Jean Echenoz – Simsekler

Herkes ne zaman doğduğunu bilmeyi yeğler, mümkünse elbette. Çarkın dönmeye başladığı, hava, ışık, perspektif, geceler ve düş kırıklıkları, zevkler ve günlerle birlikte her şeyin işlemeye başladığı o rakamsal anı öğrenmek isteriz. Öncelikle yaş günleriniz için bir nirengi noktası, bir kayıt, yararlı bir sayı olur elinizde. Ayrıca, zamana dair basit bir kişisel fikir sahibi olmak için başlangıç olur, hepimiz bunun öneminin farkındayızdır: öyle ki içimizden çoğu bu sayıyı sürekli yanında bulundurur, bir bilekliğin üstünde, kimi kez belli belirsiz okunan, kimi kez de floresan gibi parlayan ayrı ayrı rakamlar halinde yazılmış olarak taşımayı benimser, sağ bilekten çok sol bileğe takarız bunu bir de. işte, saat yirmi üç ile sabah bir arasında doğmuş olan Gregor, tam doğum saatini hiç öğrenemeyecek. Tam on iki mi, biraz önce mi, biraz sonra mı, bunu ona söyleyecek bilgiye sahip olamayacağız hiç. Bu nedenle bütün yaşamı boyunca hangi gün yaş gününü kutlaması gerektiğini bilmeyecek, önceki gün mü sonraki gün mü. işte Gregor, zamanla ilgili bu meseleyi -ki herkesin sorunudur- ilk kişisel meselesi haline getirecek. Ama, dünyaya geldiği saati tam olarak söyleyemememizin nedeni, olayın düzensiz koşullarda gerçekleşmiş olmasıdır. Öncelikle, annesinden çıkmasından birkaç dakika önce, tam da koca evde herkes telaşla koşuştururken -ev sahiplerinin bağırmaları, uşakların toslaşmaları, hizmetçilerin itişip kakışmaları, ebelerin dalaşları ve gebenin inlemeleri arasında- epey şiddetli bir fırtına çıkıyor, iri taneli ve çok yoğun bir yağmur, sanki sessizlik yaratmak ister gibi engin, boğuk, fısıltılı, baskın bir gürültü yaratıyor, bu ses kesişen hava akımlarıyla burgaç gibi kıvrılarak yayılıyor. Ayrıca ve dahası, forsmajöre zımbalı bir rüzgâr bu evi yıkmaya kalkıyor. Başaramıyor, ama aralık pencereleri zorluyor, camlar patlıyor, çerçeveler pervazlara çarpmaya başlıyor, perdeler ya tavana doğru uçuşuyor ya da dışarı doğru emiliyor, mekânı eline geçirip içerde ne var ne yoksa yıkmaya, yağmurun içeri girip sel olmasını sağlamaya çalışıyor. Bu rüzgâr her şeyi dans ettiriyor, halıları havalandırıp mobilyaları sürüklüyor, şömine üstündeki bibloları kırıp dağıtıyor, duvardaki haçları, aplikleri, çerçeveleri ters çeviriyor, manzara resimleri baş aşağı, portreler tepetaklak oluyor. Üstlerindeki mumların anında sönüverdiği avizeleri salıncağa çevirip bütün lambalara da püf diyor. işte böyle, Gregor’un doğumu bu gürültülü karanlık içinde süregidiyor ve sonunda kalın, dallı budaklı, devasa bir şimşek, bir ağacı, bu ağacın köklerini ya da bir yırtıcının pençelerini andıran, yampiri bir alev sütunu, doğum anını aydınlatıyor, sonra da gürültüsüyle bebeğin ilk çığlığını örtüyor, aynı anda bir yıldırım çevredeki ormanı tutuşturuyor. Durum öyle bir hal alıyor ki şaşkına dönmüş olduğumuz için, şimşeğin donup kalmış canlı ışığından, bir anda her yeri gündüz gibi aydınlatmasından yararlanıp da saatin tam olarak kaç olduğuna bakmayı akıl edemiyoruz -gerçi şu da var, eski sürtüşmelerin anısını canlı tutan duvar saatleri uzun süredir artık birbiriyle uzlaşamıyor. Zaman dışı bir doğum yani, ve ışıksız doğum, çünkü o çağda ancak böyle aydınlatma yapıyoruz, mumla ve kandille, elektrik akımını bilmiyoruz henüz. Bu dalganın bizim bugün kullandığımız haliyle o zamanın adetlerine nüfuz etmesine henüz daha var, ama zaman kaybetmeden bununla ilgilensek fena olmayacak. Sanki bu diğer kişisel meseleyi de halletmek gerekirmiş gibi, bu işi Gregor üstlenecek, elektrik akımını kotarmak ona düşecek. Dünyaya gelişini bu tarzda anlatmak sizi bir parça si-nirlendirebilir, uzatmayalım, kişiliği çabucak oluşuyor: alıngan, kibirli, kuşkucu, kırıcı biri Gregor, sevimsizliği kısa sürede ortaya çıkıyor. Kaprisleri, öfkeleri, sinsilikleri, aşırılıkları ve gelgit huyları, verdiği hasarlar, eşyaları kırıp dökmesi, sabotajları ve yol açtığı diğer zararlarla dikkatleri erken yaşlarda üzerine çekiyor, içine dert olan zaman meselesini halletmek için belki de, ulaşabildiği andan itibaren evdeki bütün duvar ve kol saatlerini sökmeye koyuluyor -gerçi sonrasında yeniden takmaya niyetlendiğinde bu sök tak işlerinin ilk kısmı hep yolunda giderken ikinci kısmında başarısının çok nadir olduğunu gözlemleyip öfkeye kapılmıyor değil. Bununla birlikte çok heyecanlı, sinirli, kırılgan bir çocuk haline geliyor ve pek normal olmayan biçimde seslere karşı duyarlılığı ortaya çıkıyor, her tür gürültüden, mırıltı ya da titreşimden, yankıdan aşırı derecede rahatsızlık duyuyor: bunlar alabildiğine uzakta, başkalarınca duyulmaz olsalar da onda endişe verici öfkelere yol açabiliyor. Ayrıca zaman zaman ciddi nöbetler geçiriyor, bu sırada güzel havada bile doğumu sırasındaki şimşeği görüp o anı yaşıyor, kör numarası yapmasına neden olacak kadar ışığa maruz kaldığı oluyor, bu durum ailesini şaşkına çeviriyor, derhal çağrılan doktorlarsa başlarını sallıyor, işte Gregor bu düzensiz gelgitler ortasında, anormal bir hızla büyüyor: kısa sürede boyu çok uzuyor, herkesten daha kısa sürede, herkesten uzun oluyor. Bu buhranlı büyüme hikâyesi Güneydoğu Avrupa’da bir yerlerde, Adriyatik hariç her yerin uzağında, yalıtık bir köyde, iki sıradağ arasına sıkışıp kalmış bir yerlerde gerçekleşiyor ve yakınlarda başvuracak ruh doktoru olmadığından, Gregor kimi kez saatlerce kuşlan izleyerek huzur bulabiliyor ancak. Ama ilk başta kişilik gelgitlerinin endişe verici bir deliliğe doğru ilerlediği düşünülse de ailesi zekâsının bedeninden daha hızlı büyüdüğünü görüp teselli buluyor. Böylelikle beş dakikada altı yeni dil öğrenip, iki sınıftan birini elini kolunu sallaya sallaya atlayıp okul işini de temize havale ettikten ve özellikle şu duvar saati meselesini çözdükten sonra -kısa süre sonra saatleri içini dışına çıkarıp gözleri bağlı olarak bir çırpıda takabiliyor, böylece bütün saatler bir nanosaniye bile yanılmadan, ilelebet tam saati gösteriyor- önüne çıkan ilk mühendislik okulunu birincilikle kazanıyor, köyünden uzakta, orada, göz açıp kapayıncaya kadar, matematik, fizik, mekanik, kimya, ne varsa yutuyor, bu bilgiler sayesinde türlü türlü özgün nesneler tasarlama işine girişiyor, bu işte de görülmemiş bir yetenek sergiliyor. Gerçekten de hafızası yenilerde keşfedilen fotoğraf kadar keskin ve her şey bir yana, Gregor, nesneleri sanki bunlar var oluşlarından önce varlarmış gibi kafasında yaratabiliyor, onları üç boyutlu olarak öyle ayrıntıyla canlandırabiliyor ki icadını yaparken ne şekillere, ne plana, ne makete, ne de öncesinde bir deneye ihtiyaç duyuyor. Hayal ettiği şeyi anında gerçekleşmiş olarak gördüğü için, karşısına çıkan ve belki de hep çıkacak olan tek tehlike, tasarladığı şey ile gerçeği birbirine karıştırmak olabilir. Ve öngördüğü düzenekler ıvır zıvır, sıradan şeyler, incik boncuk değil, kaybedecek zamanı yok bunlarla. Gregor bir sürgülü kilidi kusursuzlaştıracak, bir konserve açacağının daha iyisini yapacak ya da ocak çakmağı geliştirecek kişilerden değil. Ona fikirler yukardan, çok yukardan, uçsuz bucaksız kozmostan ve evrenin çıkarları için geliyor. işte bu yüzden ilk fikirlerinden biri Atlantik’in dibine yerleştirilecek ve diğer hizmetlerin yanında Amerika ile Avrupa arasında mektup alış verişini sağlayacak bir boru hattı oluyor. Gregor önce ayrıntılı bir pompalama sistemi çiziyor, içinde mektupların olacağı küre biçimli kabı itecek basınçlı su buradan geçecek. Ama borunun içinde çok fazla olan sürtünme direnci sorunu yüzünden bu tasarıyı bir yana bırakıp aynı ölçüde iddialı bir başkasına geçiyor. Ekvatorun üstünde gezegenimizi saracak ve ona değmeden onunla aynı hızda dönen devasa bir halka yapma fikri olacak bu. Tepki gücü sonradan bu halkayı durduracağından, üstüne çıkıp saatte bin altı yüz kilometre hızla, manzaranın keyfini çıkarırken Dünyanın çevresinde dolaşabileceğiz, ya da daha doğrusu Dünya altımızda dönecek: koltuklarımıza kurulup -bu koltukların tasarımı ve ergonomi hesabı bizzat Gregor’a ait, dalgın olabilir, ama ayrıntıları kaçırmıyor- böylece bir günde turu tamamlamış olacağız. Görüldüğü gibi bunlar eften püften tasarılar değil, çünkü Gregor’a büyük işlerle uğraşmak uygun görünüyor. Çok erkenden, bu işler içinde örneğin dalgaların gücü, tektonik hareketler ya da güneş ışıklarıyla -ya da neden olmasın, gravürlerini kitaplarda gördüğü ve ona tam dişine göre gibi görünen Niagara şelaleleriyle, maksat eli alışsın-bir şeyler yapabileceğinden emin hale geliyor. Evet Niagara. Niagara, hiç fena olmaz. Bu arada Gregor ceplerine tıkıştırdığı diplomalarıyla batıya, batı Avrupa’nın bir iki büyük kentine çalışmaya gidiyor, oralarda yetenekleri, yeşerecek verimli topraklar bulacaktır mutlaka, böyle söylüyoruz ona. Mühendis, uzman, danışman gibi farklı görevler alıyor, ama hiçbiri onu tatmin etmiyor, sonra, mesaideki boş zamanlarında kendini meşgul etmek için ilk ciddi makinesini yapıyor. Yeni türde indüksiyonlu ve alternatif akımla çalışan bir motor bu, meslektaşlarına o bildik küstahlığıyla makineyi tanıtıyor, onlar da ilkin burunlarını uzata uzata motoru süzüyorlar. Ardından, bütün kıskançlıklar sindirilip bu makinenin her şeyi değiştirebileceği ister istemez kabul edildikten sonra çaba gösteriyor, rahatsızlıklarını aşıp ona işi geliştirmesini söylüyorlar: belki de daha batıya gitmesi uygun olacak, daha zengin ve iyi gübrelenmiş bir toprağın fikirlerini istediği ölçüde geliştirmesini sağlayacağı yerlere. Bu öğütlerin hiçbir maksat gözetmiyor olmadığını ve meslektaşların böylelikle Gregor’dan kurtulmanın yolunu bulmuş olduklarını düşünebiliriz, çünkü sadece sevimsiz olmakla yetinmiyor, bir de ayak bağı olmaya başlıyor. Ayrıca şu da var ki Gregor büyümenin dinlenmeye çekildiği yaşta bile büyümeye devam ediyor. Yirmi sekiz yaşında, boyu artık iki metreyi bulmuş Gregor işte böylece Amerika Birleşik Devletlerine gitmek üzere gemiye biniyor, işte şimdi de New York rıhtımlarından birinde gemiden iniyor, elinde pasaportu, melon şapkası, içinde birkaç eşya bulunan küçük bir valiz, az sayıda gereç bulunan bir başka çanta, bir cepte katlanıp konulmuş yirmi dolar ve diğer cebinde Thomas Edison’a hitaben yazılmış tavsiye mektubuyla. Edison zengin ve güçlü bir mucit, General Electric şirketinin patronu ve dünya çapında öyle ün kazanmış biri ki, daha yaşarken roman kahramanı oluyor, Villiers de LTsle Adam’ın Paris’te, La Vie moderne dergisinde o zamanlar tefrika edilmiş bir romanında başkişi, buyurun. Bin doksan üç icadın babası olarak -başkalarına ait diğer çok sayıda icadın üstüne yatmaktan da çekinmiyor ayrıca- Edison özellikle telefonu, sinemayı ve ses kaydını, ayrıca, burada bizi epey meşgul edecek elektriği de kendisinin bulduğunu söylüyor. Başka bir yığın şeyden sonra akkor ampulü tasarlayan Thomas Edison bu ampulleri besleyecek akım için bir dağıtım sistemi kuruyor, ardından da iki yıl sonra dünyadaki ilk elektrik santralını açıyor. Bu santral Gregor’un geldiği sıralar, Manhattan’da, Edison’un laboratuvarının hemen yanında oturan elli dokuz müşteriye, 110 voltluk bir düz akım sağlıyor. Ama Edison’un gözünde bu sadece bir başlangıç olmalı: fabrikaları ve atölyeleri, ayrıca New York’un çeşitli yerlerindeki tiyatroları içeren bir şebeke yaratarak bu sistemi genişleteli çok olmuyor. Geriye bütün bunları daha da büyütmek kalıyor ama, fon bulmak ve yatırım yapmak gerekli. Oysa finansçılar elektrik denen şeyin bütün üstünlüklerinin farkına henüz varmış değiller pek -en zenginleri dışında, John Pierpont Morgan adında biri. Gücüyle ve pis kişiliğiyle korkutucu, herkesin ürktüğü John Pierpont Morgan, ileri görüşlü oluşuyla da korkutucu biri: hiçbir şey söylemez, uygun zamanı kollar, Arşimed’in vidayı icat etmesinden beri bütün bilim tarihinde bu enerjiden daha iyi bir icadın olmadığını hemen anladı işte. Dev gibi boyu olmasına karşın çok yakışıklı, atak, seçkin, kendine güvenli görünümlü Gregor, işte zarif bir sakalın çevrelediği biçimli yüzüyle Gregor, Edison’un işyerine geldiğinde epey sıkılgan davranıyor, oysa Edison aldırış etmiyor ona -ve işte belki de sırf bu yüzden sıkılganlığı. Thomas Edison kaba saba biri, beli bükülmüş, hantal ve sevimsiz, ayaklarını sürüyerek yürür, bakışlarını sürekli kaçırır, karısına diktirdiği grimsi mi kahverengimsi mi belli olmayan kaba kumaştan, çeneye kadar iliklediği gömleklerin içine gömülmüş gibi durur. Söylemesi ayıp, on üç yaşından beri de sağır, ağır bir kızıl hastalığı yüzünden, ama bu durumu yedi yıl önce ilk fonografı hayal edip yapmasına engel olmamış. Üstelik Gregor şirkette arzı endam ettiğinde, Edison’un heyheyleri üstünde: birkaç günden beri, çeşitli şirket merkezlerinde ya da özel konutlarda, düz akımla kurduğu sistemlerde sürekli arıza çıkıyor. Bütün mühendislerini Beşinci Cadde üstünde, Vanderbilt’teki arızayı gidermek üzere acilen gönderdikten hemen sonra bir gemicilik şirketinden haber geliyor, Oregon adlı yük gemisinde Edison’un sattığı dinamolar da arızalanmış: gemi limanda beklediğinden, şirket her gün abartılı meblağlar kaybediyor ve Edison’u dava etmekle tehdit ediyor. Sevimsiz olduğu kadar cimri de olan Edison’un elinde hiç adam yok, ama işte, tam o sırada Gregor tavsiye mektubunu uzatıyor çekinerek, iyi elektrikçidir diye yazıyor mektupta. Edison genç adamın yüzüne bile bakmadan kâğıda şöyle bir göz atıyor, umudu yok, şansına sığınıp onu Oregorida ne olup bittiğine bakmak üzere gönderiyor. Gregor önce limanın ne tarafta olduğunu, sonra da geminin demirli olduğu rıhtımı bulmakta zorlanıyor, üstünde gözlerini alamadığı martılar uçuyor, uçan şeyler ve bunlar arasında, nedendir bilinmez, özellikle de güvercin, muhabbet kuşu vesaire türü kuşlar öteden beri ilgisini çekiyor çünkü. Yani, beyaz martılar da bir o kadar ilginç sayılır aslında. Kuşların süzülüşünü ve bir anda dalışlarını izledikten sonra asık suratlı bir gemi denetçisi ona makine dairesini gösteriyor ve Gregor aletleriyle birlikte tek başına kalıyor orada. Dinamolara girişiyor, o gece tamir ediyor. Ertesi sabah Edison’un bürosuna geldiğinde, Edison onu, fazla söze gerek yok, çırak ücretiyle yanma asistan alıyor. ŞİMŞEKLER 13 Edison’un gözünde asistan demek ayak işlerini yapan kişi demek, güvenilecek değil sırtına iş yüklenecek biri ve işte Gregor’un rolü de türlü türlü emirleri yerine getirmekten ibaret olacak. Evdeki işleri, hatta ev işlerini, ağzını açıp tek söz etmeden yapacak, elbette, General Electric’in sattığı sistemlerde giderek daha sık çıkan arızalara çare bulmak için her an hazır ve nazır olacak ama. Bu arızaların çok sık çıkması Gregor’un aklında ufak bir kuşku uyandırıyor, sonra bu kuşku bayağı büyüyor, yani Edison ekipmanlarının temel prensibiyle, hadi söyleyelim, düz akımla ilgili bir kuşku bu. Düz akım mı neyse, işte onu anlamaya çalışalım. Akım işte, – yani elektriğin yer değiştirmesi, anlayın işte— bu akımda elektronlar sürekli aynı yöne doğru hareket eder. Böyle dinamolar epey zayıf bir gerilim üretir, bu da büyük hacim demektir. Bu yüzden fazla kablo kullanmak gerekir, işbu kabloların direnci akımın bir bölümünü ısıya çevirdiği için önemli kayıplar ortaya çıkar, iyi de, ısı demek, hemen ardından kıvılcım demek, yangın demek, felaket demek, sigortacısı gelir, itfaiyecisi gelir, ters durum yani. Öte yandan düz akım bu kablolarla üç kilometreden fazla taşınmaz, çünkü bunlar elektriği uzak yerlere iletmek için gerekli olan yüksek gerilimi kaldırmaz. Bu nedenle, elektrikten yararlanmak istiyorsak, Edison’un komşuları gibi, bir santralin yakınında oturmamız gerekir. Üstelik ve sonuç olarak bu sistemde ciddi işlev bozuklukları oluşur: sürekli çıkan yangınlar, giderilemeyen arızalar ve sık meydana gelen kazalar: şikâyetler, davalar, tazminatlar. Thomas Edison ne derse desin, olmuyor böyle.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir