Jean Paul Sartre – Baudelaire

Charles Baudelaire’in yeteneğini -kendisinin seçtiği, istediği, en azından kabul ettiği almyazısı, yoksa edilgence katlandığı yazgı değil- saptamak ve de şiirinin bir mesaj taşıyıp taşımadığını ve ele aldığımız örnek çerçevesinde, söz konusu iletinin en geniş anlamıyla insanca hangi içeriğe sahip olduğunu belirlemek. Bu konuya felsefecinin yapacağı müdahale, eleştirmenin ve -hekim olsun ya da olmasın- ruhbilimcinin müdahalesi kadar, toplumbilimcinin müdahalesinden de farklıdır. Felsefeci burada Baudelaire’in şiirini kantara vurmayacağı gibi -yani, bu şiire ilişkin bir değer yargısı ileri sürmeyecek ya da bu şiiri çözmeye yarayacak bir ipucu vermeye çalışmayacaktır- Kötülük Çiçekleri’ni kaleme alan şairin kişiliğini, fizik dünyadaki görüngülerden biri gibi, analiz de etmeyecektir. “Lanetli şair”in neredeyse efsaneleşmiş ilk-örneği olan Baudelaire’in yaşadığı deneyimin, görünür yanlarını -yani, dışardan inceleyerek- ele almakla yetinmek yerine, tam tersine içerden yeniden yaşamaya çalışmak. Bunun için de, gerçek anlamda yapıtı denilen bütünün dışında, kendisine ilişkin yaptığı itirafları ve yakınlarıyla yazışmalarından edinilen verileri asıl temel olarak kabul etmek: işte, elinizdeki çalışmanın yazarı, bir felsefeci olarak, böyle bir amacı benimsemişti; ancak, şimdi yeni basımı yapılan bu metin, ilk yayımlandığında 6 Jean-Paul Sartre bir Ecrits intimes derlemesine “giriş” oluşturmaktan öteye geçmediği için, yazar da amacını belirli sınırlar içinde gerçekleştirebilecektir. Bu metnin, şimdiye kadar payına bir tek suçlunun teki ve de şair olmakla övünmek düşen ve de toplumun gerçekten yıllar boyu duvarlar ardına hapsettiği birine -gerek kişiliği gerekse yazdıkları konusunda ne düşünürsek düşünelim- adandığını söylemek sanınm yararsız olmayacaktır. Çeşitli bölümleri gözüpek bir bakış açısıyla yapay biçimde düzenlenen bu inceleme, Baudelaire’in şiirleri gibi düzyazılarında da neyin biricik olduğunu saptamak savında değildir; tam da indirgenemez olduğu için değer kazanan bir şeyi ortak bir ölçüte indirgemeye en ufak biçimde bile yeltenilmemektedir, zaten peşinen başarısız olurdu böyle bir girişim; bu giriş yazısını kaleme alan yazar, son sayfalarda ve de sırf benimsediği yordamın doğruluğunu sınamak amacıyla, elbette şiirin değil de, Baudelaire’in “şiir olgusu” dediği şeyi incelemeyi göze aldığında, bile isteye, kapının eşiğinde durdurur kendini. Aynı şekilde, zihinsel, hatta fizyolojik dişlilerin nasıl işlediğini öğrenmek amacıyla en ufak bir kendini beğenmiş girişimde bile bulunmaz ve böylesi bir işe girişen kişinin saygınlığını sarsar, onu bir şey, “zavallı” şey durumuna düşürür, ama tümüyle duyarsız olmadığını göstermekte ısrar ederse ellerine herhangi bir merhamet eldiveni de geçirir. Varlık ve Hiçlik’in görüngübilimcisi için, ülküsel bir edebiyat ders kitabının “Baudelaire” bölümünü, duygulu ya da bilgiç bir üslupla kaleme almak nasıl söz konusu olamazsa, çoğu son derece aşağı düzeydeki açıklamalara bir tane de kendi işliğinden katmak amacıyla, örnek bir şair yaşamına patilerini yalancı bir iyilikseverlikle sokması da söz konusu olamaz. Tüm etkinliğinin elle tutulur ereği olarak bir özgürlük felsefesi kurmayı seçen Sartre için, Baudelaire’in kişiliği Baudelaire 7 hakkında bilinenlerden insan olarak Baudelaire’in anlamını çıkartmayı seçti: başka deyişle, her insanın kendi durumunun tarihsel açıdan tanımlanmış duvarı dibinde, işin en başında ve de her an yeniden yaptığı gibi, kendi kendine ilişkin yaptığı seçimi —bunu olmak, şunu olmamak— ortaya koymak söz konusudur. Kimi en sert koşullarda bile ezdirmez kendini, kimiyse işler kolayken çeker teslim bayrağını; Baudelaire ise, bizlere kara bahtı nedeniyle haksız yere bunaltılmış, cehennemlik biri imgesi bıraktıysa da, kötü talih ile bir tür ortaklık kurmuş olduğu da doğrudur. Dolayısıyla, sofu ya da lütufkar yaşam öyküsü yazarlarının iyi kurban Baudelaire’inden uzakta bulunduğumuz ve de bunun azizlere yaraşır bir yaşam olmadığı doğruysa, klinik bir vaka betimlemesi olmadığı da doğrudur; bu, daha çok, bir özgürlüğün, başka bir özgürlük sayesinde tanınmasını sağlayan, zorunlu biçimde görünüşe dayanan macerasının izini sürmektir. Çemberin dörtköşe olma olanaksızlığının —her şairin kendine özgü yolda ilerleyerek ulaşmak istediği varlık-varoluş kaynaşması— peşine düşmeyi andıran bir macera bu. Kanlı bölümleri olmasa bile, gene de tragedyayı andıran bir macera bu, iki kutbun, karışıklık ve şiddetli anlaşmazlığın, ertelenmesi olanaksız, üstesinden gelinmez ikiliğinin, bizim içinse kaynağın, itkisiyle başlayan macera. Bu yapıtın sonuç sözlerini alıntılarsak insanın kendi üzerinde yaptığı özgür seçiminin, alınyazısı dediğimiz şeyle tümüyle özdeş” olduğu ve de rastlantının yeri yokmuş gibi göründüğü macera. Söz konusu savın -yazarın “kökensel seçim” dediği şeye ilişkin düşüncelerini başlıca postulat olarak kabul eden savın—kimilerince nasıl benimsenebileceğini bir kenara bırakırsak, Baudelaire gibi güç bir şairi bir şemaya yerleştirilecek nesne olarak benimseyen akılsal bir yeniden kurma çabasında biraz ileri gidil­ 6 Jean-Paul Sartre bir Ecrits intimes derlemesine “giriş” oluşturmaktan öteye geçmediği için, yazar da amacını belirli sınırlar içinde gerçekleştirebilecektir. Bu metnin, şimdiye kadar payına bir tek suçlunun teki ve de şair olmakla övünmek düşen ve de toplumun gerçekten yıllar boyu duvarlar ardına hapsettiği birine -gerek kişiliği gerekse yazdıkları konusunda ne düşünürsek düşünelim- adandığını söylemek sanınm yararsız olmayacaktır. Çeşitli bölümleri gözüpek bir bakış açısıyla yapay biçimde düzenlenen bu inceleme, Baudelaire’in şiirleri gibi düzyazılarında da neyin biricik olduğunu saptamak savında değildir; tam da indirgenemez olduğu için değer kazanan bir şeyi ortak bir ölçüte indirgemeye en ufak biçimde bile yeltenilmemektedir, zaten peşinen başarısız olurdu böyle bir girişim; bu giriş yazısını kaleme alan yazar, son sayfalarda ve de sırf benimsediği yordamın doğruluğunu sınamak amacıyla, elbette şiirin değil de, Baudelaire’in “şiir olgusu” dediği şeyi incelemeyi göze aldığında, bile isteye, kapının eşiğinde durdurur kendini. Aynı şekilde, zihinsel, hatta fizyolojik dişlilerin nasıl işlediğini öğrenmek amacıyla en ufak bir kendini beğenmiş girişimde bile bulunmaz ve böylesi bir işe girişen kişinin saygınlığını sarsar, onu bir şey, “zavallı” şey durumuna düşürür, ama tümüyle duyarsız olmadığını göstermekte ısrar ederse ellerine herhangi bir merhamet eldiveni de geçirir. Varlık ve Hiçlik’in görüngübilimcisi için, ülküsel bir edebiyat ders kitabının “Baudelaire” bölümünü, duygulu ya da bilgiç bir üslupla kaleme almak nasıl söz konusu olamazsa, çoğu son derece aşağı düzeydeki açıklamalara bir tane de kendi işliğinden katmak amacıyla, örnek bir şair yaşamına patilerini yalancı bir iyilikseverlikle sokması da söz konusu olamaz. Tüm etkinliğinin elle tutulur ereği olarak bir özgürlük felsefesi kurmayı seçen Sartre için, Baudelaire’in kişiliği Baudelaire 7 hakkında bilinenlerden insan olarak Baudelaire’in anlamını çıkartmayı seçti: başka deyişle, her insanın kendi durumunun tarihsel açıdan tanımlanmış duvarı dibinde, işin en başında ve de her an yeniden yaptığı gibi, kendi kendine ilişkin yaptığı seçimi —bunu olmak, şunu olmamak— ortaya koymak söz konusudur. Kimi en sert koşullarda bile ezdirmez kendini, kimiyse işler kolayken çeker teslim bayrağını; Baudelaire ise, bizlere kara bahtı nedeniyle haksız yere bunaltılmış, cehennemlik biri imgesi bıraktıysa da, kötü talih ile bir tür ortaklık kurmuş olduğu da doğrudur. Dolayısıyla, sofu ya da lütufkar yaşam öyküsü yazarlarının iyi kurban Baudelaire’inden uzakta bulunduğumuz ve de bunun azizlere yaraşır bir yaşam olmadığı doğruysa, klinik bir vaka betimlemesi olmadığı da doğrudur; bu, daha çok, bir özgürlüğün, başka bir özgürlük sayesinde tanınmasını sağlayan, zorunlu biçimde görünüşe dayanan macerasının izini sürmektir. Çemberin dörtköşe olma olanaksızlığının —her şairin kendine özgü yolda ilerleyerek ulaşmak istediği varlık-varoluş kaynaşması— peşine düşmeyi andıran bir macera bu. Kanlı bölümleri olmasa bile, gene de tragedyayı andıran bir macera bu, iki kutbun, karışıklık ve şiddetli anlaşmazlığın, ertelenmesi olanaksız, üstesinden gelinmez ikiliğinin, bizim içinse kaynağın, itkisiyle başlayan macera. Bu yapıtın sonuç sözlerini alıntılarsak insanın kendi üzerinde yaptığı özgür seçiminin, alınyazısı dediğimiz şeyle tümüyle özdeş” olduğu ve de rastlantının yeri yokmuş gibi göründüğü macera. Söz konusu savın -yazarın “kökensel seçim” dediği şeye ilişkin düşüncelerini başlıca postulat olarak kabul eden savın— kimilerince nasıl benimsenebileceğini bir kenara bırakırsak, Baudelaire gibi güç bir şairi bir şemaya yerleştirilecek nesne olarak benimseyen akılsal bir yeniden kurma çabasında biraz ileri gidil­ 8 Jean-Paul Sartre miş olamaz mı? Dahası, böyle bir bilince haneye tecavüz edercesine -böyle bir şey tasarlansa bile- girmek, gayet basit biçimde kutsala saldırmak değilse bile, en uç durumda, biraz fazla serbest davranmak olmaz mı? Bütün büyük şairlerin, insanlığın ötesinde, göğün ayrı bir katında yaşadıklarını, insanlık durumunun kendini en iyi biçimde yansıtacağı seçilmiş birer ayna olmak yerine, kendilerini insanlık durumundan mucize, eseri kurtardıklarını ileri sürmekle birdir bu. Büyük şiir diye bir şey varsa, bunun sözcüsü olmak isteyenleri sorgulamak ve insan olarak neyi düşledikleri konusunda daha açık-seçik bir düşünce edinebilmek için en derin yanlarına sızmaya çalışmak da doğru olacaktır. Ve de böyle bir şeyin peşindeysek, dinsel bir korkuya kapılıp dilimiz dolaşmadan -mantığın kesin gücüyle olabildiğince donanıp- yanlarına gitmek, teklifsizce söyleştiğimiz komşularımızmış gibi -kendi tikelliklerine ne denli kıskançlıkla sarılsalar bile- davranmaktan başka yol var mı? Sartre’m girişimi -son derece cüretkar olduğuna kuşku yokBaudelaire’in dehasına en ufak bir saygısızlıkta bulunmuyor, şiirin onda ne denli hüküm sahibi olduğunu -bu konuda ne denilirse denilsin- bilmezlikten de gelmiyor. Adım atmanın yasaklandığı bir alan -akılcılığın işe yaramadığı, şiir olarak şiir alanı- olarak kalmış olsa bile, bu şiir bize kadar bir elin yönlendirdiği kalemin ürünü olarak geldi; bu elin kendisi de, yazı yoluyla, bir adamın belirli bir hedefe nişan almasıyla harekete geçmişti. Okumayı bilen, okuduğu da düşünmesine neden olan her bireye, zekasının olanaklarım böyle bir amacı aydınlatmak için seferber etme hakkını tam olarak vermek gerekir kuşkusuz. Kimi ayrıcalıklı varlıkların neyin peşinde olduklarını daha kesin biçimde anlayarak, son kertede, kendisiBaudelaire 9 nin neyin peşinde olduğunu aydınlatmaya yönelik benzer girişimler başkasının alanına adım atıp hakaret etmek anlamına gelmez. Üstelik, daha güçlü bir ışık karşısında ayakta kalamayacak çelimsiz sırlara bel bağlayanlar dışında, kimse de bu girişimler nedeniyle herhangi bir şeyin gerçek şiire sıçrayıp çürütebileceğine inanmaz; gerçek şiirin, dayandığı insan varlığını, yaklaşık olduğu kadar kaçınılmaz da olan, her yeni kavrayış biçimi, bu varlığın daha derin yankılanmasına neden olur bir tek. Şiire -kendisinin de itiraf ettiği gibi- bu kadar yabancı olan ve tutkulu şiir yandaşlarına karşı -örneğin, Edebiyat nedir? adlı denemesinde alelacele gerçeküstücülüğün idam kararını vermesi- zaman zaman, en azından eşi görülmedik ölçüde katı olabilen Sartre’ın hesabına, burada, Baudelaire’in yapıtının çok bilinmeyen bazı nağmelerini seslendirmiş ve önünde sonunda, en yüce anlamıyla efsane sayılacak bir yaşamın “talihsizlik”ten başka bir şey olmadığını göstermiş olmayı da eklemek gerekir; efsane kahramanı, alınyazısmı kendi iradesine göre biçimlendirir, kaderi kendi heykelini yontmak zorunda bırakır sanki. Michel Leiris 8 Jean-Paul Sartre miş olamaz mı? Dahası, böyle bir bilince haneye tecavüz edercesine -böyle bir şey tasarlansa bile- girmek, gayet basit biçimde kutsala saldırmak değilse bile, en uç durumda, biraz fazla serbest davranmak olmaz mı? Bütün büyük şairlerin, insanlığın ötesinde, göğün ayrı bir katında yaşadıklarını, insanlık durumunun kendini en iyi biçimde yansıtacağı seçilmiş birer ayna olmak yerine, kendilerini insanlık durumundan mucize, eseri kurtardıklarını ileri sürmekle birdir bu. Büyük şiir diye bir şey varsa, bunun sözcüsü olmak isteyenleri sorgulamak ve insan olarak neyi düşledikleri konusunda daha açık-seçik bir düşünce edinebilmek için en derin yanlarına sızmaya çalışmak da doğru olacaktır. Ve de böyle bir şeyin peşindeysek, dinsel bir korkuya kapılıp dilimiz dolaşmadan -mantığın kesin gücüyle olabildiğince donanıp- yanlarına gitmek, teklifsizce söyleştiğimiz komşularımızmış gibi -kendi tikelliklerine ne denli kıskançlıkla sarılsalar bile- davranmaktan başka yol var mı? Sartre’m girişimi -son derece cüretkar olduğuna kuşku yokBaudelaire’in dehasına en ufak bir saygısızlıkta bulunmuyor, şiirin onda ne denli hüküm sahibi olduğunu -bu konuda ne denilirse denilsin- bilmezlikten de gelmiyor. Adım atmanın yasaklandığı bir alan -akılcılığın işe yaramadığı, şiir olarak şiir alanı- olarak kalmış olsa bile, bu şiir bize kadar bir elin yönlendirdiği kalemin ürünü olarak geldi; bu elin kendisi de, yazı yoluyla, bir adamın belirli bir hedefe nişan almasıyla harekete geçmişti. Okumayı bilen, okuduğu da düşünmesine neden olan her bireye, zekasının olanaklarım böyle bir amacı aydınlatmak için seferber etme hakkını tam olarak vermek gerekir kuşkusuz. Kimi ayrıcalıklı varlıkların neyin peşinde olduklarını daha kesin biçimde anlayarak, son kertede, kendisiBaudelaire 9 nin neyin peşinde olduğunu aydınlatmaya yönelik benzer girişimler başkasının alanına adım atıp hakaret etmek anlamına gelmez. Üstelik, daha güçlü bir ışık karşısında ayakta kalamayacak çelimsiz sırlara bel bağlayanlar dışında, kimse de bu girişimler nedeniyle herhangi bir şeyin gerçek şiire sıçrayıp çürütebileceğine inanmaz; gerçek şiirin, dayandığı insan varlığını, yaklaşık olduğu kadar kaçınılmaz da olan, her yeni kavrayış biçimi, bu varlığın daha derin yankılanmasına neden olur bir tek. Şiire -kendisinin de itiraf ettiği gibi- bu kadar yabancı olan ve tutkulu şiir yandaşlarına karşı -örneğin, Edebiyat nedir? adlı denemesinde alelacele gerçeküstücülüğün idam kararını vermesi- zaman zaman, en azından eşi görülmedik ölçüde katı olabilen Sartre’ın hesabına, burada, Baudelaire’in yapıtının çok bilinmeyen bazı nağmelerini seslendirmiş ve önünde sonunda, en yüce anlamıyla efsane sayılacak bir yaşamın “talihsizlik”ten başka bir şey olmadığını göstermiş olmayı da eklemek gerekir; efsane kahramanı, alınyazısmı kendi iradesine göre biçimlendirir, kaderi kendi heykelini yontmak zorunda bırakır sanki.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir