Johannes V. Jensen – Kralin Dususu

20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri ve Danimarka modernizminin babası kabul edilen Johannes V. Jensen (1873-1950), Danimarka’nın Jutland yarımadasının kuzeyindeki Farsø adlı bir köyde dünyaya geldi. Yazarlığa başlamadan önce Kopenhag Üniversitesi’nde tıp okudu. Johannes V. Jensen, elinizdeki Kralın Düşüşü başta olmak üzere, Himmerland Hikayeleri, Uzun Yolculuk ve Mitler ve Şiirler adlı yapıtlarıyla 1944 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Danimarka, İskandinav ve diğer uluslararası edebiyat çevreleri tarafından birçok kere 20. yüzyılın en iyi romanı seçilmiş olan Kralın Düşüşü, İskandinav edebiyatında hiç şüphesiz bir baş yapıt. İlk yayımlandığı 1900 yılından bu yana, hemen hemen tüm dünya dillerindeki çevirileriyle geniş ve seçkin bir okuyucu kitlesine ulaşmaya devam eden bir eser. Kralın Düşüşü, tarihi bir roman. Johannes V. Jensen eserdeki olayları tarihi kaynaklara ve tarihçilere danışarak ince bir araştırma sürecinin ardından kaleme aldı, olayları aslına sadık olarak işledi. Roman, 16. yüzyılın ilk yarısında geçiyor. Tesadüfler sonucunda Danimarka kralı II.


Christian’la kader yoldaşı olarak hayata veda eden Mikkel Thøgersen üzerine kurulu bir hikâye. Gönül maceraları, okuyucunun romanın ilk başında hayalperest ve avare üniversite öğrencisi olarak tanıştığı Mikkel Thøgersen’i, paralı asker olarak Danimarka kralı II. Christian’ın yakın hizmetine ve ömrünün son yıllarını kralla birlikte bir kule hücresinde geçirmeye kadar götürüyor. Ve bu süreçte savaşçı ve savaşta bir ülkenin toplumunu, insanını, insanın vahşetini ve bu vahşetin ortasında yeşeren dostulukları, boşa geçen ve hüsranla sonuçlanan hayatları izliyoruz. Danimarka’nın Kuzey ucundaki ücra, kırsal bir bölgeden başlayıp İsveçli asillerin katledildiği günlerin Stokholm’una ve bilahare Mikkel’le Christian’ın hapishane arkadaşlığına kadar uzanan roman, birçok bakımdan bir “düşüşün” hikayesi – bir ülkenin, bir tarihin, bireyin ve doğanın. Kralın Düşüşü, gerçek tarihi olayların epik bir tasviri olmasının yanı sıra, çok yönlü ve karmaşık bir psikolojik roman vasfına da sahip. Yarı nesir öykü, yarı mensur şiir olarak kaleme alınmış olan yapıttaki rapsodik pasajlarla bezenmiş, çarpıcı ve yer yer vahşi denebilecek realizm ve farklı söylem tekniklerini çelişken bir tarzda yan yana koyarak yaratılan anlamsal ve dilsel ahenk eseri bir sanat harikası yapıyor. Kralın Düşüşü, fevkalade zengin ve değişik sözcük dağarcığıyla da, uluslararası edebiyat ve dilbilim çevrelerindeki önemli bir konumunu sürdüren bir yapıt. Farklı lehçelerin ve anadili İskandinav dillerinden biri olan bir okuyucu için bile alışılmadık ve hatta yabancı gelen sözcüklerin bolluğu, bir çeviri projesi olarak zorlu bir görev yüklüyor çevirmene. Bölümler ve paragaflar kısa ve anlamsal açıdan yoğun, yan ve çift anlamlı sözcüklerle dantel gibi örülmüş; cümleler sıkça kısa, tümcecikler ve ifadeler de sık sık aralarında destekleyici bir anlamsal bağlam ve/ya ilişki olmaksızın yan yana sıralanıyor. Her çeviride ve özellikle Kralın Düşüşü’ndenki gibi bir metinde olduğu gibi, Danca kelimeleri, ilk bakışta bir yabancı dilde – burada Türkçede – eş anlama sahip kelimelere çevirmek yetersiz bir sonuç verebiliyor. Bu salt gramatik bir proje olarak bakıldığında kifayetli gelebilse de, yazarın ve eserin ruhuna ve niyet ve hedeflerine haksızlık etmek demek de olabiliyor. Özellikle, Kralı Düşüşü gibi ince ve keskin bir istihza ve mizahla örülmüş bir metinde kelimelerin derinliğini, yan anlamlarını, ima ettiği ve kaynaklandığı sosyal kodlarla birlikte, Türkçeye en yakın ve en anlaşılabilir şekilde aktarabilmek, eseri anadilinde okuma olanağı olmayan okuyuculara karşı büyük bir sorumluluk oluşturuyor çevirmen için. Bu nedenle yapıtı, gerekli gördüğüm yerlerde dipnotlarla pekiştirmeye de özen gösterdim. Yazar eserdeki dört şiirden ilk ikisini, Danca asıl metinde Almanca ve son ikisi de ‘mainstream’ Dancadan çok farklı olan Kuzey Jutland lehçesiyle kaleme almış.

Bunları Türkçeye çevirirken eşanlamlılık olduğu kadar kafiye açısından da aslına sadık kalmaya özen gösterdim. Bir yüzyıldır zevkle ve ilgiyle okuna gelen, sayısız araştırmaya konu olmuş ve olmaya devam eden bu dev yapıtı layık olduğu şekilde Türkçeye kazandırmış olabildiğim inancıyla, zevkli okumalar diliyorum. Nur Beier, Nisan 2014 Odense, Danimarka İLKBAHARIN ÖLÜMÜ Mikkel Köprünün üzerinden sola kıvrılan yol Serritslev köyünün içinden uzanıp gidiyordu. Yol kenarları koyu çimenler ve sarı yabani çiçeklerle örtülüydü, akşam karanlığında kırların üzerinde yer yer bir beyazlık, çiçeklerin üzerinde kümelenmiş bir buhar demeti göze çarpıyordu. Güneş batmıştı, hava serin ve berrak, gökyüzü bulutsuz ama yıldızsızdı. Tarlaların istikametinden yaklaşan saman yüklü bir at arabası kambur kumbur yolun üzerinde Serritslev köyüne doğru ağır ağır, sallana sallana yoluna devam etti. Alacakaranlıkta dar köy yolunda zar zor ilerleyen araba kaba tüylü, kısa bacaklı, derin düşünceler içinde yuvarlana yuvarlana, yeri koklaya koklaya giden iri bir hayvanı andırıyordu. Yük arabası Serritslev Konağı’nın önünde durdu. Ter içindeki atlar başlarını arkaya atıp gemlerini hafifçe çiğnediler, durduklarına memnun olmuş gibiydiler. Arabacı kolanları gevşetti, yere atladı, yularları bağladı. Yol konağının sundurmasına doğru dönüp seslenirken baş parmağıyla burnuna bastırıp yere sümkürdü. “Kimse yok mu – ezkaza? ” Ne o öyle – pencereler aydınlanıverdi – içeride birisi mumu mu yaktı? Ve aynı anda kapıda bir kız belirdi. Arabacı bir içki istedi. Gelmesini beklerken, saman yükünün içinde bir canlanma oldu. Bir çift uzun bacak ihtiyatla aşağıya doğru uzandı ve kolanları yokladı, bacakların sahibi de yüzükoyun, oflaya puflaya bacakları takip etti.

Yere indi, durup üzerini silkeledi – sırık gibi, sıska bir genç, kafasında bir kukuleta. Canına yandığımın, dedi genç. Arabacı, kırmızı renkli içkiyi başına dikti ve iyice bir öksürdü. Biraz daha uzun kalmayı düşünür müydü acaba, arabacı bey? Yani girip birlikte iki tek atabilirlerdi de. Ama tam aydınlık odadan içeriye giriyorlardı ki, arabacı dehşet içinde kapıda kalakaldı, yanındaki de afallamıştı. Odanın ortasındaki masada, sakson muhafız alayından havalı görünüşlü dört erbaş oturuyordu, şehre yeni dönmüşlerdi. Şatafatlı üniformaları, kapkalın kollarını örten kırmızı kollukları, kuştüyleri ve yüzlerindeki sakallarla dikkatleri ateş böceği gibi üzerlerine çekiyorlardı. Kılıçlarıyla mızraklarını masaya ve oturdukları sıralara yaslamışlardı. Kırış kırış olmuş deri kayışlara bakılırsa onları cömertçe kullandıklarını anlamak işten değildi. Dördü birden başlarını çevirip kapıdakilere şöyle bir baktılar sonra tekrar birbirlerine dönüp sohbete devam ettiler. Kız elinde iki maşrapa birayla kapıya doğru geldi ve hemen oradaki ufak masaya biralarla beraber bir de mum bıraktı. Daha masadan uzaklaşmamıştı ki odanın ortasındaki erbaşlardan biri yerinde doğruldu ve bir kahkaha savurdu. Şuradakine bir bakın hele, başında kukuleta olan – içtiği yarar inşallah! Almanca konuşuyordu. Diğerleri başlarını o tarafa doğru kibarca döndürdülerse de kahkahalarını onlar da tutamadı. Sırık gibi genç, bacakları hafif bükük, ayakta durmuş, bardağı başına dikmiş ha babam içiyordu; o haliyle ve kukuletasından dışarı uzamış sipsivri burnuyla sahiden komik bir manzarası vardı.

İçkisini bitirince yavaşça yerine oturdu, mumun ışığı gözlerine vurdu, yarı hakarete uğramış yarı alaya alınmış kendi halinde bir adam edasıyla masadakilere göz ucuyla bir baktı. O zaman erbaşlardan biri kalktı, odanın içinde birkaç adım ilerledi ve kibar bir Almancayla konuşmaya başladı: Gülmemizde kötü bir niyet yoktu – masamıza gelip bizlerle birlikte bir kadeh şarap içmeyi kabul buyurursanız bizi şereflendirirsiniz. Teşekkür ederim, dedi uzun boylu adam Almanca ve reverans vere vere masalarına yaklaştı. Bir bacağını sıranın üzerinden aşırarak oturmadan önce, herkesi başıyla tek tek selamladı ve kendini tanıttı: “Mikkel Thøgersen, üniversite öğrencisiyim.” Sonra parmaklarıyla saçlarını sıvazlamaya ve avuçlarıyla yuvarlak yanaklarını ovuşturmaya koyuldu. Dört ad söylendiğini duydu, biri Danimarkacaydı, sonra bir kadeh kan kırmızı şarabın tam önünde ışıldadığını fark etti. Ve ardından da kaldırılan kadehleri, “şerefe!” “Sıhhatinize, baylar! Mikkel Thøgersen edeplice lıkır lıkır içti ve şarap midesine yollanırken, sırık gibi gövdesi dikleşti. Gözleri masadakilerin üzerinde hızla dolaştı ve birinin üzerinde takılıp kaldı, en genç olanın; başını eline dayamış oturuyordu. Damarları ve eklemleri gözükmeyen beyaz, tombul bir el, açık kahverengi saçlara gömülmüş parmaklar. Yüzü asıktı – ve oradaki ifade Mikkel’e eskiden bir panayırda rastladığı bir ip cambazını hatırlatır gibi oldu, bir köşeye çekilmiş, hiç hareket etmeden yapayalnız oturan o genç cambazı – hastaydı zahir. Mikkel, o körpecik, ıstıraplı çehreyi şimdi iyice hatırlıyordu – gözleri tıpkı bu gencinkiler gibiydi. Evet, Mikkel onu bir yerden tanıdığına emindi. Kimdi acaba, nerede karşılaşmışlardı? Bir asilzadeye benziyordu. Mikkel Thøgersen’in önündeki kadeh yine doldurulmuştu. Derin bir tevazuyla içkisini yudumladı, fakat aklı fikri karşısında oturanın yüzünü nerede gördüğüne takılıp kalmıştı.

O kahverengi saçlı başta gizemli bir hava vardı ve genç adam yüzünü biraz sonra ona doğru dönünce, kollarının birbirinden epey ayrık durduğunu fark etti – fevkalade yapılı bir vücudu vardı. Neden kederliydi ki, böyle bir vücuda aslında neşe yakışırdı. Sohbet sürdü. Dört Alman eri, Mikkel’e kibarlığı hiç elden bırakmadı ve üzerinde tam bir güven uyandırdı. Onu şehirde 1 “leylek” diye çağırdıklarından elbette ki haberleri olamazdı. Mikkel’in Almancası hafif tutuk olsa da coşkuluydu, teklemeden edememesinin nedeni, aklının hep takma adına takılmasındandı… Masadaki Almanların onun yakın çevresince, Latince övgü ve kuplelerin baş belası, diye bilindiğinden de zahir haberleri yoktu… Karşısındaki genç neden hiç sesini çıkarmıyordu? – Otte Iversen! Hah, adı buydu işte, bu oydu. Ve o anda Mikkel’in kafasında gri renkli, köhne bir kapı, bir duvar ve bir kule canlanıverdi – memleketi Jylland’da 2 – kendini birden bir yaban gibi, ufacık ve zavallı hissetti. Oraya birkaç kere gitmişti. Çok eskiden. Ama ona orada sırf bir kez rastlamıştı… Demek bu karşısındaki adam, o zaman avluda gördüğü cılız çocuktu, o günden beri hiç hatırından çıkmayan, derebeyinin oğlu Otte’ydi. Avluda, bir köpek sürüsünün ortasında, başparmağının üzerine tünemiş, tüyleri karmakarışık bir şahinle duran çocuktu. Şimdiyse burada tam karşısında oturuyordu, koca adam olmuştu, bir kız gibi incecikti. Erbaşlar gülüştüler. Mikkel Thøgersen dikkatini topladı ve yine içmeye koyuldu. Arabacı kapıda belirdi.

Yola çıkıyorum, dedi, elindeki çuvalı ve içi yumurta dolu ufak bir sepeti kapının hemen iç tarafına yere bıraktı ve kapıyı arkasından kapatıp çıktı. Mikkel’in eşyaları, köye seyahatinin semeresi – bütün ayıpları olduğu gibi kapının dibinde çırılçıplak gözler önüne serilmişti; ne yapacağını bilemedi, arkasını dönüverdi. Alman erbaşlar kahkahayı bastılar ve ona bir teklifte bulundular – yumurta her zaman makbulleriydi! Mikkel yarı memnun yarı bozuk ataraktan, yumurtaları hemen götürüp onlara verdi. Yumurtaların hepsi olduğu gibi içildi. Otte Iversen zaten istemiyordu, onun için hiç ses etmemişti. Thøgersen bankta artık heyecanlı, mahçup ve samimi bir edayla oturuyordu, lezzetli şarap dilini çözmüştü, yine de kendini biraz mahzun hissetmekten alıkoyamıyordu. Bu hiç gamsız erbaşlarca kabullenilmek için can atıyordu, ama aynı zamanda onların ocağına düşmekten de korkuyordu – morali bu iki duygu arasında bir gidip bir geliyordu. Gözleri genç asil Otte’nin istikametine nadiren kayıyordu – sevgi dolu, şüpheci, kuyruksallayan bakışlarla… onu tanıyamamış mıydı acaba? – hayır, zaten keşke hiç tanımasaydı. Alman erbaşlardan birinin üst dudağında, sakalının kısmen örttüğü bir yarık vardı, düzgün konuşamıyordu, Mikkel Thøgersen onu buruk bir keyifle dinliyordu – etrafında gördüğü ve işittiği herşey onu pek eğlendirmeye başlamıştı. Ve şarap ve rehavet içini yumuşattıkça, o derinlerde bir yerde sertleşmeye başladı, acı bir soğuğun içinden doğru yükseldiğini hissettiyse de kendisine hâkim olup bastırmayı başardı. Üç Alman tezgâhın önüne gitti, Mikkel Thøgersen ve Otte Iversen masada yalnız kaldı. İkisi de tıs pıstı, Mikkel lakayt davranmaya çalışıyordu. Bakışlarını yere indirmiş, uzun masaların ve iki tarafındaki sıraların boyunca uzanan gölgeleri seyrederken, şiddetli bir yalnızlık duygusuna kapıldı. Sonra rahatlar gibi oldu, bir iç çekerek çöp gibi bacaklarını altına aldı, alnının terini sildi ve kafasındaki düşünceleri savdı. Otte Iversen öylece oturmuş, bardağıyla oynayıp duruyordu, eskiden olduğu gibi yine hastalıklı bir hali vardı.

Erbaşlar yeni içkilerle masaya döndüklerinde, Mikkel artık daha bir kendine hâkim, ağırbaşlı ve sakince yudumluyordu bardağındaki içkiyi. Ve içkiler su gibi akmaya başladı, başka hiçbir şey umurlarında değildi. Otte Iversen bardağını boşaltır boşaltmaz dolduruyorlardı ve o bundan hiç de etkilenmişe benzemiyordu. Clas, dudağı yarık olanı, bir şarkıyla meclisi canlandırdı, ama en nazik tabiriyle kulağa acaip geldiği de reddedilemezdi. Mikkel Thøgersen devasa çift elli kılıçlardan birini alıp elinde şöyle bir tarttı – ona tutuş şekillerini gösterdiler. Kılıcın sivri ucu ona her doğrulduğunda, sırtında bir sızı hissetti, belkemiğinden aşağıya buz gibi bir rüzgâr esiyordu sanki – bu onu şaşırttı, oysa o bıçaktan hiç korkmazdı. Ve Clas şarkı söyledi: Ei werd´ ich dann erschossen, Erschosen auf breiter Heid´ Man trägt mich auf langen Spieszen Ein Grab ist mir bereit; So schlägt man mir den Pumerlein Pum, Der ist mir neunmal lieber Denn aller Pfaffen Gebrumm. 3 Kelimelerin yarısı sakalının arasına kayıp kayboluyordu. Ve sonra birbirlerini savaş hikâyeleriyle eğlendirdiler, orada burada geçmiş kılıçlı çarpışmalar – şakır şukur – zaferler ve ölüm tehlikeleri ve… Heinrich, sarışın Lenore’yi hatırlıyor musun? diye haykırdı Clas coşkuyla. Tabii canım, Heinrich, Lenore’yi iyi hatırlıyordu. Bütün hikâye bir çırpıda dudaklarından döküldü, Clas ve Samuel kahkahalara boğuldu. Ama Mikkel Thøgersen sesini çıkarmadı, bu müstehcenlik gösterisi onu ürkütmüştü, yan gözle Otte Iversen’e baktı – ve o genç ve mağrur yüzdeki gülümsemeyi içlerinde sadece o fark etti, dudaklarındaki belli belirsiz kavisi, iğrenç bir koku duymuş gibi. Mikkel şimdi zorlukla nefes alıyordu ve eliyle habire yüzünü ovuşturuyordu. Heinrich şevkle anlatmaya devam etti. Otte Iversen oturduğu yerde dönerek masaya sırtını verdi ve bacak bacak üzerine attı.

Hikâye en nihayet sona erdiğinde ortaya derin bir sessizlik çöktü, sanki diğerleri ondaki huzursuzluğu hissetmişler gibi. Otte Iversen masadaki sessizliğin ondan kaynaklandığını fark etmişti – kendini savunmak için yüzünü yine masadakilere döndü ve hikâyecinin gözlerinin içine dik dik baktı. Heinrich’in şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Bu sefer Samuel bir hikâyeye başladı. Genç değildi, onun için hikâyesi aşk hakkında değil ta eskiden katıldığı hunhar bir katliam üzerineydi. İnsan bağırsaklarının üzerinde, çizmelerinin topuklarıyla eze eze tepinmişler, onları kendi dışkılarının içinde boğmuşlardı. Bu hikâye sanki odanın havasını ciddileştirdi ve hafifletti. Clas’ın hevesli sorularına bakılırsa, bu işin erbabı olduğu belliydi. Mikkel’in birden içinden onun o garip konuşma tarzıyla dalga geçmek geldi, burnunu havaya kaldırdı ve nahoş bir kahkaha attı – ha, ha! Bunun üzerine Otte Iversen başını yavaşça kaldırdı, dudakları sanki yarı zorakice gerildi ve sonra o da boynunu yukarı uzatıp bir kahkaha savurdu. Onun kahkahası bir çatırtı gibiydi. Bir başladı, bir kesildi ve sonra yeniden önceki sessizliğine gömüldü. Daha sonra erbaşlar sur kapıları kapanmadan şehre varabilmek için yola koyulmaya karar verdi. Mikkel Thøgersen bu erbaş takımıyla arasındaki mesafeyi dışarı çıktıklarında da hissetti, onları geriden izledi ve Nørreport’tan 4 içeriye girer girmez de onlara veda etti. Erbaş takımı şehre doğru yollarına devam etti, Mikkel durup bir süre arkalarından baktı, sonra sola döndü ve evine yollandı. 1 Burada ‘Kopenhag’ şehri.

ç.n. 2 Takımadalardan müteşekkil Danimarka’nın tek kara bölgesini oluşturan, güneyinde Almanya’a komşu yarımada. 3 Önce cenk gümbürtüsü, Sonra kılıç ve mızraklar, Ve sonra o, toprağın altı karış dibinde – Neyi dinliyor, bana söyle. Ola ki dinlemek istediği Canlı bir bando sesi herhangi bir rahibin zırvasından ziyade – Sen istemez miydin, söylesene. (çevirmenin çevirisi) 4 (Tür.) Kuzey-kapısı. Bugün, çevredeki semtin adı. ç.n

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir