1986 yılı idi. Tercüman gazetesi, benim aracılığımla 27 Mayıs olupbittisini, bu harekete birinci derecede muhatap olan Sayın Celal Bayar’dan dinleyerek yayınlamak istemişti. Söyledim, muvafakat etti ve çalışmalara başladık. Sayın Bayar, 27 Mayıs üzerindeki düşüncelerini bitirdikten sonra, Yurt dışındaki Türkler üzerinde çok duygulu bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın, kitaba alınması için mi, yoksa sohbet maksadıyla mı yapıldığını bilmiyordum; fakat o kadar dokunaklı bir dille anlatılmıştı, o kadar anlamlı ve her Türk’ü duygulandıracak bir anlatımdı ki, olduğu gibi, yazı dizisinin son bölümüne aktardım. Kaleme alınma işi bitmiş, metni Sayın Bayar’a okuyordum. Odada, kızı Nilüfer Gürsoy, Dr. Ahmet Gürsoy; Demokrat Parti’nin yönetici kadrosundan Dr. Mükerrem Sarol ve Dr. Baha Akşit vardı. Sayın Bayar, metni sonuna kadar dinledi ve sonra: – Ne dersiniz, dedi, bu son bölüm, biraz vasiyet gibi olmamış mı?.. Çıkarsak ne dersiniz?.. Ben sustum. Dr. Mükerrem Sarol ile Dr. Baha Akşit hararetle 8 ĐSMET BOZDAĞ bölümü savundular. Sayın Bayar, hâlâ tereddüt ediyordu. Önce, gözlerini kızı ile damadına çevirdi; onlar “Siz bilirsiniz” demek saygısını gösterdiler. Bana bakınca: – Sizin ağzınızdan zapt ettiğim bu metin, Atatürk’ün Cumhuriyetin 10. yıldönümünde, Ziraat Bankası salonlarında düzenlenen baloda söylediklerinin tıpkısıdır; diyebilirim. Size hep sormayı tasarlıyordum: Atatürk’le bu konuyu görüşmüş müydünüz?.. Bayar, gözlerini hayretle açarak konuştu: – Hayır! Hiçbir vesile ile bu konuyu konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Konuşsaydık, mutlaka hatırlardım. Atatürk’le böyle bir milli politikada aynı şeyleri düşündüğümüz için sevindim. Bana Atatürk’ün konuşmasını anlatır mısınız?.. Anlattım!.. Dikkatle dinledi. Bitince: – Şayanı hayret, dedi. Teferruatına varıncaya kadar büyük bir benzerlik!. Bunu siz yayınladınız mı?.. – Evet.. Günaydın gazetesinde ve “Atatürk’ün Sofrası” kitabımda yayınladım. – Anladığıma göre, sen de kalmasından yana oyunu kullanacaksın?.. – Evet ve ısrar ederek!.. – Pekâlâ öyle ise, kalsın!. Bunlar benim en samimi düşüncele-rimdir. Bugüne kadar açıklamayışımın sebebi, Sovyetler Birliği’nin bundan bir manâ çıkararak, sıkıntılı bir durumun doğmaması idi.. Bugün 104 yaşındayım. Mademki Atatürk de aynı konuyu yıllar önce konuşmuş; halis düşüncelerimin milletim tarafından bilinmesini ben de kabul ederim… Yıl, 1986 idi. Sovyetler Birliği, dünyayı ürküten bir güç olarak Brejnev dönemini yaşıyordu. Bu sosyalist imparatorluğun, bugünkü 9-BĐR DARBEMĐN ANATOMĐSĐ sallantılı duruma düşeceğini kimse hayal bile edemezdi! Fakat Atatürk ve Bayar, bu iki devlet adamımız, Türkiye’nin geleceğe dönük politikasını çizerken; adalar denizinden Çin denizine kadar uzanan bir kuşakta, bağımsızlıktan yoksun yaşayan ırkdaşlarımızı temel güç olarak görüyorlar ve kendilerinden sonra gelecek hükümetlere amaç politika olarak vasiyet ediyorlardı… Esmet Bozdağ 27MAYISVEGEREKC Beni, 27 Mayıs’ın mağduru sayarlar, bir bakıma doğrudur. Bu yüzden hapsedildim, bu yüzden, – kollarım arkamda bağlı- idam sehpasının altına kadar gittim. Bu yüzden insanlık haklarım elimden alındı ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüm! Bunca cefaya ve kahra uğramış insana “mağdur” demek, elbette yanlış olmaz. Fakat bunca iftiraya, bunca kasıtlı suç yamama gayretlerine, bunca yalan yayınlara, demeçlere, yorumlara rağmen, -bir adalet mercii olmaktan çok- bir “siyasi hesaplaşma kurumu” vasfında olan Yassıada Mahkemesi’nden sonra yüzünün akı ile topluma geri dönmek ve mağduru olduğu bir “dönem” hakkında fikri sorulur kişi olmak, hangi kula nasip olmuştur! Hiç tereddüdünüz olmasın. Devletimin uğradığı bu kazanın, bu “fiili durumun” muhasebesini, bir “mağdur” gibi değil, dünyada aradıklarını, beklediklerini bulmuş, yaşını-başını almış, tecrübeli bir devlet adamı dikkati ve sorumluluğu ile yapmaya çalışacağım. 1964 yılında yayınlanan “Başvekilim Adnan Menderes” adlı ki12 • ĐSMET BOZDAĞ tabımın 13. sayfasında “27 Mayıs Nedir?” sorusunu sorduktan sonra, şöyle devam ediyorum: “1961 Anayasasına, “27 Mayıs Anayasası” diyenler vardır, bu görüşün doğru olduğunu sanmıyorum. Çünkü 27 Mayıs, Halk Partisi ile Demokratik Parti arasında sürdürülen Anayasa tefekkürü buhranının milleti usandırıp bezdirdiği bir anda alınmış “fiili bir durum”dur. Türk Silahlı Kuvvetleri adına radyolara el konduğu andan itibaren, durmadan tekrar edilen slogan, “Hareketin hiçbir parti ve zümreye karşı yapılmadığı” ve “Kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle hareket edildiğinden ibarettir. Hemen arkasından, Milli Birlik Komitesi olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılan yayınlarda; “En kısa bir zaman seçime gidileceği” -hiçbir yoruma yer vermeyecek biçimde- açıklanmıştır. Şimdi, bu kesin bilgiler için 27 Mayıs’ın yerini değerlendirelim: Buna, bir “ihtilâl” diyebilir miyiz?.. Tabii ki “Hayır.” Çünkü ihtilâl, mevcut devlet statüsünü temelinden değiştiren bir fikre dayanır. Bir tefekkür kaynağı ve bu tefekkür kaynağının beslendiği bir halk tabanı vardır. Đktidara, kendi fikrini uygulamak, devletvatandaş münasebetlerini yeniden çizmek için gelmiştir. 27 Mayıs’ta bunlar yoktur. Öyleyse, buna “ihtilâl” diyemeyiz. Peki, bir “Hükümet Darbesi” midir?.. Hayır, hükümet darbesi de değildir. Çünkü hükümet darbesi, -fikri olsa da olmasa da- iktidarda kalmak ve devleti sürekli olarak yönetmek hevesiyle yapılır. Bir çeşit “iktidar” hastalığıdır. Küçük bahanelerle veya bahanesiz gelir, oturur, sonra başka bir darbe ile yıkılır gider… Öyleyse, 27 Mayıs’a hükümet darbesi de diyemeyiz… Ne kimseye karşıdır, ne oturmaya gelmiştir!.. Bence 27 Mayıs, bir “fiili durumdur. Osmanlı’dan kalma, geleneksel yönetimimizdeki ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve 13«BĐR DARBENĐN ANATOMĐSĐ yürütme gücüne karşı direnişi, müdahalesidir. Bu itibarla 1961 Anayasası’nı, 27 Mayıs vakıasına bağlayan düşüncenin bir gerçek yanı olacağını pek sanmıyorum. Bu teşhisten çıkarılacak sonuç şudur: 1924 Atatürk Anayasası, Ordu ve Aydın’ın devlet yönetimi ortaklığını reddeder. 1924’ten 1960 yılma kadar bu ortaklık bilfiil işlememiştir. Fakat “bilfiiĐ” işlemediği halde, “bilkuvve” yaşadığı ortaya çıkmaktadır! Nitekim Büyük Millet Meclisi’nin bir “Tahkikat Komisyonu” kurması ve buna bazı “yetkiler” tanıması, parlamentonun azınlık kanadı tarafından, “Anayasa ihlâli” olarak değerlendirilince -bilfiil yönetim dışında, fakat bilkuvve yönetim içinde bulunan üniversite ve ordu güçleri, derhal harekete geçmiştir. Bu güçlerin, 1924 Anayasası ile yönetim ortaklığından çıkarılması sırasında, Atatürk’ün şahsına duyulan büyük güven sebebiyle buna itiraz etmedikleri, fakat sosyal bir miras olarak “bu hakları” nefislerinde muhafaza ettikleri açıkça görülüyor. Bu fikrimin, birbirini kovalayan delilleri vardır: 27 Mayıs vakıasını yapan subaylar daha o sabah, üniversiteyi temsil eden bir “Profesörler Kurulu”nu davet etmişler, yani, öteki ortağın düşüncesini öğrenmek istemişlerdir. Öteki ortak -hiçbir yadırgama duygusuna kapılmadan- hemen gelip duruma bir teşhis koymuş, bir rapor hazırlamıştır. Dikkat edilecek olursa, bu raporda bütün suçlamalar, mesnet gösterilmeksizin yapılmış, ancak 24 Nisan olayları sırasında cereyan ettiği iddia olunan bir iki “zabıta vakası” müşahhas olarak zikredilmiştir. Bu, kendisini bilkuvve devlet ortağı hisseden üniversitenin, olayları bu tarihi açıdan değerlendirdiğini gösterir. Rapor, “meşruiyet” konusunda da aynen şunları söylemektedir: 14.ĐSMET BOZDAĞ “Bir hükümetin meşruiyeti, sadece menşeinde, yani, iktidara gelişinde değil, iktidarda, kendisini ve mevkie getiren anayasaya riayeti ve millet efkârı, ordu, kaza ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirliği yaparak hukuk nizamı içinde yaşaması ile ve devamı ile mümkündür.” 1924 Anayasasının temel fikirlerine göre; hükümet meşruiyetini “Anayasa” ve “Halk Đradesi” ile sınırlamak elbette doğrudur. Fakat, “Ordu, kaza, ilim müesseseleri ile işbirliği” yolu ile ortaklaşa devlet yönetiminin, 1924 Atatürk Anayasası’nın hangi maddelerinde yazılı olduğunu bilmeye imkân yoktur. Bu, apaçık, şunu göstermektedir: Üniversite, -anayasada yazılı olsun, olmasın- kendisini devlet ortağı saymakta ve hükümetin meşruiyetini, bu ortaklığı tanımasına bağlamaktadır. Bir başka anlatımla: “Hükümet” ve “Đktidar”, Anayasa’da yazılı ödev ve görevlerini yapmadığı için değil, Anayasa’da yazılı olmayan -fakat varsayılmış-bir takım ödev ve görevlerini yapmadığı için suçlanmaktadır! Bu sözlerimin hiçbiri, 27 Mayıs’ta sona eren Demokrat Parti iktidarını savunmak için değildir. Benim iyice belirlemek istediğim, 1924 Anayasası’nın devlet yönetimi ortaklığından çıkardığı üniversitenin – bilfiil yönetime katılmamakla beraber- bilkuvve yönetimde kaldığı ve bu, medreseden elde ettiği mirası, 27 Mayıs’ta bilfiil kullanmaya başladığıdır. Üniversitenin, genel-oyu, son sınırına kadar güçleştiren bir anayasa tasarısı hazırlaması, devlet başkanlığına, padişah gücünü hatırlatan yetkiler vermesi de hep bu “Tarihi devlet mirası”nın, tazelenmiş sahipliğinden gelmektedir. Sonuç Şimdi, gerçeğimizi özetleyeceğimiz yere gelmiş bulunuyoruz: 1924 Anayasası, bir devrim anayasasıdır. Referandumla değil, iktidar gücü ile yürürlüğe girdiği için, devlet yönetimini özlenen ye15.BĐR DARBENĐN ANATOMĐSĐ re getirip koymuştur. Fakat toplumun temel güçleri 36 yıllık bir zamana rağmen, bu sınıra kadar ulaşamamış ve Osmanlı Devleti’nin üç ayaklı yönetiminde, “Yumuşak Halk Egemenliği” Batı sistemine dönülmüştür. 1961 Anayasası da, bu batılı karakteri taşımaktadır. Ben, memleketimin gerçeklerine saygısı olan bir insanım. 1961 Anayasası’nın demokratik hiçbir temel fikrine karşı olmadığımı, bu düşüncelerimin içinden ifade etmek isterim. Bu fikrimin -altını en kalın çizgi ile belirterek söyleyeyim ki-Türkiye Büyük Millet Meclisı’ne teklif edilen iki kelimelik Anayasa tadili, 1961 Anayasası’nın bütün temel prensiplerine tamamen uygun ve eşyanın tabiatı içindedir. Halen, yabancı bir cisim gibi anayasaya girmiş bu iki kelimenin kalmasında direnenler* havaya atılan bir cismin yere düşmesini istememek gibi, eşyanın tabiatına aykırı bir fikrin içinde görünmemektedirler. Değil 1961 Anayasası gibi, doğal hakları en sağlam teminata bağlamış geniş hürriyetli bir anayasa, hatta, bazı insan haklarını kısıtlayan dar hürriyetli anayasalar bile, vatandaşlardan bir kısmını -af müessesesinin zedelenmesine razı olarak- bir siyasi cüzam kampında yaşatmaz!.. Bugünkü Anayasa bünyesinde, varlık hikmetine hiçbir suretle uygun olmayan bir siyasi cüzam müessesesi barındırmaktadır!.. Bu kampa sevk ettikleri de -göğüslerinde kırmızı-yeşil kurdeleli Đstiklal madalyası ile bütün ömrünce devlete ve millete hizmet etmiş insan ve insanlardır!.. Tekrar edeyim: 27 Mayıs vakıası, bir ihtilal değildir! Bir hükümet darbesi değildir! 27 Mayıs -reddi mümkün olmayan bir vakıa- bir fiili durumdur. Tarihimizin çok eski geleneklerine ve devlet karakterine da1961 Anayasasının dibacesinde “Adalet Divanınca” mahkum edilmiş siyasilerin, seçilme hakları kaldırılmaktaydı. Sayın Bayar’ın “Anayasaya yabancı bir cisim gibi girmiş iki kelime” dediği, bu yasaklamayı yapan kelimelerdir. (l.B.) 16-ĐSMET BOZDAĞ yanmaktadır. Bu ölçüler içinde kalmıştır. 1961 Anayasası’na karşı olduğum ve siyasi haklarımı ele geçirirsem, 27 Mayıs’ı yapanlarla mücadele edeceğim ve onlardan intikam alacağım söyleniyormuş!.. Đntikam, zelil bir duygudur! Benim şahsen, kimseden sorulacak hesabım yoktur. Hesabı tarih yapacak, hükmü tarih verecektir… Đşte benim, 22 yıl önce 27 Mayıs için söylediklerim… Bugün de bu fikrimin altına imzamı şerefle atabilirim… 20 yıl gibi, devlet hayatında çok kısa sayılan bir zaman parçası içinde, bütün söylediklerim bir* bir çıkmış. Hukuka ve özellikle insan haklarına aykırı olduğu halde, sırf bazı düşüncesiz intikam budalalarını tatmin etmek için anayasaya alınmış satırlar, kendi gözleri önünde -ve 27 Mayıs’ta ittifak ettikleri kimselerin oyları ile- iptal edilmiştir. Bugün o 27 Mayıs’ın ne bayramları kalmıştır, ne Anayasası, ne temelli senatörleri, ne senatosu, ne afra-tafrası!. Üniversitelerimiz -Yüksek Öğretim Kurumu’nun bilimsel otoritesi altında- ciddiyetle çalışıyor… Ordumuz, içte bölücü güçlere, dışta düşmanlara gözdağı vererek caydırıcı varlığını koruyor. Parlamento, silahların kılıflarından sıyrılmadığı, çantaların havada uçmadığı bir vakar ortamı içinde, görevini sürdürüyor. Şimdi, bir de 1980 öncesi parlamentomuzu, üniversitelerimizi, şehirlerimizi, sokaklarımız, hatta evlerimizi hatırlayınız; 1982 Anayasası’nın bize nasıl bir sosyal ortam getirdiğini hemen fark edeceksiniz. Bu, birbirinin zıddı iki tablo, hiç şüphesiz, sadece anayasalarla izah edilemezler… Kanunların dışında yönetimin de bu neticelerde payı vardır. Konumuz bu olmadığı için, üzerinde durmuyorum. ROMANTĐK ĐHTĐLALCĐLER 27 Mayıs’ı anlamak için, bunu hazırlayan, kotaran ve sonunda parlamenter yönetime devretmek zorunda kalan ihtilalcilerimizi, tanımak lazımdır. Siz, “Gölgedeki Adam” kitabını okudunuz mu?.. Ben okudum. Kitabın yazarı Dündar Seyhan, Uçaksavar Okulu’nda tuttuğu bir pazar nöbetinde, arkadaşıyla sucuklu yumurta yerken Türkiye’yi nasıl kurtarmaya karar verdiğini anlatıyor! Karar tarihi, 1954 yılının bir sonbahar günü: Şimdi size, kitabın 42. sayfasındaki ilk paragrafı okuyorum: “1954 sonbaharında bizi ihtilal yapmak üzere karara götüren saik, yalnız o günkü iktidarın bidayetten beri devam edegelen sakim tutumu değildir. Mevcut idarenin, Türkiye’nin tasavvur ve tahmin ettiğimiz istikbalini tahakkuk ettirmekten çok uzak davranışlarının da, elbette ki böyle bir kararın alınmasında payı vardır.” Đhtilalcimizin anlattığına göre, Demokratik Parti iktidarı, ta başından, yanlış bir yol tutturmuş! Ama, ihtilal kararını aldıran sebep yalnız bu değil!. Asıl sebep, Dündar Seyhan’ın, Türkiye’nin geleceği için tasarladığı ve özlediği işleri, Demokratik Parti iktida18-ĐSMET BOZDAĞ rının yapamayacağına inanması!.. Bu iki faktör birleşince, çare ihtilalde aranacak. Belki diyeceksiniz ki, bu yüzbaşı, 1954 yılında Demokrat Par-ti’nin yapmakta olduklarını madem ki beğenmiyor, Türkiye’nin geleceği için bazı şeyler tasarlıyormuş, neymiş acaba bu tasarladıkları? Dündar Seyhan onu da yazmış. Şimdi size aynı kitabın 45. sayfasından okuyorum: “Biz biliyorduk ki, Türkiye 1954’te de yarı-feodalite bir hayat yaşamaktadır, derebeylik sisteminin kökü kazınmalıdır. Biz biliyorduk ki; Türkiye siyasi bir keşmekeş içerisindedir: Bu kargaşalığı yaratan politikacıların kılavuzluğu artık sona ermelidir. Biz biliyorduk ki; Atatürk inkılaplarına rağmen, Türkiye elan Ortaçağ karanlığındadır, Türkiye’nin elinden tutulmalı ve ‘Muasır medeniyet seviyesine’ çekilmeli. Biz biliyorduk ki; Türkiye, iktisadi düzensizlik içerisindedir: Kendi kendine yeter hale getirmek hedef olmalıdır. Biz biliyorduk ki; .Türkiye, modern kafalı, Atatürk ruhlu, hamleci, dürüst ve fedakâr bir idare edenler kadrosuna muhtaçtı. Biz, bunu getirecektik… Böyle bir ekip getirilebildiği takdirde, Türkiye’nin hangi derdine çare bulunmazdı ki?.. 27 Mayıs ihtilalinin yapılmasına sebep teşkil eden ana hareket noktaları bunlardı.” Bu okuduklarım, “27 Mayıs Đhtilâlinin mimarı ve beyni” olduğu söylenen Bay Dündar Seyhan’ın 1965lerde kaleme aldığı kitabında, 27 Mayıs lhtilali’nin “fikir planı” olarak gösteriliyor! Doğrusunu isterseniz, aklı başında bir adam, fikirlerle, “Đhtilal yapmaya” değil, “makale yazmaya” bile karar verememelidir!
Ismet Bozdağ – Bir Darbenin Anatomisi, Celal Bayar Anlatıyor
PDF Kitap İndir |