Jacques Attali – Gurultuden Muzige

1976 yılında o dönem France Musique’in yöneticisi olan Louis Dandrel, müzik, iktidar ve para arasındaki ilişkilerin tarihçesini konu alan bir program dizisi hazırlayıp sunmamı önermişti. Büyük bir heyecanla işe girişip eserler, yorumlar, yazılar seçtim. Araştırmalarım sonucunda bir tez savunuyordum: Müzik, ileriyi görür. Programlar bir hafta boyunca her akşam yayınlandı. On beş saat… Oldukça ender görülen bir imtiyaz! Ertesi yıl aynı konu üzerine bir kitap yazdım, bu kitap o zamandan beri yeniden basılıp duruyor ve bu güne dek on beş kadar dile çevrildi. Aradan geçen yirmi beş yıl boyunca müziğin habercisi olduğunu söylediğim pek çok şey gerçekleşti, hatta sıradanlaştı: Sanat müziğinin çıkmazı, “derleme”lerin kulak tırmalaması, tekrarlanan müzikler, karaoke, yeni enstrümanlar, müzikal icranın gelişmesi, gençliğin diktatörlüğü, göçler, yeni düzenleme yöntemleri, eser hakları mevzuları, dünyasallaşma, bilgi toplumları, şehirlerdeki şiddet, müzik yapma zevki, bedavacılık, sansürün başarısızlığı… XX. yüzyılın son çeyreğinde yapılan müziğin, XXI. yüzyıla dair neler bildirdiğini belirtmek üzere kitabın giriş metnine bir ekleme yapmak niyetindeydim. Ama hem artık eskisi gibi yazmadığım, hem de müzikoloji alanında çok yol kat edildiği için, hâlâ inandığım fikrimi sizlere daha iyi anlatabilmek amacıyla hepsini yeniden yazdım: Müzik, toplumların geleceğini öngören ve intiharlarını önleyen olağanüstü bir araçtır. Asla müziksiz yaşayamadığım için hiçbir şey bana müziğin, insanlığın son umutlarından biri olduğunu hatırlatmak kadar acil görünmedi. Gürültüler Batı zihniyeti yirmi beş yüzyıldır dünyayı görmeye çalışıyor. Anlamıyor ki dünya görülmez, duyulur. Okunmaz, ama dinlenir. Bilim daima hislerimizi kontrol etmeye, hesaplamaya, soyutlaştırmaya, hadım etmeye çalıştı. Sadece ölümün sessiz olduğunu, yaşamınsa gürültülerle dolu olduğunu unuttu: İş gürültüleri, eğlence gürültüleri, yaşam ve doğa gürültüleri; satılmış, satın alınmış, dayatılmış veya yasaklanmış gürültüler; başkaldırı, devrim, öfke ve umutsuzluk gürültüleri… Müzikler ve danslar; yakınmalar ve meydan okumalar… Dünyada tek bir temel eylem yoktur ki, gürültü olmadan gerçekleşsin.


Bakışın geçersizleştiği, gösteri, gürültü ve piyasayla yetinildiği günümüzde, bir toplumu istatistiklerinden ziyade gürültüleriyle, sanatıyla ve eğlence biçimleriyle değerlendirmeyi öğrenmek gerekir. Dünyanın gürültülerine kulak kabartırsak, insanların çılgınlığının onu hangi yöne sürüklediğini, hangi umutların hâlâ gerçekleşebileceğini, hangi Rönesans’ların çoktandır devrede olduğunu anlayabiliriz. Bu gürültülerden biri olan müzik, en az lisan kadar eski bir buluştur. Büyük imparatorluklar dönemine kadar, insanlara ait bütün diğer faaliyetler gibi dinsel uygulamaların bir parçası olarak kullanılmıştır. Sonraları daha önemsiz ve “aksesuar” görünüşlü, hassas ve belirsiz bir sanat halini alarak kendini soyutlamış, bu şekliyle önce kendisi için inşa edilen mekânlarda var olup, sonra da seri imalat ürünleri, anlaşılması güç avuntular, kazanç kaynakları, iktidarı ele geçirme umutları, pek çok insanın gerçekten dinlemeden putlaştırdığı ve gerçekten duymadan satın aldığı fon gürültüleriyle dünyayı istila etmiştir. Öyle ki günümüzde müziğe kitaplardan, filmlerden ve diğer eğlence türlerinden daha fazla para harcıyoruz ve müzik, dünyasallaşmanın en uç noktası haline gelmiş durumda. Pek çok filozof müzik üzerinde düşünmüş. Mesela Jean- Jacques Rousseau, Discours sur l’origine de l’inegalite [İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı] adlı yapıtında şöyle der: “Sanatların kökenini araştırdığımızda veya ilk sokak satıcılarını gözlemlediğimizde görüyoruz ki bunların hepsi aslında genel olarak geçinmek için yapılan işlerdir.” Karl Marx için müzik, “gerçeğin aynası”dır. Friedrich Nietzsche için ise “hakikati söyleyen söz”, “dünyanın Dionysos’a özgü aynası”dır. Sigmund Freud için müzik, “şifresi çözülecek bir metin”dir. Pierre Schaeffer için ise “insanın insanı nesneler dilinde tanımlaması”dır. Ama XIX. yüzyıl sonundan biraz öncesine ait bu şematik sosyal teoriler, eskilere dayanan ağır anlamlarla yüklendiğinden esas olanı açıklamaya yetmiyor: Coşku ve şiddet, tesadüf ve kargaşa, karşılıksızlık ve karşılıklılık. Dolayısıyla burada amacım sadece müzik üzerine düşünmek değil, müzik aracılığıyla da düşünmektir.

Bu şekilde müzikten topluma geçerken, eğretilemeli bir söylemde yolunu şaşırmak, kanıtsız tezlerle bir alanın yerine diğerini koymak çok riskli görülebilir. Bu riski bilinçli olarak göze alıyorum. Hiçbir bilim dalında farklı yerlerden gelen fikirler olmaksızın ilerleme kaydedilmemiştir. Friedrich Nietzsche’nin de Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik’te [Tragedyanın Doğuşu] “gerçek şair”i anlatırken hoş bir şekilde ifade ettiği gibi, eğretileme bir “retorik numarası” değil, “şairin gözünde bir düşüncenin yerine gerçekten konan bir imge”dir. “Gerçek şair”, ya da geniş anlamda, dünyanın geleceğini, şiir ve düzyazı halinde inceleyen ya da çabuklaştıran kişi önce anlamak, sonra da anlatmak için eğretilemeye ihtiyaç duyar. Toplum, tüm aktivitelerin yansıyıp deforme olduğu bir ayna gibidir. Rene Girard’ın 1 sözünü ettiği, Nuerlerin aynası ve yansıması olan sığır sürüsü gibi, müzik de insan toplumlarına paralel olarak gelişir. Onlar gibi biçimlenir, onlarla değişir. Hem de onlardan önce. Belli bir koddaki bütün olasılıkları araştırır, ve bunu maddi gerçeklikten çok daha hızlı yapar. Daha ileri zamanlarda görülür hale gelip kendini dayatacak ve düzeni sağlayacak olan şeyleri duyurur. Müzik, bir dönemin estetiğinin yankısı olmaktan öte, günceli aşar ve onun geleceğini bildirir. Müzik bir ayna, bir kristal küre, insanoğlunun yaptıklarını kaydeden bir yüzey, bir eksikliğin işareti, bir ütopya parçası, her dinleyicinin kendi duygularını kaydettiği hususi bir bellek, bir anamnez, düzenin ve soyağaçlarının ortak hafızasıdır; 2 ne özerk bir etkinlik ne de ekonomik altyapının bir ürünüdür. O, halkların ve sanatçıların, insanların ve tanrıların, şenliklerin ve duaların ürünüdür. Bach ve Mozart da işte bu sebeplerden dolayı, her ikisi de kendi tarzında, yükselen burjuvazinin uyum hayalini, bununla beraber saray erkânının kaygılarını ve halkların homurdanışını, bilmeden ve istemeden dile getirirler.

Bunu XIX. yüzyılın tüm siyasi kuramcılarından daha iyi – ve daha önce! – yapmışlardır. Bob Marley ve Janis Joplin, John Lennon ve Jimi Hendrix altmışlı yılların özgürlük hayali hakkında herhangi bir teorinin söyleyebileceğinden çok daha fazlasını söylerler. Derlemeler, top 10’lar, show-business dünyası, videoklipler ve sample’lar dünyasallaşan arzuların gelecekteki biçimlerinin alaycı ve kâhince bir bildirisi gibidir. Rap, free caz’ın ardından, şehirde büyüyen şiddetin habercisidir. Napster, bilginin mülkiyeti için çıkacak savaşa işaret etmiştir. Aynı zamanda başka uygulamalarda yeni bir ütopyanın taslağı çizilmektedir: Zevk vermenin getirdiği mutluluğu yakalamak. Bu durumda müzik artık sadece, insana insanın eserinden bahseden, onun içinde bulunduğu durumu, işlenmemiş yaratıcılığının büyüklüğünü duymak ve duyurmak için kullandığı dolambaçlı bir yoldur. İKTİDARIN GÜRÜLTÜLERİ Gürültüler ve Politika Gürültüyle birlikte düzensizlik ve onun karşıtı müzik doğdu. Müzikle birlikte iktidar ve onun karşıtı, bozgunculuk doğdu. Gürültülerde hayatın şifreleri, insanların arasındaki ilişkiler okunur. Yaygara ve Melodi, Ahenksizlik ve Armoni… Gürültü, insan tarafından kendine özgü araçlarla biçimlendirildiğinde, dua ve bayram zamanlarını, tefekkür ve eğlence zamanlarını istila ettiğinde, Müzik olduğunda, kendini aşmanın ve özgürlüğün, aşkınlığın ve hayalin, arzunun ve isyanın kaynağı haline gelir. Kuşların ve çobanların alanlarını işaretleme aracı olan gürültü, aslı itibariyle iktidar düzeni içinde kayıtlıdır: mülkiyeti belirler, bir kuvvetin sınırlarını işaret eder, bir alanı sahiplenmeyi belirtir, o alanda söz dinletme ve yiyeceğini bulma -yani hayatta kalma- imkânı sağlar. Gürültü kontrolü yoksa, sesleri tahlil etmek, işaretlemek, sınırlamak, eğitmek, baskı altında tutmak ve kanalize etmek için kanun yoksa, iktidar da yoktur. Burada söz konusu olan, dilin, vücudun, araçların, nesnelerin, diğerleri ile veya kendimizle olan ilişkilerimizin sesleridir.

Her müzik, her ses düzenlemesi bir topluluğu belirleyerek, bir iktidarın bireyleriyle ilişkisini, bu iktidarın herhangi bir niteliğini yaratmak veya pekiştirmek için bir imkân oluşturur. Müziksiz özgürlük de yoktur. Müzik, kendini ve başkalarını aşmaya, normların ve kuralların ötesine geçmeye, aşkınlık hakkında, zayıf da olsa bir fikir edinmeye teşvik eder. Ve işte bu sebepten, yani gürültü hem iktidar aracı hem de isyan kaynağı olduğundan, politika her zaman gürültü öznelerini büyük bir ilgiyle dinlemiştir. Çünkü kendini bu yolla sağlama alabilir, emirler hazırlar, isyanları engeller. Her şeyi bilmek, güçlülerin fantezisidir. Her şeyi kaydetmek ise, polislerin hayali. Olağanüstü, ama az tanınan bir metninde Leibniz, kendince ideal siyasal örgütlenmeyi, “Harikalar Sarayı”nı, zamanın tüm bilim ve tekniklerinin iktidarın hizmetine sunulduğu ahenkli aygıtı titizlikle tarif eder. Bu bilim ve tekniklerin arasında ilk sıralarda -doğal olarakgürültüleri dinleme ve takip etme yöntemleri bulunur: “Bu binalar öyle bir biçimde inşa edilmeli ki ev sahibi, aynalar ve borular sayesinde fark edilmeden söylenen ve yapılan her şeyi duyup görebilmeli; bu, Devlet için çok önemli bir şey, bir tür siyasal günah çıkartma olacaktır. 3 On Emir’den Donmuş Sözler’e” 4 kadar pek çok kurucu efsane, ilahi sözlerin kaydedilmesi ve ilk gürültülerin korunması etrafında döner: Tarihe hükmetmek, bir halkın kültürünü ve soyağacını düzenlemek, o halkın umutlarını ve şiddetini yönlendirmek için dinlemek, hafızaya almak, kaydetmek, gözlemlemek. Günah çıkartma hücresinden İnternet üzerinde ava, işkenceden telefon dinlemelere kadar uzanan bilgi sızdırma teknikleri ve gürültüleri kaydetme teknolojileri tüm iktidar hikâyelerinin altyapısını oluşturur. Totaliter kuramcıların hepsi, gürültülerin yayın ve dinleti hakkını efendilerinin tekeline almak istediler. Güzelin ifade edilmesini yasaklamaya çalıştılar, çünkü onun gerçeğin habercisi olduğunu ve yine gerçeğin talep edilmesini desteklediğini biliyorlardı. Fransız monarşisi tarafından yerel müziklerin bastırılması, beyaz maliyecilerin zenci müzisyenleri toplum dışına itmesi, Sovyetlerin sakin ve ulusal müzik takıntısı, doğaçlamaya karşı sistematik bir güvensizlik: İşte tüm bu özellikler yabancı, denetlenemez ve farklı olana duyulan aynı korkuyu açığa çıkarır. Daha az şiddetli ve hemen göze çarpmayan yöntemler kullanıyor olsa bile, piyasa da aynı şekilde iletileri tekeline almak ve gürültüleri kontrol etmek niyetindedir: Kendini tümüyle müziğe verdiği ve müzik için yatırım yaptığı zaman, müzisyeni bir tüketim mahna indirger.

İsyanı hammadde olarak kullanıp, bastırılmış bir bozgunculuğu zararsız bir gösteriye, büyük seri halinde satılan dizinin ilk ürününe dönüştürür. Aynı 1920’den beri tüm dünyada binlerce radyo istasyonuna, milyonlarca asansöre, restorana, havaalanına ve insanların yalnız kaldığı diğer bağımsız mekânlara standartlaştırılmış müzik programları üreterek dağıtımını yapan Muzak şirketi gibi. Makul insanların gözünde çılgınların emeğiyle para kazanma bahanesi olan müziğin icrası, herkese, yasak tutkulardan tatma yanılsamasını yaşatarak toplumu kontrol altına almaya yarayan bir araç, Karnaval kılığına bürünmüş bir Büyük Perhiz’dir. Görünüşte sert ya da isyankâr, özgürlükçü ya da bozguncu olan şarkılar ve yıldızlardan oluşan bostan dolabı gündelik hayatı öylesine kuşatır ki kimseye söz hakkı bırakmaz; müzik, kendini korkutmak için oynanan basit bir oyuna, anlamsız bir sohbet konusuna, ciddiyetle konuşma ve davranmayı engelleyen bir tarza dönüşür. Bilim, Mesaj ve Zaman Müzikoloji edebiyatının uçsuz bucaksızlığına rağmen “müziği konu alan metinlerin şaşırtıcı eksikliği” 5 , müzik tanımının imkânsızlığını, temel belirsizliğini ortaya koyar. Müzik bir sanat mıdır, bir eğlence midir, bir bilim dalı mıdır, bir şenlik midir? Bir muamma! XIX. yüzyıl sonunda Littre, onu armoni boyutuna indirgemek ve bilimsel olarak tanımlanmış sade bir sözdizimle karıştırmak için “seslerin akılcı kullanımından doğan bilim” demiş. Michel Serres ise tersine, müziğin “sinyallerin en basit hali”, “sınırlanmış bir mesaj, evrensel iletişimin şifreli hali” olduğuna dikkat çekiyor ve böylelikle gürültünün ötesinde müziğin hiçbir sisteme bağlı olmayan bir mesaj ileticisi, “zamanın akışı karşısında diyalektik bir duruş” olduğunu hatırlatıyor. Çünkü zamanın ne denli kısa olduğunu düşünmemek için onu meşgul etmek, inkâr etmek ve unutmak gerek. Bilim, mesaj ve zaman: Müzik hem saf bir teori, sosyal bir ifade biçimi ve süre, hem de kendini aşma ve oyalanma, dua ve ticarettir. (Anlaşılmaz) bilgi, (değiş tokuş edilebilir) madde ve (gizemli) zamandır. Böylece müzik, insan yapısı tüm eserlerin üçlü boyutuyla bağlantı kurmamızı sağlıyor: yaratanın sevinci, seyircinin coşkusu, iletenin güç kaynağı. Dindar ve laik, politik ve ekonomik, kişisel ve kolektif, erotik ve püriten, sevinçten ve kendinden nefretten yapılmış, her yerde, her zaman hazır olduğu kadar sahte; o da bütün diğer sanatlar gibi dünyanın merkezinde, çünkü kendisinin dışında: “Sanat her yerde, çünkü yapaylık, hakikatin tam ortasında” 6 Müzikle Anlamak Müzisyen de, müzik gibi, hep ikili oynar; hem musicus hem de cantor, yani üretici ve peygamber olur. Dışlandığı zaman dünyaya tenkitçi gözlerle bakar. Kabul edildiğinde ise tarihçi ve en büyük değerlerinin yankısı oluverir.

Müzik üstüne ve müziğe karşı konuşur. İşte tam bu sebepten ayırt edilir, ayrılır, saygı ve endişe uyandırır. Takdir edildiği ve tapıldığı zaman bile tehlikeli, yıkıcı, endişelendirici, kurtarıcı olmaya devam eder; onun geçmişini, baskının ve denetimin geçmişinden ayıramayız. Gesualdo ya da Bach, özel bir ideolojik sisteme John Cage’den, Tangerine Dream’den veya Bob Marley’den daha fazla başvurmaz. Hepsi de gönül gözüyle görenlerin, şöyle ya da böyle istilacı bir iktidar tarafından akıl almaz hapsedilişlerinin tanığıdır. Müzik, iktidar ve para arasındaki ilişkiler üzerine bir teori geliştirmek, önce müzik hakkındaki teorileri gözden geçirmeyi gerektiriyor. Hayal kırıklığı: Birbirine karışmış ve hiç de masum olmayan tipolojilerin birbirini izlemesi. Roland Barthes haklıymış: “Müzikal eleştirinin güncel uygulamasına yakından bakarsak, eser (ya da icrası) için dilbilim kategorileri içinde en yoksul olanının kullanıldığını görürüz: sıfat.” 7 Aristoteles’in üç müzik türünden -“etik müzik” (eğitimde etkili müzik), “eylem müziği” (müzik yapamayanı bile etkisi altına alan müzik) ve “katartik müzik” (önce rahatsız edip sonra rahatlatmak amacı güden müzik)-, Oswald Spengler’ın “Apollon tarzı müzik” (modal, teksesli ve sözlü müzik) ile “Faust’çu müzik” (tonal, çoksesli ve yazılı müzik) arasında yaptığı ayırımlara kadar, yine pek işe yaramayan kategorilerle karşılaşıyoruz. Freud, “hangi yönden etki yarattığını sezemediği” için müziğe duyarsız olduğunu söyler. Freud’u Adorno izler. Kimsenin önüne geçemediği bu müzik sosyoloğu, XX. yüzyılın ortasında, müziğin yozlaşmasına sebep olarak Avrupai düzenin barbarlığını – müzikseverlerin barbarlığını- gösterir. Müzikoloji geleneği, çok uzun bir süre müzik tarihine bir istikamet vermeye çalışarak, ona “ilkel”, “klasik” ve “modern” isimlerini verdi. Bilimde, teknolojide ve ahlâktaki ilerlemeye paralel olarak güzelde de bir ilerleme yaşandığını göstermek istercesine.

Böylesi bir tez elbette ki artık geçerli değildir. Kimse günümüz müziğinin altı yüzyıl öncesine ait müzikten daha iyi olduğunu iddia etmeye cesaret edemez. Daha eski toplumların yaptığı müzik hakkında hemen hiç bilgimiz olmasa bile, Güney müziklerindeki izleri her zamankinden daha fazla merak uyandırmaktadır. Dünya çağındaki tüketimin yeri doldurulmaz malzemesini, potansiyel bir göçebeliğin özenilen kaynağını, bir başlangıç yolculuğunu düşündürmektedir. Bugün teorilerin, meblağların, ansiklopedilerin ve müzikal tiplendirmelerin iştahla iç içe geçip birbirlerini yok etmeleri, dağınıklık içinde birbirini yutuveren müziklerin, boşluk içinde eriyen estetiğin ve ticaret döngüsü içinde boğulmuş düşüncelerin karşısındaki zaman kaygısını belirginleştiriyor. Gerçek bir kapsamı olmayan bu sınıflandırılmış koleksiyonlar, çok renkli, çılgın, tutarsız bir dünyada bir düzen sürdürmek için yapılan son denemelerden başka bir şey değildir. Hatta böyle bir dünyada zaman, müzik sayesinde kriterlere ve kategorilere sığamayan labirentimsi bir boyut almıştır. Özellikle ekonomi-politik kavramlar, maddi bir dünyayı -en azından ölçülebilir olanlarınıincelemek üzere yaratıldığından, işaretler üzerinde çalışmaya uygun değildir. Üslupların eşzamanlılığı, biçimlerin sürekli iç içe geçmesi, yaratıcıların özgürlüğü her tür çizgisel soyağacını, her hiyerarşik arkeolojiyi, bir müzisyen ya da bir eser hakkındaki her tür ide olojik sınırlandırmayı yasaklar. Her müzikal şifre, bir dönemin ideolojilerini ve teknolojilerini meydana getirdiği gibi, onların içinde kökleşir de. Bach, sadece kendi başına neredeyse tonal sisteme dair bütün imkân alanlarını araştırmış, gelecek üç yüzyıl boyunca yaşanacak endüstriyel yeniliklerin habercisi olmuştur. O halde, tarihin sunduğu devasa gürültü ormanının içinde hangi yolu izlemeli? Ekonominin müzik ile ne yaptığını nasıl anlamalı. Hangi ekonomi müziği bildirir? Müzikler, üretim, alışveriş ve arzu arasındaki bağlantıların tarihçesini nasıl yazmalı? Müziğin ekonomi-politik tarihini yazmak, anlamsızlığın ötesinde anlamın, gürültülerin ötesinde müziğin, ahenksizliğin ötesinde transın belirebileceği bu müthiş akışı tasvir etmeye çalışmaktır aslında. Bambaşka bir bağlam içinde, ustasının (kendisini uyuşturucu kullanımına hazırlayan Yaqui büyücüsü Don Juan Mateus) pedagojiye giriş için yaptığı gizemli tarifte Amerikalı antropolog Carlos Castaneda da uyuşturucu, bilgi ve akış arasındaki derin bağlantıya dikkat çekmektedir: “Önce ilk bitkinin yanma git, ve oradan itibaren suyun nasıl aktığını dikkatle izle. Yağmur, tohumları uzaklara sürükler.

Su yollarını izlersen, akıntının yönünü bulursun. Sonra, o yönde senin bitkine en uzakta duran bitkiyi bul. Bu iki bitki arasında büyüyen bütün bitkiler senindir. İleride, bu bitkiler de kendi tohumlarını verdiklerinde, her birinden çıkan su yollarını izleyerek topraklarını genişletebilirsin.” 8 Bu eğretilemede, bilimsel metodolojinin bugün duyabileceğimiz en önemli öğretilerinden biri bulunmaktadır ve müziğe de rahatça uygulanabilir: Müzisyenleri sınıflara ayırmak, akımlar belirlemek, üsluplar arasında kopukluklar aramak veya müzikte bir sosyal sınıfın refahının veya sefaletinin tercümesini okumaya çalışmak saçma olacaktır. Haritacılık gibi müzik de çatışma halindeki düzenlerin eşzamanlılığını kaydetmekte, kararsızlıkta ısrar eden, saf olmayan, bulanık bir yapı ortaya koymaktadır. Labirent misali, iç içe geçmiş onca ritmi taşıyarak, asla kendi izini kaybetmeden, bilinmeyene doğru akan bir nehir gibi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir