John Connelly – Karanlik Cukur

Dodge Intrepid köknar ağaçlarının altında park etmişti. Ön camı denize bakıyordu. Farları kapalıydı ancak havalandırmayı açık tutmak için anahtar kontağa takılıydı. Bu kadar güneye henüz hiç kar yağmamıştı ama yerler buzlanmıştı. Yakın bir yerden, Ferry Sahili’ne vuran dalgaların sesi geliyordu. Bu, Maine kış gecesinin sessizliğini bozan tek sesti. Suyun üstünde yüzen bir dalgakıran, kıyıya yakın bir yerde sallandı. Üstü yosun tutmuştu. Ahşap, kırmızı tekne evinin arkasında, muşamba ile üstü örtülü dört tekne yan yana dizilmiş duruyordu ve tekne rampasının girişine bir katamaran1 bağlıydı. Bunların haricinde park yeri boştu. Yolcu kapısı açıldı ve Chester Nash hızla arabaya tırmandı. Dişleri titriyordu ve uzun kahverengi paltosuna sıkıca sarınmıştı. Chester, uzun siyah saçlı ve dudağının üst kısmında, ağzının yan taraflarına kadar uzanan ince bıyığı olan, minyon tipli ama dayanıklı biriydi. Bıyığın, kendisini cesur gösterdiğine inanıyordu. Diğer herkes ise onu kederli gösterdiğini düşünüyordu ve insanlar inatla ‘ Birbirine bağlanmış iki tekneden oluşan ve gezi denizciliğinde kullanılan deniz taşıtı.


11 onu Neşeli Chester diye çağırıyorlardı. Chester Nash’i kesinlikle sinir edecek bir şey varsa, o da kendisine Neşeli Chester diye hitap edilmesiydi. Bir keresinde kendisine Neşeli Chester diye seslendiği için Paulie Block’ın ağzına silahı dayamıştı. Paulie Block, bunu yaptığı için neredeyse onun kolunu koparıyordu. Neşeli Chester kürek büyüklüğünde elleriyle başının arkasına tekrar tekrar vurduğu sırada Chester’a açıklarken Paulie, neden Chester’ in bunu yaptığını anlamıştı. Her sebep, bir bahane olamıyordu, hepsi buydu. “Umarım ellerini yıkamışsındır,” dedi Dodge’un sürücü koltuğunda oturan Paulie Block. Belki de Chester’ ın normal bir insan gibi işemek için neden mola vermek yerine koruluktaki ağaçların arasında işini görüp, bunu yaparken de arabanın içindeki tüm sıcak havayı dışarı çıkardığını merak ediyordu. “Tanrım, dışarısı buz gibi,” dedi Chester. “Kahrolası hayatım boyunca gördüğüm en soğuk yer burası. Dışarıda neredeyse tüm etim donuyordu. Biraz daha soğuk olsaydı buz parçacıkları işeyecektim.” Paulie Block, sigarasından uzun bir nefes çekti ve sigaranın ucu gri küle dönüşmeden önce kırmızılaşırken seyretti. Paulie Block’ın adı kendisine tam uyuyordu. 1,60 boylarında, 56 kilo ağırlığındaydı ve trenlerin yolunu değiştirmesine neden olacak bir yüzü vardı.

Sadece içinde oturarak arabanın dağınık görünmesine yol açabiliyordu. Hatta daha da ötesinde Paulie Block, sadece orada durarak Dev Stadyum’un yıpranmış görünmesine neden olabiliyordu. Chester dijital saate baktı. Yeşil rakamlar karanlıkta tek başlarına asılıymış gibi duruyordu. “Geciktiler,” dedi. “Gelecekler,” dedi Paulie. “Gelecekler.” 12 Sigarasına döndü ve dışarı, denize baktı. Muhtemelen pek dikkatli bakmamıştı. Hiçbir şey görünmüyordu; sadece karanlık ve ötesinde de Eski Meyve Bahçesi Sahili’nin ışıkları. Yanında oturan Chester Nash, Game Boy ile oynamaya başlamıştı. Dışarıda rüzgâr esiyordu ve dalgalar ritimli bir şekilde kıyıya çarpıyordu. Dalgaların sesleri, onları izleyen ve dinleyen diğerlerinin kulaklarına kadar uzanıyordu. “…Fail İki, arabaya geri döndü. Tanrım, dışarısı buz gibi,” dedi FBI Özel Ajanı Dale Nutley, Chester Nash’ten duyduğu kelimeleri bilinçsizce tekrar ederken.

Yanında parabolik bir mikrofon duruyordu. Tekne evinin duvarındaki küçük oyuğa yerleştirilmişti. Hemen yanında, sesle çalışan bir kayıt cihazı yavaşça dönüyordu ve bir Badger Mk II kısık ışık kamerası Dodge’a doğru çevrilmişti. Nutley iki çift çorap, uzun iç çamaşırı, kot pantolon, bir tişört, pamuksu bir gömlek, yün bir kazak, bir Lowe kayak ceketi, bir çift termal eldiven giymişti ve kulaklıklardan aşağı sarkan, onları sıcak tutmaya yarayan iki kanatlı, gri, alpaka yününden yapılma bir şapka takıyordu. Yanında, uzun bir taburede oturan Özel Ajan Rob Briscoe, alpaka şapkanın Nutley’i bir çoban ya da Spin Doctors’ın baş solisti gibi gösterdiğini düşünüyordu. Her iki yönden de düşünülecek olursa Nutley, kulaklarını sıcak tutan, kanatlı alpaka şapkasıyla bir palyaçoya benziyordu. Kulakları çok üşümüş olan Ajan Briscoe, o alpaka şapkayı istiyordu. Eğer hava daha da soğursa Dale Nutley’i öldürüp başından şapkayı çıkarabileceğini düşündü. Tekne evi, Ferry Sahili Otoparkı’nın sağında kalıyordu. Yani Dodge’un içinde oturanlar rahatlıkla izlenebiliyordu. Evin arkasındaki kıyıyı, Neck’te bulunan yaz13 lık evlerin birine götüren özel bir yol takip ediyordu. Otoparktan çıkınca Ferry Yolu tekrar Siyah Nokta Yolu’na ve o da sonunda Meşe Tepesi’ne çıkıyordu. Oradan da kuzeye Portland’e ve güneye Siyah Nokta’ya gidiliyordu. İçinde bekleyen ajanların dışarıdan görünmesini önlemek için tekne evinin camları, iki saatten kısa bir süre önce siyah bir katmanla kaplanmıştı. Chester Nash hızla Dodge’a doğru koşmadan önce cama dikkatle bakıp kapıdaki kilitleri kontrol ederken bir an bir endişe duymuştu.

Ne yazık ki tekne evinde ısıtıcı yoktu -en azından çalışan bir tane yoktu- ve FBI, özel ajanlara bir ısıtıcı sağlamayı uygun görmemişti. Bunun sonucunda Nutley ve Briscoe hiç üşümedikleri kadar üşüyorlardı. Tekne evinin çıplak duvarları buz tutmuştu. “Ne kadar zamandır buradayız?” diye sordu Nutley. “İki saat,” diye yanıtladı Briscoe. “Üşüyor musun?” “Bu ne kadar aptalca bir soru! Şu an donmak üzereyim. Elbette üşüyorum.” “Neden bir şapka getirmedin?” diye sordu Nutley. “Vücut sıcaklığının çoğunu başından kaybettiğini bilmiyor musun? Bu yüzden üşüyorsun. Bir şapka getirmeliydin.” “Biliyor musun, Nutley?” dedi Briscoe. “Neyi?” dedi Nutley. “Senden nefret ettiğimi.” Arkalarındaki sesle çalışan kayıt cihazı yavaşça dönüp, paltolarına tutturulmuş olan mikrofon aracılığıyla iki ajanın konuşmasını kaydetti. Her şey kaydedilmeliydi.

Bu operasyondaki kural buydu: her şey. Ve eğer bunun içine Briscoe’nun Nutley’den nefret edişinin de girmesi gerekiyorsa girecekti. 14 Güvenlik görevlisi Oliver Judd, onu görmeden önce sesini duymuştu. ‘Kadının ayak sesi, halı kaplı yerde bile çınlıyor ve kadın yürürken sessizce kendi kendine konuşuyordu. Adam, kabininde ayağa kalkıp televizyonundan ve ayak parmaklarına sıcak hava üfleyen ısıtıcıdan üzülerek uzaklaştı. Dışarıda daha fazla kar yağacağını hissettiren bir durgunluk vardı. Hiç rüzgâr esmeyişi buna bir işaretti. Yakında daha da kötüleşecekti. Aralık ayı her zaman çok kötü olurdu ve bu kadar kuzeyde hava, diğer yerlere nazaran daha çabuk sertleşip soğurdu. Bazen kuzey Maine’de yaşamak insanı pişman ettirebilirdi. Adam hızla kadına dcğru yürüdü. “Hey, bayan, bayan! Yataktan kalkmış nereye gidiyorsunuz? Bu soğukta hastalanıp öleceksiniz.” Yaşlı-kadın, adamın söylediği son söze takıldı ve ilk kez Judd’a baktı. Kadın kısa ve zayıftı ama ayakta dimdik duruyordu ki bu da Aziz Martha’nın Yaşlılar Evi’nde diğer yaşayanlar arasında bir etki yaratıyordu. Judd, kadının diğerleri kadar yaşlı olmadığını düşündü.

Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş olan kişilerden sigara otlanmış olan diğerleri kadar. Bu kadın, en fazla altmış yaşındaydı. Judd, eğer o kadar yaşlı değilse kadının hasta, yani kendi tabiriyle bir kaçık olduğunu tahmin etti. Saçları gümüş grisi rengindeydi ve omuzlarından aşağı sarkıyordu. Neredeyse beline geliyordu. Gözleri açık maviydi ve doğrudan Judd’a ve ilerisine bakıyordu. Bir çift kahverengi bağcıklı çizme, bir gecelik, kırmızı bir atkı ve yürürken önünü iliklediği uzun, mavi bir palto giymişti. “Gidiyorum,” diye yanıtladı kadın. Sakin ama kararlı konuşmuştu. Bunu, sanki üstünde sadece gecelik ve ucuz bir palto bulunan altmış yaşındaki bir kadının, kuzey Maine’de bulunan huzurevini terk edişi olağan dışı bir şey değilmiş gibi söylemişti. Üstelik hava durumu 15 yerde donmuş olarak duran on beş santimlik karın üstüne daha fazla kar yağacağını bildirirken. Judd, kadının hemşire odasının önünden nasıl geçtiğini anlayamadı. Kadın, kimse fark etmeden ana kapıya ulaşmıştı. Bu yaşlıların bazılarının kurnaz olduğunu düşündü }udd. Arkanı bir saniyeliğine dönsen onlar gitmiş olurlardı.

Tepelere, eski evlerine ya da otuz yıl önce ölmüş olan sevgililerinin yanına giderlerdi. “Gidemeyeceğinizi biliyorsunuz/’ dedi Judd. “Haydi, yatağa geri dönmelisiniz. Ben şimdi bir hemşire çağıracağım. Bu yüzden olduğunuz yerde kalın ve ben de sizinle ilgilenmesi için birini arayayım.” Yaşlı kadın, paltosunu iliklemeyi kesti ve tekrar Oliver Judd’a baktı. Judd, ilk defa o an kadının korkmuş olduğunu fark etti. Gerçekten ciddi bir şekilde ölmekten korkuyordu. Bunu nasıl anladığını bilmiyordu. Belki de yanma yaklaşırken ilkel bir dürtüyle hissetmişti bunu. Kadının gözleri irileşti. Âdeta yalvarır gibiydi. Elleri de artık düğme iliklemekle meşgul olmadığı için titremeye başlamıştı. Kadın o kadar korkmuştu ki, Judd biraz ürktü. Sonra yaşlı kadın konuştu.

“O geliyor,” dedi. “Kim geliyor?” diye sordu Judd. “Caleb. Caleb Kyle geliyor.” Yaşlı kadın hipnotize olmuş gibi bakıyor ve sesi de korkuyla titriyordu. Judd başını salladı ve kadını kolundan kavradı. “Haydi,” dedi, kadını kabinin yanmdaki vinil bir sandalyeye oturturken. “Ben hemşireyi çağırırken siz burada oturun.” Caleb Kyle da kimdi? İsim neredeyse tanıdıktı ama tam olarak hatırlayamamıştı. Arkasında bir ses işittiği sırada hemşire odasının numarasını çeviriyordu. Yaşlı kadının neredeyse tepesine çıkmış olduğunu gördü. Şimdi gözleri tek bir noktaya bal6 kıyor gibi kısılmış ve ağzı da kaskatı kesilmişti. Elleri başının üstüne doğru kalkmıştı. Judd, elinde ne tuttuğunu görmek için gözlerini yukarı kaldırdı. Tam o an başına inen ağır cam vazoyu gördü.

Sonra her yer karardı. “Hiçbir şey göremiyorum’ dedi Neşeli Chester Nash. Arabanın camları buharlanmıştı.Öyle ki bu, Chester’da, klostrofobi2 etkisi yaratıyor ve yanında duran koca Paulie Block’ın cüssesi bile hiçbir işe yaramıyordu. Paulie giysisinin koluyla yan camı sildi. Uzakta, araba farları gökyüzünü deliyordu. “Sessiz ol,” dedi. “Geliyorlar.” Nutley ve Briscoe da, Briscoe’nun radyosu hayata geçip eski arazi yolundan Ferry Sahili’ne doğru bir araba geldiğini haber verdikten dakikalar sonra, farları görmüşlerdi. “Sence bunlar onlar mı?” diye sordu Nutley. “Belki,” diye yanıtladı Briscoe, Ford Taurus, Ferry Yolu’nda belirip Dodge’un yanına çektiği zaman palto-sundaki buzlanmayı temizlerken. Ajanlar, kulaklıkları yardımıyla Paulie Block’ın Chester’a hazır olup olmadığını sorduğunu işittiler. Cevap olarak sadece bir tıkırtı sesi duydular. Briscoe, bunun ne olduğundan emin olamadı ancak silah emniyetinin açılmış olduğunu düşündü. Aziz Martha’nın Yaşlılar Evi’nde bir hemşire Oliver Judd’un başının arkasma soğuk basınç uyguluyordu.

Karanlık Çukur’un şef yardımcısı Ressler, yedek devriye polisiyle birlikte Judd’un başında bekliyordu. Polisler hâlen sessizce kendisine gülüyorlardı. Ressler’ın du2 Kapalı yer korkusu. 17 daklarında, yok olan bir gülümsemenin belli belirsiz izleri vardı. Diğer bir köşede Karanlık Çukur’un sekiz kilometre güneyinde bulunan Greenville baş komiseri Dave Martel ve onun yanında da kasabadan, balıkçılık ve vahşi hayat bekçilerinden biri duruyordu. Aziz Martha, teknik olarak Karanlık Çukur’un yetki alanına giriyordu. Büyük endüstriyel ormanlar Kanada’ya doğru yayılmadan önceki son kasabaydı. Yine de Martel, yaşlı kadını duymuş ve eğer gerekirse yardımını sunmaya gelmişti. Ressler’dan hoşlanmazdı ama yardım etmekle hoşlanmanın hiçbir ilişkisi yoktu. Sert ve sessiz kasabanın küçük teşkilatı kurulalı Greenville’in sadece üçüncü şefi olan Martel, olanlarda gülünecek bir şey olmadığını düşünüyordu. Eğer kadını en kısa zamanda bulamazlarsa kadın ölecekti. Yaşlı bir kadının ölmesi için çok aşırı soğuğa ihtiyaç yoktu ve bu gece oldukça soğuktu. Her zaman bir polis olmak isteyip, boyu fazla kısa olduğu için olamayan Oliver Judd, Karanlık Çukur polislerinin kendisine güldüklerini biliyordu. Gülmeye hakları olduğunu düşündü. Ne de olsa hangi bekçi yaşlı bir kadın tarafından alt edilirdi ki? Üstelik şu an, bu yaşlı kadının elinde Oliver Judd’ın Smith&Wesson 625’i bulunuyordu.

Başlarında huzurevi müdürü Doktor Martin Ryley olan araştırma ekibi hareket için hazırlandı. Ryley, kapüşonlu bir kabana sıkıca sarınmıştı. Ellerinde eldivenleri ve ayaklarında da soğuk geçirmeyen çizmeleri vardı. Bir elinde acil yardım çantası, diğer elinde de Maglite fenerini tutuyordu. Ayağının dibinde, içinde sıcak giysiler, battaniye ve çorba dolu bir termos bulunan bir sırt çantası vardı. “Onu yolda gelirken görmedik. Bu yüzden arazinin içinden gidiyor olmalı,” diye duydu Judd biri konu18 surken. Ses, Will Patterson’ın sesine benziyordu. William Peterson, Guilford’da bir eczane işletiyordu ve karısının poposu da, ısırılmayı bekleyen bir şeftali gibiydi. “İş zorlaşacağa benziyor,” dedi Ryley. “Güneyde Kunduz Koyu var ama Şef Martel buraya gelirken onu görmemiş. Görünüşe göre ormanda amaçsızca dolanıyor.” Patterson’ın alıcısı cızırdadı ve konuşmak için uzaklaştı fakat hemen geri döndü. “Uçak, kadının yerini bulmuş. Buranın yaklaşık üç buçuk kilometre kuzeydoğusunda.

Ormanın derinlerine doğru gidiyormuş.” İki Karanlık Çukur polisi ve bekçi, Ryley ve hemşire eşliğinde harekete geçtiler. Polislerden biri, içinde giysi ve battaniyeler bulunan çantayı sırtına aldı. Şef Martel, Judd’a bakıp omzunu silkti. Ressler yardımını istememişti ve Martel istenmediği takdirde işe burnunu sokacak değildi. Ancak olanlarla ilgili olarak, kötü bir his vardı içinde, çok kötü bir his. Martel, beş kişilik grubun ormana doğru ilerleyişini seyrederken ilk kar taneleri düşmeye başladı. “Ho Chi Minh,” dedi Neşeli Chester. “Pol Pot. Lychee.” Dört Kamboçyalı ona sertçe baktı. Birbirine uyan mavi yün paltolar ve iç karartıcı, kravatlı, mavi takım elbiseler giyiyorlardı. Ellerinde de siyah deri eldivenler vardı. Üçü gençti. Muhtemelen yirmi beş ya da yirmi altıdan fazla olmadıklarını tahmin etti Paulie.

Dördüncü kişi daha yaşlıydı. Arkaya doğru düzleştirilmiş siyah saçında gri saç telleri sarkıyordu. Gözlük takmıştı ve filtresiz sigara içiyordu. Sol elinde, siyah, deri bir çanta tutuyordu. “Tet. Reis Mao. Nagasaki,” diye devam etti Neşeli Chester. “Çeneni kapar mısın?” dedi Paulie Block. 19 “Onları evlerindeymiş gibi hissettirmeye çalışıyorum.” Daha yaşlı olan adam, sigarasından son bir nefes çekip sahile doğru fırlattı. “Arkadaşın kendini aptal konumuna düşürmeyi kestiği an belki işe koyulabiliriz/’ dedi. “Gördün mü?” dedi Paulie Block Neşeli Chester’a, “Savaşlar böyle başlıyor.” “Şu Chester kesinlikle bir baş belası,” dedi Nutley. Soğuk gece havasında altı adamın yaptıkları konuşmanın tamamını eksiksizce duyuyorlardı. Briscoe onaylayarak başını salladı.

Yanında duran Nutley kamerayı, Kamboçyalı’nın elindeki çantayı görüntülemesi için yakınlaştırıp düzeltti. Sonra kamerayı, Kamboçyalı’yı ve elinde tuttuğu çantanın yanında Paulie Block’ı da içine alması için biraz geriye çekti. Onların işi seyretmek, dinlemek ve kaydetmekti. Kesinlikle bir şeyi bölmeyeceklerdi. Bölme kısmı sonradan gelecekti; tüm bunlar – artık bu her neyse çünkü ellerinde olan tek şey buluşma noktasıydı-onları Boston’da bulunan Tony Celli’ye götürünce, içinde iki ajan bulunan bir araba, Meşe Tepesi’ndeki Dodge’u almak için bekliyordu. Bunun yanında ikinci bir araba da Kamboçyalılar’ı takip edecekti. Briscoe bir gece görüş dürbünü aldı ve Neşeli Chester Nash’e doğru tuttu. “Chester’ın paltosunda olağan dışı bir şey görüyor musun?” diye sordu. Nutley kamerayı biraz sağa doğru çevirdi. “Hayır,” dedi. “Bekle. Sanki elli yıllıkmış gibi görünüyor. Elleri ceplerinde değil. Elleri göğsünün altındaki yırtmaçların içinde. Sıcak tutmak için garip bir yöntem, değil mi?” “Evet,” dedi Briscoe,”Gerçekten garip.

” 20 “Kadın nerede?” dedi, daha yaşlıca olan Kamboçyalı, Paulie Block’a. Paulie arabanın bagajına doğru eğildi. Kamboçyalı başını salladı ve ortaklarından birine çantayı verdi. Çanta açıldı ve Kamboçyalı, Paulie ve Chester’ın görebilmesi için, içini onlara doğru tuttu. Chester fısıldadı. “Kahretsin,” dedi. “Kahretsin,” dedi Nutley. “O çantada bir sürü nakit para var.” Briscoe dürbünü paralara doğru yöneltti. “Tanrım. Burada belki üç milyon vardır.” “Tony Celli’yi her neredeyse bulup satın almak için yeterli,” dedi Nutley. “Evet.” “Fakat bagajda kim var?” diye sordu Nutley. “Evlat, biz de zaten bunu bulmak için buradayız.

” Beş kişilik grup, sert zeminde dikkatle ilerliyordu. Giderken aldıkları nefes, beyaz buhar olarak dışarı çıkıyordu. Etraflarındaki ağaçların uçları gökyüzünü kapatıyordu ve dallarıyla, yağan karları kucaklıyorlardı. Buradaki toprak taşlıydı ve yeni yağan kar, yerleri kaygan ve tehlikeli yapmışü. Ryley, çoktan bir kez sendeleyip acıyla bacağını çizdirmişti. Üstlerindeki gökyüzünde, Moosehead Gölü’nden gelen Currier’ın uçaklarından biri olan Cessna’nın motorunun sesini duyabiliyor ve ışıklarının, önlerindeki alanda bir şeye sabitlendiğini görebiliyorlardı. “Kar yağmaya devam ederse, uçak geri dönmek zorunda kalacak,” dedi Patterson. “Neredeyse geldik,” dedi Ryley. “On dakika sonra ona ulaşmış olacağız.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir