Ivo Andric – Ugursuz Avlu

26 Ekim, 1961 günü, İsveç Kraliyet Akademisi Nobel Edebiyat Armağanını yazar İvo Andriç’e veriyordu. Haber Yugoslavya’da bomba gibi patladı ve büyük bir sevinç uyandırdı. Yugoslavya, bir gün içinde, sanki büyük devletler arasına katılıvermişti. Kıskanç ve tarafsız olamıyan bir kaç eleştirmenle yazar bir yana, her Yugoslav, bu mutlu olay karşısında büyük gurur duyuyordu. Nobel armağanı ilk defa bir Yugoslav yazarın malı oluyor, onun ününü dünyaya duyuruyordu. İvo Andriç 10 Ekim 1862 günü Bosna’nın Travnik ili yakınındaki Dolats kasabasında doğdu. Ailesi Katolik ve Saraybosna asıllıydı. Babası, o çağlarda Bosna’da pek yaygın olan küçük el değirmenleri yapan bir zanaatkardı. Küçük İvo iki yaşındayken, babası birden ölüverdi. 21 yaşında dul kalan annesi kızkardeşinin yanına, Drina nehrinin kıyısındaki Vichegrad kasabasına çekildi. Asırlar önce yapılan köprüsüyle ünlü Drina’yı, uzun yıllar sonra İvo Andriç dünyaya tanıtacaktı. Geleceğin büyük yazarının çocukluğu Vichegrad’da geçti, ilkokulu bu kasabada okudu ve öğrenimine Saraybosna ( Sarajevo ) da devam etti. Travnik, Vichegrad, Saraybosna, bu üç Bosna ilinin adı onun eserlerinde sık sık görülür. Birçok öyküsü ile olgunluk çağının eseri olan üç büyük romanının, – Drina Köprüsü, Travnik Kroniği ve Yaşlı Matmazel – konusu bu illerde geçer. 1878 yılında Avusturya topraklarına katılan ve 1908 de de bu ülke tarafından yutulan Bosna’nın ihtilâlci gençliği Avusturyalılardan nefret etmekte, güney Slavlarının birleşmesini istemektedir.


Aynı kuşağın gençlerinden olan birçok milliyetçi gibi İvo Andriç de 1914 yılının Temmuz ayında Avusturyalılar tarafından tevkif edilecek ve Chibenik ile Maribor cezaevlerinde bir yıl geçirmek zorunda kalacaktır. Daha sonra Zeritsa dolaylarında oturmaya mecbur edilen genç adam, 1917 yılında imparator Charles’ın tahta geçişiyle çıkarılan genel af’tan faydalanarak yakayı kurtarabilecektir. 1918, onun öğrenimine yeniden başladığı yıldır. Graz Üniversitesinde doktora sınavını başarıyla veren Andriç’in bu sınav için kendisine seçtiği konu özellikle Türkler için ilginç bir konudur: «Osmanlı idaresi altındaki Bosna – Hersek’te kültür hayatı». İki dünya harbi arasında çalışmalarını diplomasi ve edebiyat arasında bölen Andriç, Roma, Bükreş ve Trieste’de ataşe, Madrit’te birinci kâtip; Cenevre, Paris ve Brüksel’de müsteşar, 1939 – 1941 yılları arasında ise Berlin’de büyük elçi olarak görev almıştır. Andriç, yolculuk etmeyi çok sevmesine rağmen, Avrupa sınırlarını hiç aşmamıştır bugüne kadar. Gençliğinde Walt Whitman’ın birkaç şiirini çevirmiş olmasına rağmen Anglo – Sakson dünyası onu çekememiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra Sovyet Rusya ve Çin’e kısa süren yolculuklar yapan Andriç’te, bu büyük diyarlar da pek iz bırakmamıştır. Bütün bu özellikler onun, klâsik kültürlü bir Avrupalı olduğunu göstermektedir. Ama, Fransa’da Paul Claudel ve Giraudoux, Yugoslavya’da da Bakiş ve Dutşiş adlı ozanlar gibi Andriç, yazar olduğu kadar da diplomattır. Zaten görevli bulunduğu ülkelerden yararlanarak oralarda edindiği bilgileri bazı eserlerinde kullanmış, diplomasi mesleğinin dışında kalan boş zamanlarını değerlendirmeyi bilmiştir. Böylece İspanya ona ressam, Goya üzerine iki deneme, İtalya ise Petraca üzerine bir etüd hazırlama fırsatını vermiştir. Andriç’in eseri çeşitli ve büyüktür. Burada ondan birkaç not vermekle yetineceğiz. İki lirik, düz yazı denemesi olan «Ex Ponto» ve «Endişeler» (1918 ve 1919) ile edebiyat alanına giren yazar daha sonra cezaevi anılarını da kitap haline getirmiştir.

Bu anılar, Silvio Pellico’nun ünlü, «Zindanlarım» ı gibi biyografik ve tarihi bilgi taşımayıp soylu ve duygulu bir adamın, cezaevinde gördüğü ilkel ve kötü yaşayışla insanların ezilmesi karsısındaki üzüntüsünü dile getirmektedir. Ancak Andriç, bir an bile kin ve öç alma duygularından söz açmayıp bu duyguların kendisine ne denli yabancı olduğunu göstermektedir. Dinine çok bağlı olan annesinin etkisinde kalan Andriç, o çağlarda dine bağlanıp bağlanmama arasında bocalayacak, ama bu krizi de çabuk atlatacaktır. İlk öykü kitabı olan «Ali Cerzelez’in Yolu» (1920) onun hikayeci olarak gösterdiği başarının başlangıcı olmuştur. Bunu, 1924, 1931, 1936, 1948, 1958 ve 1960 yıllarında yayınlanan diğer kitapları izleyecektir. Bütün bu öykülerin konusu, yazarın anayurdu olan Bosna’da geçer. Osmanlı işgalinden bu yana orada oturan Türklerin, müslüman ve ortodoks Slavların, Katolik Hırvatların, Fransisken papazlarının, Yahudilerin, Avusturyalıların ve çevreyi haraca kesen haydutların yaşayışları, gelenekleri, efsaneleri, savaşları, müthiş kinleri ve ihtirasları, Bosna tarihinin yanı sıra anlatılır… Son dünya harbi sarasında, Andriç, Alman işgali altındaki Belgrat’ta epey durgun bir hayat yaşamış, ama bu fırsattan faydalanarak, uzun ve boş günlerini eserleri üzerinde bol bol çalışarak doldurmuştur. 1945 yılında Yugoslavya bağımsızlığını elde eder etmez, kara yıllardaki bu boş günlerinde hazırladığı üç büyük romanını birbiri ardından yayınlayıvermişir. Andriç. «Drina Köprüsü» , «Travnik Kroniği» ve «Yaşlı Matmazel» . 1955 yılında da «Uğursuz Avlu» çıkmıştır. «Drina Köprüsü» , hiç şüphe yok ki yazarın, bütün dünyada da ün kazanan en büyük romanıdır. Yugoslavya’da da uzun yıllardan beri en çok satılan kitap olan «Drina Köprüsü» bugüne kadar, Arapça ve Çince dâhil, tam 21 dile çevrilmiştir. Drina nehri sularını iki küçük ırmak olan Tara ve Piva’dan alır. Montenegro yüksekliklerinden çıkan bu ırmakların katılmasıyla güçlenen Drina, güneyden kuzeye doğru, 333 kilometre boyunca akar.

Suları azgın olan yeşil renkli Drina üzerinde sal ve ağaç kütüklerinden başka taşıt gidemez. Nehrin kısa bir parçası da Bosna ile Sırbistan arasındaki sınırı çizer, sonra da Tuna’nın kollarından olan Sava’ya dökülür. Tam Vişegrad kasabasından geçerken Drina’yı onbir kemerli, çok güzel bir köprü süsler. 1571 yılında Osmanlı Sadrâzamı Sokullu Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır bu köprü. Vişegrad yakınındaki Sokoloviç kasabasında doğan ve 1516 yılında devşirme olarak İstanbula getirilen Sokullu, zekâ ve kültürü ile kısa zamanda kendini göstermiş, önce Kaptan-ı Derya, daha sonra Sadrâzam olmuş, ünü bütün dünyayı tutmuştu. Buna rağmen doğduğu yer olan Bosna’yı unutmayan büyük devlet adamı, Drina köprüsünü yaptırmış, köprünün ve yanındaki büyük hanın inşası tam beş yıl sürmüştü. Bugün, hâlâ Drina üzerinde olan köprü, Bosna ile Sırbistan’ı birleştirdiği için, özellikle Osmanlı İmparatorluğu çağlarında büyük önemi vardı. Yazarın büyük romanının başlıca kişisi de bu köprü olup, eserde onunla birlikte, bugün Yugoslavya içinde olan Bosna – Hersek ve Sırbistan’ın tarihi anlatılmaktadır. Zaten kitap, aslında, Drina köprüsü çevresinde kümelenen küçük olaylar ve hikâyelerden meydana gelmiştir. Eski halk efsaneleri komik yahut acıklı aşk hikâyeleri ve tarihî bilgiler büyük bir ustalık ve eşsiz bir güzellikle verilebilmiştir «Drina Köprüsü» nde. Andriç, aynı zamanda bir sanatçı, bir psikolog ve bir tarihçi olduğunu bütün eserlerinde göstermekte, görüntü ve çizgi sanatında erişilmesi güç bir başarıya ulaşabilmektedir. «Travnik Kroniği» , bu küçük Bosna iline Napolyon çağında gönderilen bir Fransız konsolosunun, bu ilkel ve yarı vahşi yerde karşılaştığı güçlük ve tehlikeleri, siyasî ve ticarî çalışmalarını, Avusturya Konsolosu ile yaptığı mücadeleyi, Türk idareciler ve Fransisken papazlarıyla arasındaki gizli çekişmeleri, yalnızlığının ağır yükünü ve doğunun ilkel gelenekleri karşısındaki şaşkınlığını anlatır. Hiçbir tarih kitabı, Osmanlı idaresi altındaki Bosna’nın hayatını bu iki eser kadar canlı anlatamaz. «Uğursuz Avlu» Andriç’in büyük romanları arasında, Fransisken papazlarına ayrılan bölümün içine girer. Haçlı seferleri sırasında Bosna’ya yerleşen bu din adamları, içinde bulundukları ülkeyi Bulgarların etkisinden kurtarmaya çalışmış, bu arada Osmanlılarla da bir türlü geçinememişlerdir.

Fakat asırlar boyunca Bosna’dan ayrılmayıp orada Katolikliği yayabilen Fransisken papazlarına birçok hikâyesinde yer veren Andriç, içlerinden keşiş Pierre gibi bazılarının çok canlı portrelerini çizmiştir. Bazı eleştirmenler tarafından, «saraysız, kraliçesiz ve uşaksız kral» diye adlandırılan Andriç’e verilen bu sıfatlar aslında pek yerinde değildir. Çünkü uzun yıllarını tek başına geçiren Andriç, bir süre önce evlenmiştir… Yazar, sessizliği ve çıt çıkmayan yerlerde çalışmayı sever. Gürültüden, kalabalıktan, dedikodudan ve gazetecilerle onların aşırı merakından nefret eder. Kendisiyle görüşmek isteyen meraklı bir muhabire söylediği şu sözler onun karakterini ortaya koyma yönünden çok önemlidir: «Benim için hikâye yazmak ( ki zor bir iştir) , kendimden bahsetmekten daha kolaydır. Rigoletto’nun aryalarından birini söylemek kadar imkânsızdır kendimi anlatabilmem. Hem, gazetecinin rehber olması gerekir okurlarına. Okurların da bütün meraklarını tatmin etmeye kalkışmak doğru değildir. Beni tanımak isteyen varsa eserlerimi okusun yeter…» Onun, suya sabuna dokunmayan, her şeye fotoğraf makinesi gibi aynı gözle bakan tarafsız hali, kendi ülkesinde pek çok kötü niyetli kişi tarafından yerilmesine yol açmıştır. Boş kafaları devamlı olarak oyalayan saçma tartışmalara, yersiz kalem oyunlarına, aşağılık kavgalara katılmaktan hep kaçar. İki dünya savaşı arasında ulusunu ikiye bölen milliyetçilik çekişmelerine de girmemiş, yurduna diplomat olarak hizmet etmiştir. Tıpkı ikinci savaşın sonundan bu yana yazar olarak hizmet ettiği gibi. Eserlerindeki hafif kederli hava, biraz dikkat edilirse, hemen sezilir. Yazar dünya üzerinde kötülüğün hâlâ var oluşuna üzülmüştür hep. Ama kötümserliği, hiçbir zaman ümitsizlik de olmamıştır.

Andriç milletlerin ve insanların yakınlaşması, onların kaynaşması taraflısıdır. Köprü, onun için Andriç’in eserlerinde büyük yeri olan bir araçtır. Kopuk iki yakayı birleştiren, insanları birbirine bağlayan bir semboldür köprü yazar için. O, insanlara olan büyük sevgisini, aşağıdaki efsanede de çok güzel anlatmıştır: «Ulu Tanrı dünyamızı yarattığında yeryüzü, bir tabak kadar düz ve kaygandı. Tanrı’nın insana verdiği bu armağan Şeytan’ın hoşuna gitmedi. Yeryüzü, Tanrı’nın parmakları arasından yeni çıktığından, hamur gibi yumuşak ve nemliydi. Kötü Şeytan, bir yolunu bulup dünyamıza daldı ve yeryüzünü tırnaklarıyla, elinden geldiği kadar derin kazdı. Böylece akarsular ve uçurumlar doğdu, insanları birbirlerinden ayırdı. Yaşamaları ve yiyip içmeleri için Ulu Tanrı’nın onlara verdiği bu bahçede gezinmeleri de imkânsızlaştı. Bu uğursuzun yaptığını gören Allah [1] , büyük bir üzüntü duydu. Ama şeytanın kirlettiği bu eseri yenilemesi imkânsızdı. İnsanlara yardım etmek için meleklerini yeryüzüne gönderdi. Melekler, zavallı insanların karşıdan karşıya (birbirlerini seyrettiklerini, birbirlerini çağırdıklarını, fakat derin uçurumlar ve akarsular yüzünden buna imkân bulamadıklarını görünce kanatlarını gerdiler. İnsanlar da, bu kanatların üstüne basarak karşıdan karşıya geçme ve birbirlerine kavuşma imkânını buldular. Böylece insanlar, Tanrı’nın meleklerinden köprü yapmasını öğrendiler.

Bu yüzden, çeşmeden sonra en büyük sevap, köprü yaptırmak, en büyük günah ise köprü yıkmaktır. Çünkü ufacık bir derenin üzerine konan ağaç kütüğünden Sokullu Mehmet Paşa’nın armağanı olan şu nefis esere kadar, her köprünün bakıcılığı ile koruyuculuğunu yapan bir Melek vardır ve Tanrı, köprünün ayakta durmasını istediği süre boyunca Melek görevinin başından ayrılmayacaktır.» [2] UĞURSUZ AVLU Kış gelmiş, kar evlerin kapılarına varıncaya kadar her yeri kaplamış, gerçek şekilleri yok etmiş, ortada bir tek renk, bir tek görüntü bırakmıştı. Bu beyaz örtünün altında mezarlık da kaybolmuştu. Ancak, upuzun haçların üst kısımları kardan kurtulup boy gösterebiliyordu. Bu lekelenmemiş beyazlığın ortasında daracık bir patikanın uzanıp gitmesi garipti. Ama bir gün önce keşiş Pierre’in cenazesini kaldıranlar, yolu kendi ayaklarıyla açtıklarını tahmin edebilirlerdi. Kar ortasında uzanıp giden bu ince şerit, bir yerde düzensiz bir daireye ulaşıp son buluyordu ki burası keşiş Pierre’in gömüldüğü yerdi. Bütün bu izler tertemiz ve beyaz kar üzerinde yara gibi duruyor ve keşiş Pierre’in hücresinin penceresinden görülebiliyordu. Hücrede, dış dünyanın beyazlığı ile içerinin uyutucu gölgeleri birbirine karışıyor, bu derin sessizlikte hâlâ işleyen masa ve duvar saatlerinin tik – tak’ları mırıltı gibi geliyordu kulağa. Saatlerin dışında, asıl bu sessizliği bozan, yandaki boş hücrede münakaşa eden iki papazın çıkardıkları gürültüydü. Bu iki kişi, ölenin eşyalarının listesini yapmaya çalışıyorlardı. İhtiyar Miyo İosiç, anlaşılmasına imkân olmayan şeyler mırıldanıyordu. Aslında, keşiş Pierre’le yaptığı eski kavgaların devamından başka bir şey değildi bu. Saat tamirciliğine büyük merakı olan Pierre’in bıkmak bilmeden masa ve duvar saati satın alıp manastırın parasını bol keseden harcaması, kendisine engel olmak isteyenlerle de dalaşması İosiç’i zaten hep kızdırmıştı.

Şimdi de bulundukları hücrenin soğuk olduğunu, sobasız çalışılamıyacağını söyleyen genç keşiş Rastislav’a çatıyordu: «Siz gençler zavallı kişilersiniz. Ufak tefek Türk kadınlarından hiç farkınız yok. işiniz gücünüz soba başında pineklemek. Sanki bütün kış, ısınma uğruna dünyanın parasını harcamamışız gibi hareket ediyorsunuz.» Buraya gelince, yaşlı din adamı, daha toprağa doğru dürüst yerleşmemiş olan ölünün ruhunu da rahatsız ettiğini hatırladı ve sustu. Ama hemen sonra da genç keşişe çatmaya devam etti: «Senin adın Rastislav değil, Raspislav [3] olmalıymış. Zaten senin adında da iş yok zavallı dostum. Din adamları Marco, Miyo, İvo adlarını taşırken iyiydi. Ama şimdi sizler, adlarınızı romanlardan alıyorsunuz hep. Yok Rastislav, Volslav, yok Branimir. işlerin kötüye gitmesinin sebebini de burada aramak gerek.» Her zaman işittiği bu iğneli ve alaylı sözlere aldırmayan genç keşiş omuzlarını kaldırıp indirdi. Manastırda kaldığı müddetçe bu sözleri duyacağını biliyordu. Sesini çıkarmadı, işini yapmaya devam etti. Ölen keşişin eşyalarını toplayan bu iki kişinin görünüşü oldukça garipti.

Ölüp gidenleri bir yana bırakıp yoluna devam eden hayatın birer sembolüydüler sanki. Ama, ikisi için de başarılı birer sembol denemezdi. Bütün meziyetleri, ölenden sonra hayatta kalabilmeleriydi. Üstelik o halleriyle de birer yağmacıyı andırıyorlardı. Ne var ki, elden ele geçirdikleri eşyaların sahibinin gelip onları yakalaması ihtimali ortadan kalkmıştı. Onlar için yağmacı denemezdi ama, bir yönleriyle yağmacıya benziyorlardı işte. «Devam et yazmaya» diye homurdandı ihtiyar papaz; «bir adet büyük Kreşevo kıskacı…» Böylece elden geçen ve listeye kaydedilen her araç, keşiş Pierre’in hayattayken başından pek az ayrıldığı meşeden yapılma ufak tezgâhın üzerindeki yığına şangırtılı bir madenî gürültüyle düşüyordu. İnsan, bu iki din adamının yaptıklarını izlese, hayattan çok ölüme yakın olur, listeyi yapanlardan uzaklaşıp, bir daha hiç liste yapamıyacak olan, her şeyini kaybetmiş kişiyi düşünürdü. Üç gün önce, şiltesi ve yorganı kaldırılmış olan şu geniş yatakta, keşiş Pierre yatıyor, yahut oturup dua ediyordu. Çevresindekilere başından geçenleri de anlatırdı sık sık. Şimdi genç din adamı, hücre penceresinden onun mezarını seyrederken keşiş Pierre’in hikâyelerini duyar gibi oluyordu. Onun anlatma gücüne hayrandı Rastislav. Hep aynı hikâyeyi üçüncü, dördüncü kere anlattırmak ister, fakat söylemeye cesaret edemezdi işte. Hayatının son haftalarında çok konuşan keşiş Pierre, en çok da İstanbul’da başına gelenlerden bahsetmişti. Uzun yıllar önceydi.

Güç ve karışık işleri yoluna koyması için, papazlar, çok ağır, üstelik bu ağırlığına âşık bir arkadaşlarını, keşiş Thadée Ostoiç’i İstanbul’a yollamışlardı. Her zamanki ağırlığıyla Türkçe konuşalı keşiş Ostoiç bu dili okuyup yazamadığı için de, keşiş Pierre yanına yardımcı olarak verilmişti. İstanbul’da bir yıl geçiren papazlar, bütün paralarını harcayıp sağa sola borçlanmalarına rağmen hiçbir işi halledemediler. Buna da yeni doğmuş bir kuzu kadar suçsuz olmasına rağmen, keşiş Pierre sebep oldu. Osmanlı İmparatorluğunun durumu karışıktı ve baştaki kafalar artık suçlu ile suçsuzu ayıramaz olmuşlardı. Onların İstanbul’a varışından kısa bir süre sonra Türk polisi, Avusturya elçiliğine yollanan bir mektubu ele geçirdi. Bu mektupta, Arnavutlukta, kilisenin durumu etraflıca anlatılıyor, papazlar ve hıristiyan olanların çektikleri dile getiriliyordu. Mektubu getiren kurye kaçmayı başarmıştı ama, İstanbul’da da başka yabancı din adamı olmadığından Türk polisi hemen, zavallı keşiş Pierre’i tevkif ediverdi. İki ay cezaevinde kalan din adamı bu süre boyunca bir kere bile sorguya çekilmedi. İstanbul’daki bir cezaevinde geçirdiği bu iki aydan, keşiş Pierre çok bahseder, başka bir şey anlatmak istemezdi sanki. Hastalığı dolayısiyle çektiği acıyı da çevresindekilere göstermek istemediğinden sık sık durur, düşünür gibi yapar ve dalardı. Bu anlarda kendini ölüme çok yakın hissettiğine hiç şüphe yoktu. Kesilmeler yüzünden parçalanan bölünen bu hikâyeler çoğu zaman birbirini tutmaz, keşiş Pierre bir anlattığını bir daha anlatır, ya da dediklerini, anlatacaklarını unuturdu. Zamana ve onun akıp gidişine hiç önem vermeyen biri olduğundan, hikâyesi ya çok uzun sürer, ya sık sık tekrarların kurbanı olur, ya bittikten sonra bazı eklerle karışır, ya da yer ve gerçeğe yakınlığının önemi sıfıra inerdi. Bu anlatma şekli yüzünden, keşiş Pierre izah edilmemiş pek çok şey bırakmış, bildiklerinin hepsini açığa vurmayı akıl edememişti.

Ama genç papaz, büyük bir zevkle anlatan adamın hiç sözünü kesmemeyi, ona soru sormamayı kafasına koymuştu. Bu şekilde hareket etmezse anlatanın kafasını karıştırabileceğini düşünürdü hep. Öyle ya, herkesin bir anlatma şekli vardı ve en iyisi kimseye karışmamak, kimsenin kafasını karıştırmamaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir