John Berger – G

Bu kitabın kahramanının babası, Umberto adında biriydi. Livornolu bir tüccardı, meyve şekerlemesi işindeydi. Kısa boyluydu, şişmandı, kafasının iriliğinden ötürü büsbütün bodur görünüyordu. Dedikodudan, çevre baskısından korkuları pek yersiz sayılamayacak kadınlara, Umberto’nun kafasının alışılmadık iriliği çekici gelebilirdi pekala. Direnç, ağırlık ve tutku çağrıştırıyordu. Livorno ya da Pisa’daki tüccar sınıfı kadınlarının çoğu utangaçtı. Bu yüzden de Umberto onlar arasında canavarlığıyla ün saldı. ‘La Bestia’ (hayvan) derlerdi ona: küstahlığına, sataşkanlığına ve saldırganlığına tıpatıp uyan bu yakıştırmayı kullanırken yine de sözcüğün kökenindeki daha kaba anlamı hepten boşlamaz, böylelikle bilinçaltlarına işlemiş cinsel çekimi hem kalkındırır hem bastırırlardı. Bu bağlamda, kocalarının yanında ondan asla ‘La Bestia’ olarak söz etmemeleri kayda değer. Takma ad, ikindileri kadın-kadına konuşmalara saklanırdı. Umberto’nun karısı Esther, Livorno Yahudisi bir gazetecinin, eski bir liberalin kızıydı. Umberto ile yirmisine bastığında evlendi. Babası, Umberto’yu kabasaba ve kültürsüz bulduğundan, bu evliliği onaylamamış ama liberal ilkelerinden sapmayı kendine yediremediğinden, yasaklama yolunu seçmemişti. Esther, yirmi bir yaşındayken, babası ansızın ölüverdi. Kızcağızın sağlıksız yapısının gizemi bu ölümle başladı ve giderek yaşam boyu sürecek bir hakkın temellerini oluşturdu: var denemeyecek bir varolma, dünyadan el-etek çekme hakkı.


Umberto, bir hayaletle evlenmişti sanki. (Onun gözünde bütün hayaletler, kadınlarla, kadınların doğaüstü eğilimleriyle ilintiliydi.! Esther bir hayvanla evlenmiş gibiydi – oysa o dönemde kadın arkadaşlarının kocasına yakıştırdıkları addan habersizdi. Esther, bu taşra kentinde hızlı bir toplumsal yaşam sürdürüyordu. Dostlarını yoklamadığı, onların çıkıp gelmediği bir ikindi yoktu sayılır. Verdiği akşam yemeklerine katılmayan çıkmazdı. Onun gizi —ki kocasının Livorno’daki gücünün de bir parçasıydı— dış görünüşünde yatıyordu. Teni çok solgundu, sıkı sıkı geriye taranmış saçları koyu kestaneydi, altları morarmış gözleri ağır ağır kıpırdardı. Yüzü de bedeni de alabildiğine zayıftı. Yine de hastalıklı bir görünüşü yoktu. Sağlıksız kişilerde tenin cilvesi iyiden iyiye açığa çıkar: acınılası, iç kanırtan bir cinsel duygunluk vardır onlarda. Esther, etten başka bir maddeden yoğrulmuşcasına incecik, kırılgan görünüyordu; uzun uzadıya işlendiği, ustalıkla son biçimine sokulduğu için bir daha asla değişme tehlikesi olmayan bir maddeden. Livorno’daki yakın dost çevresine ve tanışlara göre Esther’in fiziksel yapısı, olağandışı bir tinsellik göstergesiydi. Onların gönüllerinde yatanları sezendi o. İnanç, Güzellik, Ruhun Özlemleri, Bağışlama, Suçsuzluk, Evlat Sevgisi, Aşk gibi konuları değerlendirmede üstüne yoktu.

Erkek konuklardan biri, konuşma sırasında başından geçen olayın tinsel yanını vurgulamak istediğinde, dönüp ona bakardı onun bir baş sallayışı, hatta göz kapaklarını usulca indirişi, konuğa değerlendirildiği, anlaşıldığı, demek ki doğruyu söylediği duygusunu verirdi. Kadınlar onunla baş başa kaldıklarında, içlerini açarlardı. Konuşma sırasında kendilerini olabildiğince kötü gösterme eğilimindeydiler, çünkü kendilerini ne kadar kötü tanıtırlarsa, sonradan ondan onay aldıklarında, bir o kadar özgür kalacaklardı. Onun onayının peşindeydiler. Konuşma sona erer ermez de onayı zaten alırlardı. Apaçık ortadaydı canım (her keresinde şaşıp kalırlardı ya) ilgiyle dinlediğine ve hiçbir eleştiride bulunmadığına göre (asla eleştirmezdi) onların yaptıklarını ya da yapmayı tasarladıklarını onaylıyordu mutlaka. Kendi cinslerinden günah-çıkartıcı bir pederdi o. Yine de kocası olmasaydı, bunlar asla gerçekleşemezdi. Umberto’nun varlığı olmasa, Esther yalnızca bir ermiş gibi görünmekle kalmaz, ermişin ta kendisi sanılabilirdi. Bu da toplumsal konumunun sonu demekti. Birtakım tinsel değerleri temsil edebilirdi etmesine ama her şeyden önce ve ötede, onları, Livorno burjuvazisini temsil etmeliydi. Başarılı bir meyve şekerlemecisinin karısıydı ya, onlardandı artık. Üstelik, sıkı pazarlığıyla, kabalığıyla, gözü doymazlığıyla ün salmış bir adamın karısıydı. Bütün bunlardan ötürü, böyle bir erkekle yaşamanın onu azıcık da olsa yozlaştırmaması olanaksızdı onlara göre. Bu su götürmez yozlaşma, Esther’deki tinselliğin aşırı ya da tatsız görünmesini engelliyordu elbet.

Aynı şekilde, karısının Esther oluşu da Umberto’yu ‘aşırı’ görünmekten kurtarıyordu. Onsuz, düpedüz bir sefih sayılabilirdi. Onun yanındayken evcilleştirildiğine inanılabilirdi pekala. O Kahramanımızın annesi, yirmi altı yaşında, Laura adında bir kadındı. Annesi Amerikalıydı, ölmüş babası ise İngiliz ordusunda bir general. Şu anda Laura ile Esther’i, hiç karşı karşıya gelmeyen bu iki kadını, Umberto’nun zaman zaman gözünün önüne getirebileceği gibi görüyorum. Laura kısa boylu, sarışınca, burnu hafif kalkık. Esther’in yanında bücür bir kız çocuğunu andırıyor. Ama hali tavrı hepten çocuksu sayılmaz. Pahalı giysileri kendine yakıştırıyor — tabi ki Esther’in soyluluğuyla değil. Israrlı bir sesle durmaksızın konuşuyor; Esther dinliyor. Esther’in elleri ince ve duyarlı; Laura’nın elleri kalın ve yassı. Laura’nın gözleri elâ, katılmadığı bir konu çıktı mı, gözlerini iri iri açıyor. Esther, katılmadı mı, gözlerini yumuyor. Esther yıkanırken bir azizliğe uğrasa, yırtıcı hayvanlar gibi «donup» kıpırtısız kalırdı; aynı durumda Laura hemen memelerini örter, çömer ve çığlığı basardı.

Birbirlerini kıskanıyorlardı: Laura, Umberto’nun sonunda göstermeye razı olduğu bir fotoğrafa dayanarak, Esther’in, kendisinde bulunmayan doğal dişil niteliklerin tümüne sahip olduğuna inandığından; Esther ise, Umberto’nun şu Amerikalı metrese tonlarla para yedirdiğinden ikirciklendiğinden. Laura, on yedi yaşındayken, New York’ta bir bakır milyoneriyle evlenmişti; iki yıl sonra onu bıraktı. Avrupa’ya, Paris’te annesiyle buluşmaya geldi. Umberto ile üç yıl önce Cenova’ya giden bir yolcu gemisinde tanışmıştı. Umberto, aklına hayaline sığmayan bir ilgiyle, ısrarla gönlünü çelmeye uğraşmıştı. Sanki, diye yazmıştı annesine, Kleopatraymışım gibi, (Gemi. Mısır’dan yola çıkmıştı.) Hemen ardından, birlikte bir ay geçirdiler Venedik’te. Gece bize eşlik etmeleri için şarkıcılar getirtti, diye yazıyordu annesine, iki yanımızda, gondollarla. Her zaman anımsayacağım o geceyi. Ellerini yengece benzeterek güldürdü beni. Tanısan, çok severdin! O yüzden henüz Paris’e getirecek değilim! Her yerde dostları var, burada bir baloya katılmak zorundaymışız. Bana bir giysi almak istedi. Ama ister inan ister inanma, gitmek istemediğimi söyledim. Biz de balo yerine Murano adasına gittik.

Üç yıl süresince Umberto onunla Milano’da, Nis’te, Cenova’da, Lugano’da, Como’da, başka tatil yörelerinde buluştu ama Livorno yakınlarına gelmesine asla izin vermedi. Ondan ayrıldığında Laura, annesinin Paris’teki zengin Amerikalılar çevresine dönüyor, İtalyan aşığının meyve şekerlemesi tüccarı olduğunu ağzından kaçırmıyordu. Şan dersleri aldı (öğretmeninin karşı çıkmalarını kulak ardı edip böyle bir yeteneği olmadığı kararma varana kadar) ve Nietzsche’nin kuramlarıyla ilgilendi. Bir ayrılık döneminden sonra Umberto çıkageldiğinde, onun yanına yaklaşışını izlerken, ilişkilerinin olamazlığı karşısında irkilirdi. Umberto’nun kaba sabalığına, para konusundaki taşralı gösterişçiliğine içerliyordu. New York’ta, diyordu kendi kendine, bir garson olabilirdi ancak, arkadaşlarıyla birlikte gittikleri bir lokantada yüzüne bile bakmayacakları bir garson. Gelgelelim onunla birkaç saat geçirdi mi eleştirme yetisi çalışmıyordu artık. O gitmeden içinden çıkamayacağı bir kuleye girmek gibi bir duyguydu bu. Kulenin içinde hem metres hem çocuktu. Umberto’nun eline tutuşturduklarıyla ister ciddi ciddi, ister şımarıkça oynuyordu. Kuleden dışarı bakabiliyor ama kuleyi asla dışardan göremiyordu. Kule, aralarındaki aşk ilişkisiydi. Görüşmedikleri aylar süresince onu, onun kendisine beslediği tutkuyu ve kendisinin ona duyduklarım hep bir mekân olarak düşünüyordu. Canı çekti mi yeniden gidebilirdi oraya; nitekim düşlerinde gidiyordu da; ne var ki uzun süre kalmadığı bir mekândı. O Delikanlılık çağında New York’ta, zeytinyağı ve İtalyan vermutu ithal eden bir firmada çalışan Umberto, akıcı bir İngilizce konuşuyordu, belirgin bir İtalyan şivesiyle.

Ah! Laura, şu dağların yüceliği! Ya şu durgun, sessiz göl. Bir günün sonunda ne güzel şey bu huzur, ama sen hepsinden güzelsin mia piccola (küçüğüm). Ve ben yalnız seninle paylaşabiliyorum bu huzuru… Şu dağların altından geçtiğimi düşün, şu geçit, on beş kilometre uzunluğunda, tam on beş. Bilimin harikası bu işte — bir dağın içinde on beş kilometre. Ve dağın bu yanında pas seretta mia, (kumrucuğum) sen bekliyorsun beni. (St. Gothard geçidi 1882’de açıldı. Yapımı sırasında sekiz yüz kişi can verdi.) Umberto ile metresi, Montreux garından otellerine gidiyorlar yaylı arabayla. Umberto yeni gelmiş. Şu anda Laura’nın gözü daha hiç tutmuyor onu. Umberto sarılıyor, kulağım emmeye çalışıyor. Laura itiyor. Beni ne sanıyorsun sen? diyor. Laura’m benim, benim Laura’m, diyor, benim Laura’msın sen.

Paltosunun iç cebinden, uçuk mavi kurdeleyle bağlanmış bir paket çıkarıyor. Başım yana eğiyor, avuçlarında uzatıyor ona paketi, tepside bir armağan sunarcasına, Laura alıyor. Umberto’nun elleri Laura’nın kalçalarına kayıyor. Kalçasındaki ellere sertçe bakarak kalabalık yerlerde sürekli böyle gösterilere kalkışmasını engellemek, onu uyarmak istiyor Laura. (Bu konuda daha önce tartışmışlardı. Umberto’ya göre, araba içlerinin lokanta bölmelerinden farkı yok. Laura da dedi ki, kamuya açık bir yeri havadan para bastırarak özelleştiremezsin!) Umberto’nun kıvırcık kara kıllarla örtülü ellerini çok yakından tanıyor. Bu ellerde yetke var; Umberto’nun isteklerine göre ayarlıyorlar birtakım durumları. Livorno’da, ortaklarıyla yemek yediğinde bu eller, onların paylaşmaktan kıvanç duydukları büyük, gözle görülmez taşanları canlandırıyor. Toptancı pazarında, beğenerek yokladığı meyvenin kalitesini güvenceye alıyor, geri çevirdiğini ıskartaya çıkarıyor, Umberto geriye yaslanarak onun armağanını açışım gözlüyor. Paketin içinde siyah ipek kağıt, siyah ipek kağıdın içinde de incilerle bezenmiş bir Jülyet kukuletası var yeşil kadifeden. Laura soluğunu tutuyor. Umberto, sevinç şaşkınlığına yoruyor bunu. İnciler sahici, passeretta mia. Hem de bugün, diye düşünüyor Laura, böyle bir kukuleta ancak on altı-on yedi yaşlarında bir kıza yaraşır, bir oyuncak, adi bir şey bu.

Aşığının densizliği karşısında öfkeden kuduruyor birdenbire. Buluşalı daha iki dakika olmuşken kulağını ısırmaya çalışmasıyla eş tutuyor bu davranışını. Neden, diye soruyor, neden benim hoşlandıklarımla hoşlanmadıklarımı hiç ayıramadı ha, neden asla öğrenemedi? Bunu takamam, diyor, gülünç olurum, ancak manastırdan çıkmış genç bir kıza yaraşır bu kukuleta! Arabanın loşluğunda kukuletanın biçimini saptamak güç, ama kucağında yatan üç sıra inci bir gerdanlığı andırıyor. Yalan söylememe gerek yok değil mi? Takmadığımı görünce zaten üzülecektin. Sana bir gerdanlık alalım, diyor Umberto. Laura’nın bağımsızlığını seviyor. Kendisiyle buluşmaya her yerde gelebiliyor Laura. Gelmeden o yerin tarihçesini okuyor. Umberto’ya şatoları, çeşmeleri gezdiriyor, ne istediğini biliyor. Ama kolları beline dolandı mı, bir kumru gibi oluveriyor. Onu passeretta mia diye çağırması bu yüzden ya. Yemek yiyelim mi, diyor, odamızda beyaz İsviçre şarabıyla —hani belinde kılıcı var demiştin, aklında mı?— işte o balıkla bir şölen çekelim kendimize, sonra da yatarız passeretta mia, yarın gerdanlığı ararız, burada gönlümüze göre bir gerdanlık bulamazsak, birkaç günlüğüne Milano’ya uzanırız. Umberto yatakta hep şaşırtıcı buldu metresini. Şimdiki sabırsızlığı, bir ölçüde, bir kere daha yine öyle şaşıracağına tamtamına inanamamasının sonucu. Ayakları üstünde dururken kesin, iradesi güçlü, bağımsız bir kadındır; yanında yatarkense incecik, yumuşak başlıdır hep, ellerinin dokunuşu, sonradan anımsayamadığı kadar yumuşaktır.

Kadınlık organı, olağanüstü incelikte, ibrişimsi tüylerle kaplıydı-, meme uçları küçük ve pembeydi, öptüğünde kızarıyordu; başım geriye atıp gülümsediğinde, dişleri açığa çıktığında, üst ve alt dişleri tam değmiyordu birbirine —ancak bir kum taneciğinin geçeceği bir boşluk vardı arada— Gövdesinin inceliği, duyarlılığı, Umberto’ yu her keresinde şaşırtmayı ve azdırmayı başarıyordu. Kadife kukuleteyi saklayacağım, diyor Laura, bir gün belki kızıma veririm! Kolunu, Umberto’nun omuzuna dayıyor. Umberto sevinçle: Ah küçüğüm benim, delisin sen, iyiden iyiye deli, matta! diyor. Matta (deli) en sık kullandığı sevgi sözcüğü. Umberto’ya göre deliliğin anayurdudur Livorno: bu deliliği; ıssız kuleleri andıran kör ve sağır, som taştan dev ambarlarda, Floransa kralı I. Ferdinand’ın anıtına zincirlenmiş dört sövgücü Mağrıbiler’de, kentin sığım gücünü kat kat aşan nesnelerin yığılış düzeninde, loş kanalların üstüne sıralanmış dev yapıların kestiği dikdörtgen gök parçalarında, habire değişen nüfusta, duvarların boşluğunda, uzamların belirsizliğinde, aşın yoksullukla aşın bolluk kokusunda, denize açılan bitek ağızda görür. Deliliğin anayurdudur bu kent, diye inanır, bu delilik ara sıra nöbetlerle vurur yüzeye. Her keresinde de 1848’ deki ilk vartayı anımsar, on yaşındaydı o zaman: Köprüler, belirsiz uzamlar, iskeleler, dört sövgücü Mağrıbiler’in yanıbaşındaki San Michele Alanı, gemi güverteleri, denize açılan bitek ağızda sıralanan armalar, her yer kalabalıkla dolup taşıyordu, dev geometrik yapılarla dikeylemesine bakıldığında cüceleşen, yataylamasına, hiç durmaksızın açılan bir kalabalık — üstelik gittikçe daha da yoğunlaşmasına karşın: i teppisti 1 Bu tür bir kalabalık, kişioğluna ciddi bir sınav sunar. Onun ortak yazgısının bir tanığı olarak birikmiştir— kişisel farklılıkların önemi kalmamıştır. Öz belleği açısından bu yazgı, yalnızca sürekli yoksunluktan ve aşağılamadan oluşmuştur. Yine de iştahlarının özsuyu kuramamıştır. O kalabalıkta rasgele karşılaşılan bir çift göz bile gelebilecek taleplerin boyutlarını belirtmeye yeter. Bu taleplerin çoğunu karşılamak olanaksızdır. Ve kaçınılmaz bir biçimde, bu çelişkiden şiddet doğacaktır: kalabalığın oradaki varlığı ne kadar kaçınılmazsa. Kalabalık, olanaksızı talep etmek için toplanmıştır.

Çelişkinin öcünü almak için toplanmıştır. Gereksinimi, olanaklı ile olanaksızın tanımını ve ayrımını kuşaklar boyunca gönlünce saptayan düzeni yıkmaktır. Böyle bir kalabalığın karşısında, o kalabalıktan olmayan biri, iki çeşit tepki gösterebilir. Ya onda insanlığın geleceğine ilişkin bir umut görür ya da korkudan dili tutulur. Kalabalıkta insanlığın geleceğini görmek pek kolay değildir. Onlardan değilsinizdir. Ancak önceden hazırlıklıysanız görürsünüz o umudu. Umberto kalabalıktan korktu, insanların deli olduklarına inanarak korkusunu aklamaya çalıştı. Birtakım adamlar, kalabalığa karışıp koşuyor, söylevler veriyorlardı. 1848 yazının sıcağı, küçük Umberto’yu yatakta bile terletiyordu geceleri. O adamların yüzleri kıyamet boyutlarına varıyor, yüzlerinden ter, gözyaşı gibi iniyordu. Umberto’ya göre aklı başında biri, kendini dünyadan bağışık tutmaya çalışmalıdır: ancak o zaman dünyadan ne kapıp kapamayacağını anlayacaktır. Oysa delinin talebi ya hep ya hiçtir! Roma o Morte! 2 Umberto karısını terk edemez. Ne çocukları (çocuğu yok çünkü) ne de yaşadığı toplum aracılığıyla bir ardıllık duygusunun, ya da bir süreğenliğin tadını çıkarabilmektedir; tek başınadır, zamana terk edilmiştir. İşini sürdürmek ve ayrıcalıklar elde etmek için sevimli olmak zorundadır, hem de bir kere değil, bin kere, sevmediklerine, hatta iğrendiklerine karşı da.

Kafasından geçenlerin ancak onda birini açabilir karşısındakilere. Ah yavrum benim, delisin sen, düpedüz deli. Umberto’nun delilik diye adlandırdığı şey, kendisine yöneltilen bir gözdağıdır. Kişisel bir gözdağı değil —başka bir tüccar, bir hırsız, karısıyla bir olup onu boynuzlatacak bir erkek değil— içinde ayrıcalıklı bir yaratık olarak yaşadığı toplumsal yapıyı sarsacak bir gözdağı. Ayrıcalığı yaşamından da önde gelmektedir; Amerikalı metresi, evdeki dört hizmetçisi, bahçesindeki fıskiye, elde dikilmiş ipek gömlekleri ya da karısının verdiği şölenler falan olmadan yapamayacağından değil, bu ayrıcalığın özünde o güne kadar yaşadıklarına anlam katmasını sağlayacak değerlerle yargılar gizlidir. Bütün bu değerler aynı inançtan kaynaklanmaktadır: Bu ayrıcalıkları hak etmiştir. Yine de yaşamının anlamı pek doyurucu gelmemektedir. Neden özgürlük, diye sorar kendine, hep geriye dönük, önceden kazanılmış, denetimli bir şey olsun? Neden şu anda peşinde koşulacak bir özgürlük yok? Umberto, ayrıcalıklarını güvenceye alan toplumsal yapıyı sarsan her şeyi delilik olarak adlandırır. I teppisti, deliliğin kesin bir somutlamasıdır. Öte yandan delilik, onu kıstıran toplumsal yapıdan kurtulma anlamını da içermektedir. Böylelikle şu sonuca varır, «sınırlı bir delilik», kendisine daha büyük özgürlük bağışlayacaktır bu yapı içinde. Yaşamına bir kırıntı özgürlük getireceği umuduyla, deli sıfatını yakıştırır Laura’ya. Umberto, bir çocuğum olacak, belki de kız olur. Kız olursa, (Laura, kukuleta konusunu yapacağı açıklamanın etkisini hafifletmek için açtı. Gebelik düşüncesiyle mutlu, durmadan çocuğunun kız mı erkek mi olacağını düşünüyor, yine de bu açıklamayı küçültücü buluyor.

)on beşinci doğum yıl dönümünde senin aldığın Jülyet kukuletasını armağan ederim ona, pek de yaraşır. Araba otelin kapısında. Kapıcı, kapıyı açık tutuyor. Lütfen kapatın, diyor Umberto. Sonra şoföre onları göl kıyısında gezdirmesini söylüyor. Şoför, omuzlarım silkiyor. Yağmur bastırdı, hava kararıyor, göl görünmüyor ki. İyisin, değil mi? diyor Umberto. Eminsin? Oldukça. Doktora gittin mi? Evet. Neydi adı, o doktorun? Paris’teydi. Ne dedi? Doğruymuş. Doğru muymuş? Doğruymuş. Doktor dedi yani? Evet. Doğru sözcüğü, neden sonra doktorun yetkesiyle yankılanıyor ve bu yetke Umberto’ya habere alışma yollarını gösteriyor.

Olayın gizemini bozması gerek bir kere, onu elverişli, tartışılabilir kılmalı, elle dokunulur bir renge boyamalı ki o sonsuz, alabildiğine soyut ilk beyazlığını yitirsin. Babası benim, diyor Umberto. Bir bildirim bu, bir soru değil; ama Laura başını sallıyor. Umberto’nun baba olmasında ikisi adına da yarar göremiyor. Yazdığında neden söz etmedin bundan? Görüştüğümüzde daha iyi anlatabilirim diye düşündüm. Umberto’nun kafası, yasa dışı oğluna Livorno’da bir barınak ayarlamak için neler yapıp yapamayacağıyla allak bullak. Kaç aylık; parmak hesabı yapıyor. Üç aylık. Adını Giovanni koyarız. Neden Giovanni? diye soruyor Laura. Giovanni babamın adıydı, dedesinin. Ya kızsa? Laura! diyor. Ama çocuğa bu adın konmasını mı öneriyor, yoksa metresinin çocuğun kız olabileceğini düşünmesine mi şaşıyor, tam belli değil. Sağlığın nasıl küçüğüm? diyor. Sabahları tatsızım, sonra geçiyor, ikindileri acıkıyorum, neden göl kıyısında dolanıp duruyoruz böyle anlamıyorum, amma iç karartıcı, canım tatlı istiyor.

Burada annemin habire sözünü ettiği bir çeşit bademli kek yapıyorlarmış. Biliyorsun, daha önce hiç çocuğum olmadı, diyor Umberto, o yüzden birden — nasıl denir? —rassegnato—* oldu. Sarılmayı deniyor. Laura direniyor. Sen çocuğumun annesisin, diye karşı çıkıyor. Karım olmaktan pek uzak sayılmazsın. Elimde olsaydı, hemen evlenirdim seninle. Bu durumda dürüst bir yanıt sayılabilirdi. Ne ki, hoşnut etmek bir yana, Laura’yı öfkeden kudurtmaya yetti. Şu anda onun kendisini tersyüz ettiğini, Livorno’daki karısına dönüştürdüğünü düşünüyor — yıllardır ‘Sen çocuğumun annesisin demeye can attığı karısına; ama bu fırsat eline geçmemişti. Şimdi Laura, aile-reisinin çocuğunun annesi konumunda. O bu değişime uğrarken, Livorno’daki zevcenin de değişime uğradığını seziyor korkuyla: Bundan böyle Esther, ayartıcı, özgür, kısaca kalıp-dışı şeyleri simgeleyecek Umberto’nun gözünde. Laura, iki aydır çocuk doğurma düşüncesiyle erinçliydi, mutluydu. Ne var ki, bir erkeğin çocuğunu taşımak zorunda kalmak… başlıyor hıçkırarak ağlamaya. Umberto’nun, gözyaşlarını dindirme çabasına karşı koymuyor.

Gerçi bu üzüncün tek nedeni o, ama üzüncü yatıştırabiliyor da. Tabiî ki nedeni ortadan kaldırarak değil —‘seçilmiş baba’ oluşu bu gerçeğe bağlı her şeyden önce— yine de Laura’yı bir süre fiziksel varlığıyla sarmalayarak, onun öz benliğine, acı yazgısına ilişkin bilincinin, alacakaranlıkta bir bahçe kapısının seyrelen dış çizgileri ya da bir odanın bastıran karanlığında bir mektubun seçilemeyen sözcükleri gibi bulanmasını sağlayarak yatıştırıyor. Laura, onun kollarında, tasalarının uçtuğunu duyuyor, bir zamanlar, çocukken duyduğu tınısıyla adı, bedeninin uzak bir sarnıcından çıkıveriyor birden, çocuksu, aşırı-duyarlı tenine boydan boya yayılıyor. Umberto’nun iri kafasına, kulaklarının arkasına doğru sıkıca fırçalanmış yelemsi kırçıl saçlarına bir çocuğun şaşkın, meraklı eliyle dokunuyor. Laura çocukken, gerek kendi gözlemleri gerek annesinin kimi üstü örtülü sözleri sonucu, kadın bedeninde hem el üstünde tutulan, hem de dünyadaki her şeyden daha ayıp karşılanan bazı özellikler olduğunu kavramıştı. Büyüdükçe, bedeninin özellikle bu alanlarda garip bir duyarlık taşıdığını anladı. Tutalım ki korkacak olsa sırf korkudan ötürü aybaşı olması (ona öyle geliyordu) işten bile değildi. Bir erkek omuzuna belli bir biçimde dokunsa, rahminin derinliklerinde bir büzüşme duyuyordu. Ucuz memelikler, meme uçlarım acıtıyordu. Bir süre, elini ayağına dolaştırıp sinirlerini bozan bu duyarlıktan utandı. Ama durumundan hoşnuttu, bir gün bu gizi aynı merakla keşfe hazır bir erkekle paylaşabileceğine seviniyordu da.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir