Janet Evanovich – Ilk Isim Para Icin

Öyle adamlar vardır ki, bir kadının hayatına girer ve onun hayatını sonsuza dek alt üst eder. Joseph Morelli de bana bunu yaptı sonsuza kadar değil ama belirli aralıklarla. İkimiz de işçi sınıfının yaşadığı küçük bir yerde, Trenton denen bir kasabada dünyaya geldik ve orada büyüdük. Trenton’da evler birbirine bitişik ve daracık, avlular küçücüktü. Otomobiller Amerikan yapımı, insanların çoğu İtalyan kökenliydi. Nesillerini devam ettirmeye yetecek kadar Macarla Alman da vardı. Burası çeşitli numaralar çevirmek için iyi bir yerdi; ayrıca, eğer Trenton’da yaşamak zorundaysanız, aile kurmak için de gayet iyi bir yer sayılabilirdi. Ben çocukken Joseph Morelli ile pek oyun oynamazdım. Bizden iki blok ötede otururdu ve benden iki yaş büyüktü. Annem beni “O Morelli oğlanlarından uzak dur,” diye uyarmıştı. “Onlar vahşi. Kızları yalnız buldukları zaman neler yaptıklarına dair bir sürü hikâye duyuyorum.” “Ne gibi şeyler?” diye sormuştum merakla. “Bilmek istemeyeceğin şeyler,” diye cevap vermişti annem. “Feci şeyler.


Hiç de hoş olmayan şeyler.” O andan itibaren, Joseph Morelli’ye korku, merak ve biraz da saygı karışımı, garip bir duyguyla bakmaya başlamıştım. İki hafta sonra, altı yaşımda, Morelli bana yeni bir oyun öğretmeyi vaat edince, dizlerim titreyerek ve mideme kramplar girerek, peşinden babasının garajına gittim. Morelli’nin garajı otoparkın bir ucunda, bütün binalardan uzakta, bir tarafa doğru yaslanmış, her şeyi küçümser gibi duran bir binaydı. Garajın, kirli pencerelerinden süzülen ışık demetinin aydınlattığı görüntü pek acıklıydı. Küf kokusuna karışan, ıskartaya çıkmış araba lastiklerinin ve kullanılmış motor yağıyla dolu kavanozların kokusu içerdeki havayı iyice ağırlaştırmıştı. Garaj, Morelli otomobillerini barındırmanın dışında her amaca hizmet etmişti. Yaşlı Morelli garajı oğullarını kemeriyle dövmek için kullanmıştı; oğulları ise mastürbasyon yapmak için. Joseph Morelli de beni yani Stephanie Plum’ı trencilik oynamak için götürmüştü oraya. “Bu oyunun adı ne?” diye sormuştum Joseph Morelli’ye. “Çuu-çuu,” demişti Morelli, ayaklarıyla ellerinin üzerinde, başını kısa pembe eteğimin altına sokmaya çalışırken. “Sen tünelsin, ben de tren.” Bu size benim kişiliğimle ilgili bir fikir veriyordur sanırım. Bir kere öğütlere pek kulak asmadığımı ayrıca doğuştan fazlasıyla meraklı olduğumu anlamışsınızdır. Bunun isyankârlık veya can sıkıntısıyla ya da kaderle ilintili olabileceğini de fark etmişsinizdir.

Ne olursa olsun, bu tek taraflı bir pazarlıktı ve bende büyük bir düş kırıklığı yaratmıştı, çünkü bana tünel olmam söylenmişti, ama ben aslında tren olmak istiyordum. On yıl sonra, Joe Morelli hâlâ iki blok ötede oturuyordu. Yetişkin ve kötü bir adam olmuştu. Gözleri bir an kor gibi parlar, bir an sonra da ağızda eritilmiş çikolata rengine dönerdi. Göğsünde kartal dövmesi olan, sıkı popolu, dar kalçalı, kasılarak yürüyen biriydi. Becerikli elleri ve akıllı parmaklarıyla kötü bir şöhreti vardı. En iyi arkadaşım, Mary Lou Molnar, Morelli’nin dilinin kertenkele gibi olduğunu duyduğunu söylemişti. “Kutsal inek!” demiştim, “bu gerçekten ne anlama geliyor?” “Dikkat et seni yalnız yakalamasın yoksa ne anlama geldiğini anlarsın. Seni bir kere yalnız yakalayacak olursa… işin tamamdır.” Tren hikâyesinden sonra Morelli’yi pek fazla görmemiştim. Seks sömürüsüyle ilgili repertuarını epeyce genişletmiştir diye düşündüm. Gözlerimi iyice açarak Mary Lou’ya sokuldum ve daha beterini duymayı umarak sordum; “Tecavüzden söz etmiyorsun, değil mi?” “Şehvetten söz ediyorum! Eğer seni isterse, sonun gelmiş demektir. Herif dayanılacak gibi değil.” Altı yaşında malum kişi tarafından parmaklanmış olmak dışında, bana hâlâ kimse el sürmemişti. Kendimi evliliğe ya da hiç olmazsa kolej yıllarına saklıyordum.

Sanki önemli bir habermiş gibi, “Ben bakireyim,” dedim. “Eminim bakirelerle ilgilenmiyordur.” “Uzmanlık alanı bâkirelermiş! Parmak uçlarıyla hafifçe okşaması bakireleri suyu bol lapaya çeviriyormuş.” İki hafta sonra Joe Morelli, benim her gün okuldan sonra çalıştığım Hamilton Caddesi’ndeki Tasty Pastry pastanesine geldi. Çikolatalı bir pasta aldı, bana donanmaya katıldığını söyledi ve dükkânın kapanmasından dört dakika sonra, Tasty Pastry’nin zemininde, ekler pastalarıyla dolu dolabın arkasında üzerimdeki pantolonu çıkarttı. Onu daha sonra gördüğünde üç yaş daha büyümüştüm. Babamın Buick’iyle alışverişe giderken, Morelli’nin Giovichinni’nin Et Marketi’nin önünde durduğunu fark ettim. Koca V-8 motorunu gazladım, kaldırımın üstüne çıktım ve Morelli’yi arkadan zımbaladım; sağ çamurlukla çarparak fırlatıp attım. Arabayı durdurdum ve hasarı tespit etmek için dışarıya çıktım. “Bir şey oldu mu?” Kaldırımın üzerine sere serpe yayılmış, yukarı etekliğimin altına doğru bakıyordu. “Ayağım!” dedi. “İyi.” dedim. Topuğumun üzerinde döndüm, Buick’e bindim ve alışveriş merkezine doğru yoluma devam ettim. Bu olayı geçici bir deliliğin sonucu olarak görüyorum ve kendimi savunurken şunu söylemek istiyorum: o olaydan sonra başka hiç kimseyi ezmedim.

Kış aylarında rüzgâr Hamilton Caddesi’ni alt üst ederdi. Pencerelerin düz camlarına vurarak uğuldar, çerçöpü kaldırımların kenarlarına, dükkânların önüne yığardı. Yaz aylarında ise, hava nemle yoğunlaşır, durgun ve puslu olurdu. Ağır hava yolun üzerine çöküp asfaltı eritirdi. Ağustos böcekleri vızıldar, çöplüklerden etrafa kötü kokular yayılır ve eyaletteki bütün beysbol sahalarının üzerine sanki sonsuza kadar kalacakmışçasına, tozla karışmış ince bir pus tabakası otururdu. Bütün bunların New Jersey’deki büyük, maceralı yaşamın bir parçası olduğunu düşünürdüm. O öğleden sonra, havaya aldırmadan üstü açılabilen Mazda Miatam’a binerek gezmeye karar vermiştim. Havalandırma sonuna kadar açıktı, ben de şarkı söyleyerek Paul Simon’a eşlik ediyordum. Omuzlarıma inen iri bukleli, kahverengi saçlarım yüzüme savrulurken, her an tetikte olan mavi gözlerim havalı bir şekilde Oakleys gözlüklerimin arkasına saklanmıştı. Ayağım da gaz pedalındaydı. Günlerden pazardı ve ailemin evindeki ağır ateşte pişirilmiş güveçte rostoyla randevum vardı. Işıkta durdum. Dikiz aynamı kontrol ederken, benden iki araba arkada, açık kahverengi bir otomobildeki Lenny Gruber’i görünce küfür etmeye başladım. Başımı direksiyona dayayarak söylendim; “Lanet olsun!” Onunla aynı lisede okumuştuk. O zamanlar tam bir sinek kurduydu; şimdi de hiç değişmemişti.

Ancak ne yazık ki, haklı bir kurtçuktu. Ben Miatam’ın borçlarını ödemesi gereken kişiydim o da bu borcun ödenmesi gereken şirkette çalışıyordu. Altı ay önce, arabamı aldığım zaman, durumum iyiydi, güzel bir daireye ve Rangers’in sezonluk biletlerine sahiptim. Ve birden bom! İşten atıldım. Ne param kaldı ne de kredim. Aynayı tekrar kontrol ettim, dişlerimi sıktım ve birden hızla el frenini çektim. Lenny duman gibiydi. Ne zaman onu tutmak isteseniz, buharlaşıverirdi ve ben pazarlık etmek için yakaladığım bu son şansı kaybetmek niyetinde değildim. Kendimi arabadan güçlükle dışarı attım, onunla benim aramdaki adamdan özür diledim, geriye doğru dönüp fark ettirmeden Gruber’e yanaştım. “Stephanie Plum!” dedi Gruber, sahte bir şaşkınlık ve neşeli bir sesle. “Seni görmek ne hoş.” İki elimi arabanın üstüne dayadım ve yarı açık camdan ona baktım. “Lenny, annemlere akşam yemeğine gidiyorum. Ben annemlerdeyken arabamı alıp götürmeyeceksin, değil mi? Yani demek istiyorum ki, bu eni konu alçaklık olur, Lenny.” “Ben de eni konu alçak bir herifimdir, Steph.

Böyle düzgün ve temiz bir işe sahip olmamın nedeni de bu. Benden her şey beklenir.” Trafik lambasının ışığı değişti ve Gruber’in arkasındaki sürücü, korna çalmaya başladı. Gruber’e, “Belki bir anlaşma yapabiliriz,” dedim. “Bu anlaşmaya senin çırılçıplak soyunman da dahil mi?” O anda içimden burnunu kavrayıp domuz gibi bağırtana kadar sıkmak geldi. Ancak bunu yapmak için ona dokunmam gerekecekti. Daha sakin bir yaklaşım içinde olmak daha akıllıca olabilirdi. “Araba bu gece bende kalsın, yarın sabah ilk işim onu sana getirmek olacak,” dedim. “Olmaz,” dedi Gruber, “Sen çok sinsi bir yaratıksın ve ben beş gündür bu arabanın peşindeyim.” “Bir gün daha bir şey fark ettirmez ki.” “Bana minnettar olmanı beklerdim, ne demek istediğimi anlamışsındır.” Neredeyse öğürecektim. “Söylediklerimi unut. Arabayı al. Ciddi söylüyorum; onu hemen şimdi alabilirsin.

Annemlere yürüyerek giderim.” Gruber’in gözleri göğsüme takıldı. Göğüs ölçüm 36 B’dir. Fena değildi, ama boyumun 1.70 olduğu düşünülürse, öyle pek de etkileyici değildi. Üstümde siyah şortla büyük beden bir jarse atlet vardı. Kışkırtıcı bir görünüşüm olduğu söylenemezdi, ama yine de Lenny beni süzmeye başlamıştı. Gülüşü o kadar yayvandı ki azı dişlerinden birinin olmadığı fark ediliyordu. “Sanırım yarına kadar bekleyebilirim. Ne de olsa liseye birlikte gittik.” “Oooo!” dedim. Yapabileceğim en iyi şey buydu. Beş dakika sonra, Hamilton’dan Roosevelt’e giden yoldaydım. Annemlere iki blok kala ailevi yükümlülüklerin beni kasabanın kalbine doğru çektiğini hissediyordum. Burası geniş ailelerin yaşadığı bir yerdir.

Burada güvenin yanı sıra, sevgi, denge ve alışılagelmiş törelerin getirdiği bir huzur hissedilir. Otomobilin kontrol panelindeki saat bana yedi dakika geciktiğimi hatırlattı. İçimdeki, avazım çıktığı kadar bağırma isteği de eve yaklaştığımı gösteriyordu. Kaldırımın kenarına park ettim ve ön verandası jaluzili ve tenteli, çift daireli, dar, dubleks binaya baktım. Binanın Plum’lara ait olan kısmı, kırk yıldır olduğu gibi, sarı boyalıydı ve çatısı kahverengi kiremitlerle kaplıydı. Kartopu çiçekleri beton verandanın her iki tarafını sarmış, veranda boyunca muntazam aralıklarla kırmızı sardunyalar dikilmişti. Burası aslında bir apartman dairesi büyüklüğündeydi. Önde oturma odası vardı. Yemek odası ortada, mutfak en arka taraftaydı. Üç yatak odası ile banyo yukarıdaydı. Yemek kokulan içinde, gereğinden fazla mobilyayla doldurulmuş, küçük, tertipli ve rahat bir evdi. Yanda oturan Mrs. Markowitz, emekli maaşıyla geçinmek zorunda olduğu ve evinin boyanması gerektiğinde sadece indirime giren boyaların kalan renkleri arasında bir seçim yapabildiği için, onun tarafı açık yeşildi. Annem kapıdaydı. “Stephanie!” diye seslendi.

“Orada arabanın içinde ne oturup duruyorsun? Yemeğe geciktin. Babanın geç yemek yemekten ne kadar nefret ettiğini de biliyorsun. Patatesler soğuyor. Rosto da kuruyacak.” Bizim kasabada yemek önemlidir. Ay dünyanın, dünya güneşin ve kasaba da güveçte rostonun etrafında döner. Kendimi bildim bileli, annemle babamın hayatı, saat tam altıda yenmek üzere pişirilen iki buçuk kiloluk butların kontrolündedir. Büyükanne Mazur annemin biraz arkasında duruyordu. Gözlerini devire devire şortuma bakarak, “Ben de kendime bunlardan bir tane almalıyım,” dedi. ”Biliyorsun, bacaklarım hâlâ güzel.” Etekliğini kaldırıp dizlerine baktı. “Ne dersin? O bisikletçilerin giydiği şeyler içinde hoş dururum değil mi?” Büyükanne Mazur’un dizleri kapı tokmağı gibiydi. Zamanında çok güzel bir kadındı, fakat seneler onu uzun kemikli ve gevşek derili bir kadın haline getirmişti. Yine de şortlardan giymek istiyorsa, bence giyebilirdi. Gördüğüm kadarıyla, New Jersey’de yaşamanın getirdiği pek çok avantajdan biri de buydu -yaşlı hanımların bile acayip görünme özgürlüğü vardı.

Mutfaktan babamın, tiksindiğini belirten homurtuları duyuldu. Rostoyu kesiyordu. “Bisikletçi şortu ha?” diye söyleniyordu elini alnına vurarak. “Hey Tanrım!” İki yıl önce, Büyükbaba Mazur’un yağdan tıkanan damarları, onu gökteki iri domuz rostosuna postalamış, Büyükanne Mazur da annemlerin yanına gelmiş ve bir daha hiçbir yere kıpırdamamıştı. Babam bunu aldırmazlık ve patavatsız homurtularla kabullenmek zorunda kalmıştı. Babamın çocukken sahip olduğu köpeğin hikâyesini bana nasıl aktardığını çok iyi hatırlarım. Hikâye şöyle: Bu köpek şimdiye kadar gelmiş geçmiş köpeklerin en çirkini, en yaşlısı ve en kıt akıllısıymış. Köpek kontrolünü öylesine kaybetmiş ki, nereye gitse oraya işermiş. Ağzındaki bütün dişler çürükmüş. Kalçaları artritle sertleşmiş ve derisi, altındaki kocaman yağlı şişkinlikler yüzünden kamburlaşmış. Bir gün Büyükbabam Plum, köpeği garajın arkasına götürmüş ve onu oracıkta vurmuş. Babamın da, zaman zaman, Büyükanne Mazur’un sonuyla ilgili buna benzer fantezileri olduğundan şüphelenmişimdir hep. “Elbise giymelisin,” dedi annem, yeşil fasulyelerle kremalı arpacık soğanları masaya getirirken. “Otuz yaşındasın, hâlâ on sekiz yaşındakiler gibi giyiniyorsun. Böyle devam edersen, nasıl iyi bir adam bulacaksın?” “Adam filan istemiyorum.

Bir tane vardı ve ondan hiç hoşlanmadım.” “Çünkü kocan hayvanın tekiydi,” dedi Büyükanne Mazur. Bu fikre katıldım. Eski kocam gerçekten hayvanın biriydi. Özellikle de onu, yemek masasının üstünde Joyce Barnhardt ile suç üstü yakaladığım anda. Annem, “Loretta Buzick’in oğlunun karısından ayrıldığını duydum.” dedi. “Ronald Buzick’i hatırlıyor musun?” Konuyu nereye götürmek istediğini anlamıştım ve oraya gitmek istemiyordum. “Ronald Buzick’le çıkmayacağım,” dedim. “Bu konuda düşünmek bile istemiyorum.” “Ronald Buzick’in nesi varmış?” Ronald Buzick kasaptı. Saçları dökülmeye başlamıştı, şişmandı. Biraz züppece görünebilir, ama bütün gününü, tavuğun içinden çıkan yürek, ciğer vs.’yi tekrar tavuğun kıçına yerleştirmekle geçiren bir adamı romantik durumlarda hayal etmekte bir hayli zorlanıyordum. Annem olduğu yerde kaldı.

“Tamam, peki, o zaman Bernie Kuntz’a ne dersin? Onu kuru temizleyicide gördüm, bir yolunu bulup seni sordu. Sanırım seninle ilgileniyor. Onu kahve içmeye davet edebilirim.” Bende bu şans varken, annem Bernie’yi davet etmiş bile olabilirdi; hatta belki de şu anda köşeyi dönmüş geliyordu. “Bernie hakkında konuşmak istemiyorum,” dedim. “Sana söylemem gereken bir şey var. Bazı kötü haberlerim var…” Bunu söylemekten çok korkuyordum ve mümkün olduğunca ertelemeye çalışmıştım. Annem bir elini ağzına götürdü. “Göğsünde bir yumru buldun!” Ailemizde hiç kimse şimdiye kadar göğsünde bir yumru bulmadığı halde, annem yine de bu konuda her zaman çok dikkatliydi. “Göğsümle bir derdim yok. Sorunum işimle ilgili.” “İşine ne oldu?” “Artık bir işim yok. Kovuldum.” Annem, “Kovulmak mı!” dedi, sert bir şekilde içini çekerek. “Nasıl olur? Öyle iyi bir işin vardı ki.

Üstelik işini seviyordun.” E. E. Martin için ıskontolu kadın iç giyimi satın alıyordum ve Newark’ta çalışıyordum. Gerçeği söylemek gerekirse, işi seven annemdi. Çünkü o, bu işin ne kadar göz kamaştırıcı olduğunu hayal ederken, ben o sırada son moda naylon külotların fiyatları konusunda sıkı bir pazarlık yapıyor oluyordum. E. E. Martin tam anlamıyla Victoria’s Secret [1] sayılmazdı. Annem “Ben senin yerinde olsam endişelenmezdim,” dedi. “Kadın iç giyimi satın alanlara her zaman iş bulunur.” “Kadın iç giyimi satın alanlara hiç iş yok. Özellikle de E. E. Martin için çalışmış olanlara.

E. E. Martin’de ücretli eleman olarak çalışmak beni bir cüzzamlı kadar çekici kılıyor. E. E. Martin bu kış rüşvet konusunda cimri davrandı ve sonuç olarak da mafyayla yakın ilişkileri ortaya çıktı. En üst düzey yöneticisi yasa dışı işler yapmakla suçlandı ve E. E. Martin, Baldicott Şirketi’ne satıldı. Ve benim hiç suçum olmamasına rağmen, köşeye sıkıştırıldım. Altı aydır işsizim.” “Altı ay! Ve benim bundan haberim yok! Öz annen senin sokaklarda kaldığından habersiz?” “Sokakta kalmadım ki, geçici işler yaptım. Dosyalama falan gibi.” Ve gittikçe aşağıya indim. Trenton bölgesindeki bütün iş bulma firmalarına kayıt oldum ve bütün ilanları okudum.

Köpek bakıcılığı ile telefonla bağış istemenin üstünü çizerseniz, çok fazla seçici davranmıyordum ama geleceğim de pek parlak görünmüyordu. Ufak tefek işler için fazla vasıflıydım, yöneticilikte ise deneyimim yoktu. Babam tabağına kalın bir dilim rosto daha koydu. Tam otuz yıl postanede çalışmış ve erken emekliliği seçmişti. Şimdi ara sıra taksi şoförlüğü yapıyordu. “Geçenlerde kuzenin Vinnie’ye rastladım,” dedi babam. “Dosyalama yapacak birini arıyormuş. İstersen ona bir telefon ediver.” Ne kadar da istediğim bir işti yani Vinnie için dosyalama yapmak! Bütün akrabalarım arasında en az hoşlandığım kişi Vinnie’ydi. Vinnie bir solucandı, bir seks manyağıydı, bir hergeleydi. “Ne veriyormuş?” diye sordum. Babam omuz silkti. “Herhalde asgari ücret,” dedi. Harika. Derin üzüntüler içinde olan birisi için kusursuz bir pozisyon.

Berbat bir patron, berbat bir iş, berbat bir ücret. Kendime acımak için sonsuz nedenim vardı. “İşin en iyi tarafı da buraya yakın olması,” dedi annem.” Her gün öğlen yemeğine gelebilirsin.” Gözüme iğne saplarım daha iyi, diye düşünerek başımı salladım. Güneş ışığı yatak odamın perdelerinin arasındaki bir boşluktan süzülerek odama doluyordu. Oturma odasının penceresindeki havalandırma cihazı kavurucu bir sabahı haber verircesine, uğursuz, monoton bir ses çıkartıyor; saatli radyomun dijital göstergeleri elektronik mavi rakamlarla bana saatin dokuz olduğunu haber veriyordu. Gün bensiz başlamıştı bile. İçimi çekerek yataktan yuvarlanırcasına kalktım ve ayaklarımı sürüyerek banyoya gittim. Banyoda işim bitince, yine aynı şekilde mutfağa gittim ve buzdolabının önünde, gece boyunca buzdolabı perilerinin dolabımı ziyaret etmiş olmasını dileyerek, durdum. Dolabın kapağını açtım ve hiçbir yiyeceğin birtakım büyülerle kendini klonlamadığını görerek uzun uzun boş raflara baktım. Açlıktan ölmekle aramda, yarım kavanoz mayonez, bir şişe bira, mavi renkte küfle kaplı bir bütün ekmek, çamuruyla paketlenmiş bir tane kıvırcık salata ve bir kutu hamster maması duruyordu. Aklımdan sabahın dokuzunun bira içmek için çok erken olup olmadığı geçti. Ama Moskova’da saat öğleden sonra dört olmalıydı. Bira için uygun bir zaman.

Biranın yarısını içtim ve asık suratla oturma odasının penceresine yaklaştım. Perdeleri açtım; aşağıdaki park yerini seyretmeye başladım. Miata’m yoktu. Lenny erkenden gelip götürmüş olmalıydı. Bu hiç sürpriz değildi, ama yine de boğazımda bir şeyler düğümlendi. Artık resmen bir asalaktım. Bu yeterince sinir bozucu değilmiş gibi, bir de anneme, gidip Vinnie’yi göreceğime dair söz vermiştim. Kendimi duşa doğru sürükledim. Yarım saat sonra sendeleyerek ve bütün gücümü kullanarak banyodan çıktım. Vücudumu külotlu çorabın içine sokuşturdum. Üzerime tayyörümü geçirdim ve artık bir kız evlada yakışır şekilde görevimi yapmaya hazırdım. Hamsterim Rex, mutfağın bir köşesindeki kafesinde, konserve kutusundan yatağının içinde hâlâ uyuyordu. Ona birkaç parça mama verdim ve öpücük sesleri çıkarttım. Rex uyandı ve yarı kapalı gözleriyle beni süzdü. Bıyıklarını kıpırdattı, havayı kokladı ve mamaları reddetti.

Ona kızamadım. Dün sabah o mamaları kahvaltıda denemiş ve hiç hoşlanmamıştım. Kapıyı kilitledim ve St. James’in aşağısında, üç blok ötedeki Blue Ribbon Kullanılmış Araçlar Şirketi’ne yürüdüm. Şirketin önüne park edilmiş 500 dolarlık bir Nova, birisi kendisini satın alsın diye adeta yalvarıyordu. Tümüyle paslı gövdesi ve geçirdiği sayısız kaza nedeniyle Nova’yı otomobil olarak görmek, özellikle de Chevy olduğunu anlamak çok zordu, ama Blue Ribbon benim televizyonumla videoma karşılık bu külüstürü vermeye razıydı. Ben işin içine mutfak robotum ile mikrodalga fırınımı da katınca, tescil için gereken bedeli ve vergilerimi ödediler. Nova’yı otoparktan çıkarttım ve doğruca Vinnie’ye gittim. Hamilton ve Olden’in köşesinde bir yer bularak park ettim. Kontak anahtarını çekip çıkarttım. Motorun kendini harmanlamasını bekledim. Beni tanıyan hiç kimse tarafından görülmemek için kısa bir dua okudum, otomobilin kapısını zorlayarak açtım ve tabanları yağlayıp yandaki ofise kadar koştum. Kapının üzerindeki mavi ve beyaz tabelada “Vincent Plum Kefalet Senetleri Şirketi” yazısı vardı. Küçük harflerle de bütün ülkeye yirmi dört saat boyunca hizmet verdiği yazılıydı. Tender Loving Care Kuru Temizleyicisi ile Fiorello’nun Şarküterisi arasına güzelce yerleşmiş olan Vincent Plum ailelere hizmet veriyordu -ev içi huzursuzluklar, otomobil hırsızlığı ve dükkânlardan mal aşırma gibi.

Ofis küçük ve kendine özgü bir yerdi. Duvarları ucuz ceviz ağacından panellerle, zemini kalitesiz pas rengi halılarla kaplı iki odası vardı. Danimarka stili, kahverengi, modern bir koltuk resepsiyon bölümünün bir duvarına yaslanmış duruyordu. Daha uzak bir köşede ise üzerinde çok hatlı bir telefon ve bilgisayar terminali bulunan siyahlı kahverengili metal bir çalışma masası vardı. Vinnie’nin sekreteri çalışma masasında oturuyordu. Başı konsantre olduğunu gösteren bir şekilde öne eğikti. Masasında birikmiş dosyaların arasında bir şeyler bulmaya çalışıyordu. “Buyurun?” “Adım Stephanie Plum. Kuzenim Vinnie’yi görmeye gelmiştim.” Sekreter başını kaldırdı ve “Stephanie Plum!” diye bağırdı. “Ben Connie Rosolli. Okulda kardeşim Tina’yla aynı sınıftaydınız. Ah… inşallah kefaletle ilgili bir sorunun yoktur.” Onu şimdi hatırlamıştım. Tina’nın daha yaşlı bir versiyonuydu.

Beli daha kalındı; yüzü de daha asıktı. Kabartılmış siyah gür saçları, kusursuz zeytin rengi bir cildi ve dudaklarının üst kısmında da gölge halinde tüyler vardı. “Tek sorunum para kazanmak,” dedim Connie’ye. “Vinnie’nin dosyalama işleri için birine ihtiyacı olduğunu duydum. “ “O işe uygun birini bulduk, ama aramızda kalsın, pek bir şey kaçırmış sayılmazsın. Çok kötü bir işti. Asgari ücretle, bütün günü dizlerinin üstünde, alfabeyi tekrarlayarak geçirecektin. O kadar zamanı dizlerinin üstünde geçireceksen sanırım daha iyi ücret alacağın bir iş bulabilirsin. Ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?” “En son iki sene önce dizlerimin üstünde durmuştum. Kontak lenslerimi arıyordum.” “Dinle, eğer gerçekten bir işe ihtiyacın varsa, neden Vinnie’den kaçakların peşine düşmene izin vermesini istemiyorsun? Bu işte çok para var.” “Ne kadar para?” “Kefalet senedinin yüzde onu kadar.” Üst gözden bir dosya çıkarttı. “Bunu daha dün aldık. Kefalet 100.

000 dolardı ve adam mahkemeye çıkmadı. Eğer onu bulup getirirsen 10.000 dolar kazanırsın.” Dengemi bulabilmek için elimi masanın üstüne koydum. “Bir herifi bulmak için on bin dolar mı? Peki, nasıl yakalanıyor?” “Bazen bulunmak istemezler ve sana ateş ederler. Ancak bu çok seyrek olur.” Connie dosyadaki kâğıtları tek tek yerine geçirdi. “Dünkü buradan biriydi. Onu Morty Beyers izlemeye almıştı. Bu yüzden ön hazırlıkların bazıları zaten yapıldı. Resimler her şey var.” “Morty Beyers’e ne oldu?” “Dün gece saat on bir buçukta apandisiti patladı. Karnında dren ve burnunda hortumla St. Francis Hastanesi’nde yatıyor.” Morty Beyers için kötü bir şey dilemedim, ama onun yerine geçme ihtimalim olduğunu düşünerek heyecanlanmaya başlamıştım.

Para kışkırtıcıydı ve işin adının da belli bir havası vardı. Öte yandan, kaçakları yakalamak ürkütücü geliyordu ve ben sıra vücudumun organlarını tehlikeye atmaya geldiğinde tescilli bir korkak sayılabilirdim. “Sanırım bu herifi bulmak çok da zor olmaz,” dedi Connie. “Annesine gidip konuşabilirsin. Baktın ki tehlikeli bir hale gelmeye başlıyor, işi bırakırsın. Kaybedecek neyin var ki?” Sadece hayatım. “Bilmem. İşin vurulma kısmı pek hoşuma gitmedi de.” “Herhalde, arabayla para gişelerine doğru gitmeye benziyor olmalı,” diye yanıtladı Connie. “Büyük ihtimalle çabucak alışırsın. Bence, New Jersey’de toksik atıklarla on sekiz tekerleklilerle ve silahlı şizofrenlerle yaşamak zaten yeterince tehlikeli. Yani bütün bunlara sana ateş eden bir deli eklense ne fark eder ki?” Benim felsefeme oldukça yakın bir görüştü. Ve kahrolası 10.000 dolar da çok cazipti. Bütün borçlarımı kapatabilir, hayatımı düzene sokabilirdim.

“Peki,” dedim. “Bu işi yapacağım.” Connie, “Önce Vinnie ile konuşmalısın,” diyerek sandalyesini Vinnie’nin ofis kapısına doğru çevirdi. “Hey Vinnie!” diye seslendi. “Burada bir iş çıktı.” Vinnie kırk beş yaşındaydı, çıplak ayakla boyu 1.70’ti ve bir dağ gelinciğinin kemiksiz, ince vücuduna sahipti. Ayağında sivri burunlu ayakkabılar vardı, sivri göğüslü kadınlardan ve koyu tenli genç adamlardan hoşlanırdı ve Cadillac-Seville bir arabası vardı. Connie Vinnie’ye “Steph burada, kaçak izleme işi yapmak istiyor,” dedi. Vinnie, “Olmaz. Çok tehlikeli,” diye karşılık verdi. “Ajanlarımın çoğu güvenlikçidir. Ayrıca bu işi yapabilmek için yasalardan biraz haberdar olman gerekir.” “Yasaları öğrenebilirim,” dedim. “Önce öğren, sonra gelirsin.

” “Bu işe şimdi ihtiyacım var.” “Bu benim sorunum değil.” Sert çıkma zamanının geldiğini hissettim. “Bunu senin sorunun haline getireceğim, Vinnie. Lucille’le uzun uzun konuşacağım.” Lucille, Vinnie’nin karısıydı ve kasabada Vinnie’nin aşağılık seks dürtülerinden haberi olmayan tek kadındı. Lucille’in gözleri sımsıkı kapalıydı; onları açmak da bana düşmezdi. Ancak bunu yapmamı kendisi isterse, o zaman iş değişirdi elbette. “Bana şantaj mı yapıyorsun? Kendi öz kuzenine?” “Eh ne yaparsın, zaman kötü.” Connie’ye döndü. “Ona birkaç bireysel vaka göster. Telefonla halledilebilecek işlerden.” “Ben bunu istiyorum,” dedim, Connie’nin masasının üstündeki dosyayı göstererek. “10.000 dolarlık olanı istiyorum.

” “Onu unut. Bu bir cinayet dosyası. Bunun kefaletini hiçbir zaman göndermemem gerekirdi, ama adam kasabadandı ve ben annesine acıdım. İnan bana, böyle bir belaya bulaşmak istemezsin.” “Paraya ihtiyacım var, Vinnie. Onu sana getirmem için bana bir şans tanı.” “Ancak balık kavağa çıkarsa,” diye cevapladı Vinnie. “Başım belada anlamıyor musun? Yüz bin dolarlık bir çukura düştüm. Herifin peşine bir amatör takamam.” Connie gözlerini bana çevirdi, “Duyan da cebinden çıkacak sanır. Kaybını karşılayacak bir sigorta şirketi var. Öyle büyük bir iş değil.” “Bana bir hafta zaman ver, Vinnie,” dedim. “Bu bir hafta içinde onu getiremezsem, işi başkasına verirsin.” “Sana yarım saat bile vermem.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir