inceleyebilirseniz?» «Yani ‘küçültme’ işlemini tersine çeviriyor ve bir nöronu istediğiniz kadar büyütebiliyor musunuz?» «Hayır, onu yapamıyoruz. Ama sizi istediğimiz kadar küçültebiliriz. Bu da aynı kapıya çıkar. Öyle değil mi?» Morrison ayağa kalktı. Hayretle kadına bakıyordu. Fısıldar gibi, «Olamaz…» dedi. «Siz deli misiniz? Benim çılgının biri olduğumu mu sanıyorsunuz? İzninizle! Hoşçakalın!» Dönerek hızla uzaklaştı. Boranova arkasından seslendi. «Dr. Morrison! Beni dinleyin!» Morrison sağ elini sallayarak dinlemek istemediğini belirtti. Sonra da arabaların arasından hızla koşarak karşıya geçti. Oteline döndüğü zaman soluk soluğa kalmıştı. Asansörün gelmesini beklerken sabırsızlığından yerinde duramıyordu.

O kadın deli, diye düşünüyordu. Beni ‘küçültmek’ istiyor. İmkânsız olanı benim üzerimde deneyecek. Ya da böyle bir şey mümkün… ve beni ‘küçültecek.’ Bu daha da korkunç! □ Morrison oteldeki kapısının önünde dururken hâlâ titriyor, sık sık soluk alıyordu. Anahtarına takılı plastik dikdörtgeni sıkıca tutmuştu. Acaba Boranova oda numaramı biliyor mu, diye kendi kendine sordu. Tabii kararlıysa onu da öğrenebilir. Koridorun iki ucuna doğru baktı. Kadının ona doğru koştuğunu göreceğini sanıyor ve biraz korkuyordu. Saçları uçacak, yüzünün hatları çarpılmış olacaktı. Benimki de delilik. Boranova bana ne yapabilir? Beni yakalayıp götüremez ya. İstemediğim bir şeyi yapmaya da zorlayamaz. Neden böyle çocukça korkulara kapılıyorum? Derin bir soluk alarak anahtarı kapıdaki küçük yarığa soktu.

Sonra çıkardı ve kapı açıldı. Pencerenin önündeki hasır koltukta oturan adam ona gülümsedi. «Buyrun.» Morrison ona şaşkın şaşkın baktı. Sonra da oda numarasına bakmak için döndü. «Hayır, hayır. Burası sizin odanız. Lütfen içeri girin ve kapıyı da kapatın.» Morrison bu emirleri yerine getirdi. Sessiz bir hayretle adama bakıyordu. Yabancı tombulcaydı ama şişman sayılmazdı. Kafası henüz kabak değildi ama ileride öyle olacağı anlaşılıyordu. İyice seyrelmiş olan koyu kumral saçları kıvırcıktı. Gözlüğü yoktu ama küçük gözleri hipermetrop gibiydi. Ya da lens takmıştı.

Yabancı, «Otele koşarak döndünüz değil mi?» dedi. «Sizi seyrettim…» Pencereyi işaret ettim. «Bankta oturuyordunuz. Sonra ayağa fırladınız ve koşmaya başladınız. Odanıza çıkacağınızı umuyordum. Bütün gün burada oturup sizi beklemek hoşuma gitmeyecekti.» «Buraya beni pencereden seyretmek için mi geldiniz?» «Hayır, ne münasebet! Sadece bir rastlantıydı. O kadınla şuradaki banka doğru gittiniz. Bu benim işime geldi. Ama önceden böyle bir şey olacağını tahmin edemezdim. Neyse, bunlar önemli değil… Pencereden sizi göremeseydim de durum değişmezdi. Başkaları sizi göz hapsine almışlardı.» O sırada Morrison daha düzenli soluk almaya, kafası da çalışmaya başlamıştı. «Siz kimsiniz?» Adam gülümseyerek ceketinin iç cebinden bir cüzdan çıkardı. Açarak, «İmza, holograf, parmak izi, ses kaydı,» dedi

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir