Los Angeles Limanı’nda bir çok işe girip çıkmıştım, çünkü yoksulduk ve babanı ölmüştü. İlk işim çukur kazmak olmuştu, liseden mezun olduktan kısa bir süre sonra. Geceleri sırtımın ağrısından uyuyamıyordum. Boş bir alanda hafriyat yapıyorduk, hiç gölge yoktu, güneş bulutsuz gökyüzünden dosdoğru üzerimize iniyordu ve ben zevk için kazan iki yarmayla birlikte o çukurun dibindeydim. Adamlar sürekli fıkra anlatıp katıla katıla gülüyor, acı tütün içiyorlardı. Çılgın gibi girişmiştim işe, bana öğrenmem gereken birkaç şey olduğunu söyleyip gülmüşlerdi. Sonra kazmayla kürek ağırlaşmaya başladı. Su toplayan avucumu emip nefret ettim o adamlardan. Bir gün, öğle paydosunda, oturup ellerime baktım. Seni öldürmeden bu işi bırak, dedim kendi kendime. Ayağa kalkıp küreğimi yere sapladım. “Arkadaşlar,” dedim, “Liman Komisyonu’nun bana önerdiği işi kabul etmeye karar verdim.” Ertesi gün bulaşıkçı olarak çalışmaya başladım. Her gün delikten farksız pencereden dışarı bakıyor ve üzerinde sineklerin uçuştuğu çöp yığınlarını görüyordum. Ev kadını gibi hissediyordum kendimi bulaşık yıkarken, bulaşık suyunun içinde ölü balıkları andıran ellerim iğrenç görünüyorlardı. Şişko aşçıydı benim patronum. Tavalarla şamata yapıp çalıştırıyordu beni. Yanağına bir sinek musallat olduğunda zevkten dört köşe oluyordum. Dört hafta çalıştım o işte. Arturo, dedim sonunda, bu iş fazla bir gelecek vaat etmiyor, neden hemen istifa etmiyorsun? Neden şu aşçıya cehenneme kadar yolu olduğunu söylemiyorsun? Geceyi bekleyecek halim yoktu. O sıcak ağustos öğle sonrasında önümdeki bulaşık yığınına baktıktan sonra önlüğümü çıkardım. Gülümsedim, elimde değildi. “Gülünç bir şey mi var?” diye sordu aşçı. “Benden bu kadar. İşi bırakıyorum. Gülünç olan bu.” Arka kapıdan çıktım, arkamdan bir çan çaldı. Aşçı çöp yığınının ve bulaşıkların arasında durmuş başını kaşıyordu. O bulaşıkları düşündükçe gülerim, hep gülünç gelmiştir bana. Bir kamyonda hamallık yapmaya başladım sonra. Bütün yaptığımız San Pedro ve Wilmington’daki liman esnafına koliyle tuvalet kağıdı dağıtmaktı. Büyüktü koliler, her biri yirmi beş kilo. Geceleri yatağımda o kolileri düşünüyor, sabaha kadar dönüp duruyordum. Kamyonu patronum kullanıyordu. Kollan dövmeliydi. Daracık sarı polo gömlekler giyerdi. Kas fışkırıyordu adamın her yerinden. Bir kızın saçlarını okşar gibi okşardı kaslarını. Onu kıvrandıracak bir şeyler söylemek gelirdi hep içimden. Koliler depoda diziliydi, tavana kadar. Patron kollarını kavuşturup kolileri kamyona taşımamı söylerdi. O dizerdi kolileri. Arturo, dedim bir gün kendi kendime, bir karar vermen gerekiyor; adam çok güçlü görünüyor, ama sana ne? O gün düştüm ve kolilerden biri mideme indi. Patron homurdanıp başını salladı. Kolej takımında bir Amerikan futbolu oyuncusunu çağrıştırdı bana, neden üzerinde üniforması yok diye geçirdim içinden. Ayağa kalktım gülümseyerek. Öğle paydosunda yemeğimi yavaş yavaş yedim, aldığım darbeden midem ağrıyordu. Kamyonun altına uzanmıştım, serindi orası. Öğle paydosu göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Patron depodan çıkıp beni sandviçimi dişlerken buldu, şeftalim dokunulmamış olarak yanımda duruyordu. “Gölgede oturman için para vermiyorum sana,” dedi. Kamyonun altından çıkıp ayağa kalktım. Sözcükler hazırdı. “Benden bu kadar,” dedim. “Senin ve aptal kaslarının cehenneme kadar yolu var. İşi bırakıyorum.” “İyi,” dedi. “Umarım.” “Kesinlikle bırakıyorum.” “Allaha şükür.” “Bir şey daha var.” “Ne?” “Bence fazla gelişmiş ayının tekisin.” Yakalayamadı beni. Daha sonra şeftaliye ne olduğunu merak ettim. Topuğuyla ezmiş miydi acaba? Üç gün sonra öğrenmek için oraya gittim. Şeftali yolun kenarında duruyordu, üzerinde yüzlerce karınca kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Sonra bakkal çırağı olarak işe başladım. Patronum karpuz göbekli, Tony Romera adında bir İtalyan’dı ve bir şeyle meşgul olmadığında peynir sandığının başında durup parmaklarıyla küçük peynir parçalan koparırdı. Liman halkı ithal mal istediklerinde ona gelirlerdi. Bir sabah dükkana girdi ve beni elimde kağıt kalemle buldu. Envanter çıkarıyordum. “Envanter mi?” dedi. “O da ne?” Anlattım, hoşuna gitmedi. Etrafına bakındı. “İşe koyul,” dedi. “Her sabah ilk iş olarak yerleri süpüreceğini sanıyordum.” “Envanter çıkarmamı istemiyor musun?” “Hayır. İşe koyul. Envanter menvanter istemiyorum, yerleri süpür.” Her gün saat üç sularında dükkan dolup taşıyordu. Bir kişinin tek başına altından kalkabileceği bir iş değildi. Tony Romero elinden geleni yapıyor ama yetişemiyordu; boynu ter içinde kalıyor, müşteriler bir süre bekledikten sonra zamanlan olmadığı için gidiyorlardı. Bir gün Tony beni bulamadı. Dükkanın arkasına gelip tuvaletin kapısını yumrukladı. İçerde Nietzsche okuyor, şehvet üzerine uzun bir bölümü ezberlemeye çalışıyordum. Kapının yumruklandığını duydum ama oralı olmadım. Tony Romera kapının önüne bir yumurta sandığı koyup üzerine çıktı. Koca çenesi kapının üzerine uzandı ve beni gördü. “Managgia Jesu Christi!”diye bağırdı. “Hemen çık ordan!” Hemen çıkacağımı söyledim ona. Kükreyerek uzaklaştı. Ama bu yüzden kovmadı beni. ’ Bir akşam kasanın başında o gün yaptığı satışları topluyordu. Geç olmuştu, dokuza geliyordu saat. Kapanmadan önce kütüphaneye yetişmek istiyordum. Bir küfür homurdanıp beni çağırdı. Yanına gittim. “Kasada on dolar açık var.” “Tuhaf,” dedim. “On dolar yok.” Hesaplarını üç kez dikkatle kontrol ettim. On dolar eksikti gerçekten. Testere talaşını tekmeleyerek yerlere baktık. Sonra kasaya baktık bir kez daha, sonunda çekmeceyi çıkarıp içine baktık. Bir şey bulamadık. Belki yanlışlıkla birine vermiş olabileceğini söyledim. Öyle bir şey yapmadığından emindi. Parmaklarını gömleğinin ceplerine daldırıp duruyordu. Sosisten farkı yoktu parmaklarının. Ceplerini okşadı. “Bir sigara ver bana.” Arka cebimden sigara paketini çektim, on dolarlık banknot düştü yere. Sigara paketinin içine zulalamıştım, ama çıkmıştı içinden bir şekilde. Aramıza düştü. Tony elindeki kurşun kalemi sıkıp parçaladı. Yüzü morardı, yanakları şişip indi. Boynunu geriye atıp yüzüme tükürdü. “Seni iğrenç sıçan! Defol!” “Pekala,” dedim. “Sen bilirsin.” Tezgahın altından Nietzsche kitabımı alıp kapıya doğru yürüdüm. Nietzsche! O ne biliyordu ki Nietzsche hakkında? On doları buruşturup bana fırlattı. “Üç günlük mesai ücretin, hırsız piç!” Omuz silktim. Böyle bir yerde Nietzsche! “Gidiyorum,” dedim. “Heyecanlanma.” “Defol!” Elli adım uzaktaydı benden. “Bak,” dedim, “gidiyor olmaktan son derece memnunum. O gülünç ve hantal riyakarlığından bıktım. Bir haftadır bu korkunç işten ayrılmaya can atıyordum. Cehenneme kadar yolun var, sahtekar Dago!” Ancak kütüphanenin kapısına vardığımda kestim koşmayı. Los Angeles halk kütüphanelerinden biriydi. Bayan Hopkins görevliydi o gün. Uzun sarı saçlarını özenle taramıştı. Yüzümü saçlarına gömüp koklamak gelirdi içimden hep. Okşamak. Ama o kadar güzeldi ki onunla konuşmakta bile güçlük çekiyordum. Gülümsedi. Soluğum kesildiği için saate baktım. “Yetişemeyeceğimi sanmıştım,” dedim. Birkaç dakikam daha olduğunu söyledi. Masanın arkasına bir göz attım, bol bir elbise giydiğini görünce, sevindim. Bir bahaneyle onu benimle yürümeye ikna edebilsem bacaklarının siluetini görebilirdim. Meşgul değildi. İki yaşlı insan vardı içerde sadece, gazete okuyorlardı. Ben soluklanmaya çalışırken Nietzsche’yi benden aldı. “Bana tarih bölümünü gösterebilir misiniz?” dedim. Gülümseyip göstereceğini söyledi, onu izledim. Hayal kırıklığına uğradım ama. Yanlış bir elbiseydi, açık mavi; kumaşı ışığı geçirmiyordu. Topuklarının kıvrımını seyrettim. Öpmek geldi içimden topuklarını. Tarih bölümüne geldiğimizde döndü ve onu düşündüğümü hissetti. Buz kesti birden. Masaya döndü. Kitapları raflardan çekip geri koymaya başladım. Düşüncelerimi hissediyordu hâlâ, ama başka bir şey düşünmek istemiyordum. Masanın arkasında bacak bacak üstüne atmıştı. Harikuladeydi bacakları. Kucaklamak istedim onları. Gözlerimiz buluştu, gülümsedi; bakmak istiyorsan bak, yapabileceğim bir şey yok, ama yüzüne bir tokat yerleştirmeyi isterdim doğrusu, diyen bir gülümseme. Konuşmak istiyordum onunla. Nietzsche’den bazı harikulade bölümleri ezbere okuyabilirdim ona; Zerdüş’ün şehvete dair konuştuğu bölümü özellikle. Ah! Ama o bölümü asla dillendiremezdim. Saat tam dokuzda zil çaldı. Telaşla Felsefe bölümüne gidip rastgele bir kitap kaptım. Bir Nietzsche daha: İnsan ve Süperinsan. Etkileneceğinden emindim. Damgalamadan önce birkaç sayfasını çevirdi. “Tanrım!” dedi, “ne biçim kitaplar okuyorsun!” “Bu da bir şey mi,” dedim. “Asla boş kitap okumam.” Gülümsedi ve iyi geceler diledi. “Harikulade bir gece,” dedim, “şiir gibi.” “Öyle mi?” dedi. Tuhaf bir bakış attı bana, kurşun kaleminin ucu saçlarının arasında. Geri çekildim, kapıdan çıkarken kapaklanıyordum az kalsın. Dışarı çıktığımda kendimi daha da kötü hissettim çünkü harikulade filan değildi gece, soğuk ve sisliydi. Adamın teki arabasını kaldırıma yanaştırmış bekliyordu, arabanın motoru çalışıyordu. Bayan Hopkins’i Los Angeles’a götürmek için bekliyordu. Hıyarın tekiydi bana kalırsa. Spengler okumuş muydu? Batı’nın çökmekte olduğunu biliyor muydu? Bu konuda ne yapıyordu? Hiç! Cibilliyetsiz budalanın tekiydi. Cehenneme kadar yolu vardı. Sis etrafımı sarmış, iliklerime işliyordu sigaramı tüttürerek yürürken. Anaheim Caddesi’ndeki Jim’in Yeri’ne girdim. Adamın teki tezgahta yemek yiyordu. Rıhtımda birkaç kez görmüşlüğüm vardı onu. Hayes adında bir yükleme işçisiydi. Yanma oturup yemek siparişi verdim. Yemek hazırlanırken kitap rafına gidip kitaplara bir göz attım. Bir dolarlık ucuz baskılar. Beş tane çektim. Sonra dergi bölümüne gidip dergilere baktım. Kadınların yarı çıplak pozlar verdiği iki dergi buldum ve Jim yemeğimi getirdiğinde ona dergileri paketlemesini söyledim. Kolumun altındaki Nietzsche’yi gördü: İnsan ve Süperinsan. “Hayır,” dedim, “bunu paketlemeye gerek yok, taşıyacağım.” Sert bir biçimde tezgahın üzerine koydum kitabı. Hayes’in gözleri kitabın kapağına kaydı, eğilip başlığını okudu: İnsan ve Süperinsan. Tezgahın arkasındaki aynadan bana baktığını hissedebiliyordum. Bifteğimi yemekle meşguldum. Jim çenemi izliyordu bifteğin yumuşak olup olmadığını anlamak için. Hayes kitabın kapağına bakıyordu hâlâ. “Jim,” dedim, “bu besin maddesinin modası kesinlikle geçmiş.” ‘ Jim ne demek istediğimi sordu, Hayes dinlemek için yemeye ara verdi. “Biftek,” dedim, “arkaik, ilkel, paleoantropik ve antik. Kısaca, bunamış.” Jim anlamadığını söyledi yüzünde bir gülümsemeyle, yükleme işçisi o kadar ilgilenmişti ki çiğnemeyi kesmişti. “Ne diyorsun?” diye sordu Jim. “Et, diyorum dostum. Et. Önümdeki besin maddesi. Kaya parçasından farkı yok.” Bakışlarımı Hayes’e yönelttiğimde başını hızla öne eğdi. Biftek meselesi Jim’in canını sıkmıştı, tezgahın üzerinden bana doğru eğilip kulağıma istersem yeni bir biftek pişirebileceğim fısıldadı. “Olur şey değil!” dedim. “Boş ver be adam! En çılgın hayalimlerimi aşan bir öneri.” Aynadan Hayes’in beni süzdüğünü görebiliyordum. Bir bana bakıyordu bir kitaba. İnsan ve Süperinsan. Bifteği çiğneyip önüme bakmakla yetindim. Yemek boyunca beni inceleyip durdu. Bir keresinde gözlerini üzerime dikip uzun uzun baktı. İnsan ve Süperinsan. Hayes yemeğini bitirdikten sonra hesabı ödemek için kasaya gitti. Jim’le birlikte kasanın önünde durup fısıldaştılar. Hayes başını salladı. Jim gülümsedi, sonra tekrar fısıldaştılar. Hayes gülümseyip iyi geceler diledi, kapıdan çıkarken omzunun üzerinden bana son bir kez baktı. Jim yanıma geldi. “O adam senin hakkında bilgi almak istedi,” dedi. “Deme yahu!” “Çok zeki biri gibi konuştuğunu söyledi.” “Kuşkusuz! Kim o adam, ne iş yapar?” Jim adamın adının Joe Hayes olduğunu söyledi, yükleme işçisiydi. “Ödleklere göre bir iş,” dedim. “Eşeklere ve dangalaklara uygun. Sansar ve antropoit dolu bir dünyada yaşıyoruz.” On dolarlık banknotu çıkarıp uzattım. Kasaya gidip paranın üstünü getirdi. Yirmi beş sent bahşiş vermek istedim ama kabul etmedi. “Gelişigüzel bir davranış,” dedim. “Basit bir dostluk simgesi. Kendine has bir tavrın var, Jim. İnsanın gönlünü kazanmayı biliyorsun.” “Herkesi memnun etmeye çalışırım.” “Şikayetten yoksunum, Çehov’un diyeceği gibi.” “Ne marka sigara içiyorsun?” Söyledim. İki paket verdi. “Benden,” dedi. Paketleri cebime soktum. Bahşiş almayı reddediyordu ama. “Al!” dedim. “Bir jest alt tarafı.” Israrla reddetti. Birbirimize iyi geceler diledik. O mutfağa gidip bulaşıklara baktı, ben kapıya yöneldim. Kapıdan çıkarken uzandım ve raftan iki paket çikolatayı kaptığım gibi gömleğimin altına soktum. Sis yuttu beni. Eve yürürken bir yandan da çikolataları yedim. İyi ki sis vardı, yoksa Bay Hutchins beni görebilirdi. Küçük radyo dükkanının kapısında öylece duruyordu. Beni arıyordu. Taksitle aldığım radyonun son dört taksitini ödememiştim. Uzanıp yakama yapışabilirdi, ama beni görmedi bile.
John Fante – Los Angeles Yolu
PDF Kitap İndir |