Ismail Cem – Gecis Donemi Turkiyesi

Gazete yazılarının özelliği yaşanılan günü en yalın, en doğrudan yansıtmasıdır. Gazete sütunlarında bir günlük ömrü olan düşünceler ve gözlemler, o günün belgesidir bir bakıma. Çoğu kısacık sürelerde kaleme alınmış bu yazıların tek ayrıcalığı, sanırım bu belgesel nitelikleridir. Yüzlerce günlük yazısının küçük bir bölümünde böyle bir belgeselliği sezmek ve onların kalıcı bir değer taşıdığını varsaymak, bir yazarın mazur görülebilecek iddiasıdır. Bu kitabımız, böyle bir iddianın ürünüdür. 1981-84 yılları, Türkiye’nin toplumsal tarihinde bir “geçiş dönemi”dir. Bir tarih sayfası çevrilmiş, bir başkası, önce yeni anayasasıyla, sonra yeni partileri ve seçimiyle açılmıştır. Geçiş dönemi, Türkiye’nin geleceğini büyük ölçüde etkileyecek izler bırakarak, bir noktadan sonra tarih olmuştur. Bu geçiş döneminin, “arabesk kültüründen,” ekonomisine, siyasetine, “sol”una kadar tüm özelliklerini yansıtan bu yazılarımızın tümü, yaşanan günün içinde kaleme alınarak Güneş gazetesinde yayınlanmıştır. Seçilen yazıların, bir dönemi belgelerken, geleceğe dönük bâzı ipuçlarını da getirdiğini sanıyoruz. Gelecek adına yararlanılabilecek gözlemleri, düşünceleri, belgeleri içeren yazılardan bu kitap oluşuyor; yaşanmış bir “tecrübeyi,” değerlendirilmek ve kullanılmak üzere geleceğe aktarmayı amaçlıyor. Yeni bakış açısına ve yeni düşüncelerin üretimine bu kitabımız küçük bir katkı getirmekteyse, görevini fazlasıyla yapmış olacaktır… BİRİNCİ BÖLÜM DEMOKRASİ I Demokrasi Nedir, Ne Değildir?. Demokrasi “Bir Hayat Tarzı”dır… “Demokrasi.” Uğruna yanıp tutuştuğumuz, kurup kurup, yeniden bozduğumuz, bozdukça, “daha doğrusunu” kurmaya çalıştığımız demokrasi.


Gerçekten, biz bu kadar sevmekte miyiz demokrasiyi?. Eğri oturup, doğru konuşmak gerekir: Tarihimizde ve geleneklerimizde demokrasi diye bir şey pek yoktur. “İyi” ya da “kötü” diye değil, ama bir vakıa olarak bu açıktır. Bugün okullarda öğretilenden çok daha uygar, daha anlamlıdır Osmanlı dönemi, ama demokratik anlayış ve uygulama yokluğunun da örneğidir. Yüzyıllar boyu, asker ve sivil bürokrasinin yönetimindeki merkez tarafından ve bu merkezden arası kesin çizgiyle ayrılmış bir “çevre” olarak bu toplum yaşamıştır. Demokrasinin tohumunu taşıyan ve çevre ile merkez arasında oluşan “ara tabakalar,” özerk şehirler, çevrenin temsilciliğini yapabilecek kurumlar, sınıflar, yüzyıllar boyu gelişmemiştir. Danışma ve “diyalog” değil, merkezden çevreye yönelik emirleri içeren bir “monolog” söz konusu olmuştur. Meşrutiyet hareketlerine, ilk “Anayasa” için, “Meclis” için yapılan mücadelelere baktığımızda da, ilginç bir özellik çıkmaktadır karşımıza: Bu kavgaların içinde, hep örnek aldığımız Batı’daki gibi aristokrasiye ya da krala karşı kendi yararlarının mücadelesini veren burjuvalar, daha fazla ekonomik bağımsızlık arayan şehirler, çağına göre, burjuvazinin yanında yer almış halk yığınları yoktur, ya da, çok küçük bir etken olarak bunlar vardır. Yukarıdaki tanım çerçevesinde, “merkeze” karşı çevredeki toplumsal güçlerin verdiği bir kavga olmamıştır meşrutiyet mücadelesi. Merkezin, devlet bürokrasisinin kendi “iç mücadelesi” olmuştur. Birinci Meşrutiyet, çok özet ve genel çizgisiyle, imtiyazsız memurların imtiyazlılara karşı yürüttüğü harekettir; İkinci Meşrutiyet, çağdaş bilimin etkisine girmiş yenilikçi ve asker niteliği ağır başarı bürokrasinin, tutucu ve gelenekçi bürokrasiyle kavgasıdır. Prens Sabahattin’in o sıralarda belirttiği gibi, “memleketi ileriye götürecek dinamikler, bir türlü memurların iç mücadelesi dışına çıkamamış, dışında oluşmamıştır.” Milli Mücadele’yi ve Cumhuriyet’i gerçekleştirme kavgası bile, vatansever ve bağımsızlıkçı olan bürokrasinin, düşmanla işbirliğini kabullenen bürokrasiye karşı geliştirdiği bir mücadele olarak başlamıştır. Demokrasi, bütün dünyada, çağdaş sınıfların tarih sahnesine çıkmalarıyla başlar, daha doğrusu gelişir. Bu sınıflar, “demokrasiye” ideal olarak bağlandıklarından değil, kendi güncel, somut yararları için buna sarılmışlar, kavgasını vermişler ve başarmışlardır. Demokrasiyi 18.

yüzyıldan başlayarak kademe kademe gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’mizde ise, çağdaş sınıf denebilecek bir güç olarak sanayiciyi ve işçiyi görmek için, en iyimser tarih 1920’lerdir. Otoriter tek parti yönetiminden çok partiye geçildiğinde ise, demokratik siyasal kurumlardan ve demokratik anlayıştan çok, her biri kendi içinde tek parti zihniyetini sürdüren “çok sayıda” tek parti çıkmıştır ortaya. Kısaca, siyaset tarihi ve geleneğimizde, demokrasi pek yoktur, onun tamamlayıcısı ve uzantısı olan hoşgörü, diyalog, uzlaşma da yoktur. Peki, demokrasi nerede vardır? Aile, Birey, Toplum Aile geleneklerimize, aile hayatımıza, alışkanlıklarımıza bakıyoruz, acaba burada demokratik bir anlayışın önceliği var mıdır diye. Oysa, çoğumuzun evinde en fazla duyulan söz, “Hep senin mi dediğin olacak, bey” ya da “Her şeyimize siz mi karar vereceksiniz, baba” değil midir? Aile içinde demokratik bir anlayış, çocuklarla büyükler, anne ile baba arasında diyalog, ne ölçüde geçerlidir? Çoğu ailede ve çoğu konuda, aile “reisinin” dediği dedik değil midir? Kadın-erkek eşitliğini, evimizin içine değil, dışına ait bir kavram olarak savunmuyor muyuz? Yani, bizim aile yapımız ve anlayışımız, demokrasiye yatkın, demokratik hoşgörü, diyalog, eşitlik alışkanlıkları edinmiş çocuklar mı yetiştirmeye yatkındır? Olaya, birey düzeyinde bakalım: Daha ilkokuldan başlayarak, bize öğretilen, tek ve mutlak bir “doğru” olduğu, bunun dışında her şeyin ve herkesin yanlış olduğu, bizim “doğrumuzun” dışındakini savunanın “düşmanımız” olduğu değil midir? Öğrettiğimiz Türkiye tarihi, “kötü” ile “iyi”nin kavgasından başka bir şey mi? Her yerde ve her konuda, ya “ak”ın ya da “kara”nın olduğu, bundan başka bir şey olamayacağı, bize belletilmedi mi? Yani, kesin ve mutlak tek bir “doğru” olduğuna inandırılarak, bunun dışındakilere düşman diye bakmaya, kendimizden farklı olanlara, değişik düşünenlere tahammül göstermemeye şartlanarak yetiştirilmedik mi?. Peki, böyle bir eğitim şartlanmasından, hayata bakış şartlanmasından geçmiş kişiler olarak, biz kendi karşıtlarımızla nasıl diyalog kuracak, nasıl demokratik uzlaşmalar arayacak, başkalarının bize ters şeyler yapıp söylemesini hoşgörüyle nasıl karşılayacağız? Olaya, başka bir kesitten bakalım: Evet, politikacılar birbiriyle anlaşamadı, uzlaşamadı, kavgalar etti, Meclisler düşman kamplarına bölündü, parti içinde demokrasiden eser gözükmedi, vb. Peki, Meclisler bölündü de, derneklerde, meslek kuruluşlarında, hattâ okul-aile birliklerinde çok mu beraberlik oldu? Siyasetçiler birbirleriyle diyalog kuramadı da, devlet dairelerindeki amir ile memur, üniversite hocasıyla öğrencisi, patron ile işçi, ev sahibiyle kiracı diyalog mu kurdu? Hangi kuruluşun kongresinde, “kuruluş içi” demokrasiye uygun seçimler yapılıp seçilenle seçilmeyenin “diyaloğu” devam edebildi? Peki, tarihimizde, geleneğimizde, alışkanlıklarımızda, siyasetimizde, toplumun çeşitli alanlarında, ailemizde ve kişiliğimizde demokrasiye pek yatkın değilsek, demokratik özellikler taşımıyorsak, biz ne yapmaya “demokrasi, demokrasi” deyip durmaktayız? Bir yazarımızın şaka olarak söylediği gibi, bir defa bulaşmış olduk, “… erkeklik uğruna” mı?. Elbette değil. Niye “demokrasi, demokrasi” dediğimizi biraz sonraya bırakarak, bu yazının başından beri bâzı özellikleri neden sıraladığımızı açıklamaya çalışalım. “Yanlışı, Doğru Yerde Aramak” Türkiye’nin yaşamakta olduğu dönemin bir tanımı da, “yeniden kurumlaşma, süreci” olabilir. Anayasa bir kez daha yazılmakta, siyasetin yapısı belirlenmekte, yasalar yeniden oluşmaktadır. Türkiye’nin birçok kurumu, elbette yenilenmeye muhtaçtır. Yapılmamış olan, yapılabilecek olan çok şey vardır. Ancak, bu noktada durup düşünmek gerekir: Türkiye’nin 1980’e doğru sürüklendiği darboğazın tek ve temel nedeni, kurumlarının (Anayasa, siyaset, devlet yönetimi, yasalar, vb.

) yapısındaki bozukluk mudur? Bu sorunun cevabı, geçmişin soyut bir tartışması olarak değil, geleceğin yaratılması adına hayati önem taşır: Eğer biz, düzeltmeye çalıştığımız yanlışlığı “yanlış” yerde aramaktaysak, geleceğin yapısını yanlış varsayımlar üzerinde kurmaktaysak, o zaman, her on yılda bir yeniden anayasa yazıp yeniden siyasal partiler yasası oluşturmaktan kurtulamayız. Olaya, biraz daha yakından bakmaya çalışalım: Türkiye’nin 1961 Anayasası, demokrasinin bir “uzlaşma” ve “sentez” sistemi olduğunun bilincindeki bir ortamda uygulanmaya konmuş olsaydı, sonuç böyle mi gelirdi? Ya da değiştirmekte olduğumuz –hiç kuşkusuz eksikleri de bulunan– siyasal partiler yasası, demokrasiyi özümsemiş bir toplumda benzer olumsuzlukları yaratabilir miydi? Meselenin düğümü burada gözükmektedir: Türkiye, anayasasının eksiğinden, özgürlüklerin az ya da çokluğundan, kurumlarının, siyaset, devlet yönetimi sistemlerinin kötülüğünden, öncelikle bu nedenlerden, bir çıkmaza sürüklenmemiştir. Demokrasi sadece Meclislerden ve partilerden ibaret sanıldığından, demokrasi, siyaset olayıyla başlayıp biten sınırlı, basit bir olgu diye alındığından, bu noktaya gelinmiştir. “Yanlış,” demokrasinin, hayatın her anında ve her kesitinde var olması gerekli bir bütün olduğunu, bir “hayat tarzı” olduğunu görememektir. “Yanlış,” toplumun demokrasiye yatkın olmayan bâzı özelliklerini, eğilimlerini, eğitimini sezip bunlara demokratik nitelikler kazandırmaya çalışmamak olmuştur. “Yanlış,” demokrasinin önkoşulu niteliğindeki hoşgörü, diyalog, sentez alışkanlıklarını her düzeyde geliştirmeye uğraşmamak, demokrasiyi hayata yaymamaktır. Türkiye’nin, Demokrasiden Başka Tercihi Yoktur Peki, Türkiye’nin geleneğinde, alışkanlıklarında, şartlanmalarında demokrasiye elverişli özellikler eksikse, yanlışlar yapılmaktaysa, her on yılda bir demokrasi kesintiye uğramaktaysa, o zaman, demokrasiden vazgeçilecek midir? Uzak tarihi ve sosyolojik özellikleri olduğu gibi, yakın tarihi ve günün gerçeklerini de doğru değerlendirmek gerekir: 1946’dan beri yaşanan tecrübelerin bıraktığı izler çerçevesinde ve Türkiye’nin sanayileşmede belirli bir düzeye vararak çağdaş toplumsal güçleri yarattığı gerçeğinde, Türkiye, artık demokrasiye “mecburdur.” Yani, iyi niyetli “aydınlar” bunu kendi ideal dünyalarına böyle yakıştırdığı için değil, toplumsal özellikler demokrasiyi zorunlu kıldığı için, demokrasiyi gerçekleştirmek durumundadır Türkiye. Türkiye nüfusunun yarısını oluşturan köylü kesimi, dünyanın hiçbir örneğinde, demokrasiye öncülük etmiş değildir. Bununla beraber Türkiye’nin özel koşullarında, köylünün gelişmesi ile demokrasinin gelişmesi iç içe gerçekleşmiştir. “Sayı” etkenini öne çıkaran demokrasi, taban fiyatından köy yollarına kadar çok şeyin oluşumunu kolaylaştırmış ve Türk köylüsüne “demokrasiden yana olmak” sezgisini, özelliğini kazandırmıştır. Sanayileşmenin bir sonucu olan çağdaş işçi kesimi, memur kitlesi, dünyanın her yanındaki gibi Türkiye’de de kendi gelişimi, kendi yararı açısından demokrasiye sahip çıkmaktadır. Sanayi kesiminin, serbest meslekle uğraşanların (avukat, doktor, mühendis, vb.) büyük bölümü, ya (kendisinden yana bâzı sonuçlar yaratsa bile) karşı-ağırlıkları ve dengeleri bulunmayan bir sistemde kendisini güvencesiz hissedeceğinden ya da demokrasinin hoşgörülü ve uygar ortamına olan özleminden ötürü, demokrasi tercihine yönelmektedir. Türk toplumunun varmış bulunduğu gelişme düzeyinde, bu toplumun bir “fantezi” olarak değil, bir ihtiyaç olarak demokrasiyi görüp, istediği, yanlış bir varsayım değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir