John Steinbeck – Al Midilli

Gün ağarırken Billy Buck yatakhaneden çıktı ve gökyüzüne bakarak verandada bir süre durdu. Tıknaz, çarpık bacaklı, pos bıyıklı, ufak tefek bir adamdı; şişkin ve kaslı avuçları, küt parmakları vardı. Su yeşili gözleri dalgın bakıyordu ve geniş kenarlı şapkasının altından fışkıran fırça gibi saçlarının rengi güneşten sararmıştı. Billy, verandaya çıktığında, hâlâ gömleğini kot pantolonunun içine sokmakla meşguldü. Kemerini gevşetip tekrar sıkılaştırdı. Kemerinde, her deliğin yanındaki yıpranmış, parlak yerler, Billy’nin belinin yıllar içinde ne kadar kalınlaştığını gösteriyordu. Billy havaya baktı, sonra her bir burun deliğini, işaretparmağıyla birer birer kapatıp soluğunu hızla vererek temizledi. Ardından, ellerini ovuşturarak ahıra doğru yürüdü. Ahırın iç bölmelerindeki iki binek atını, onlarla mırıl mırıl konuşarak tımarladı; çiftlik evindeki yemek çanı çalmaya başladığında işini ancak bitirmişti. Billy fırçayı ve kaşağıyı birbirine geçirip parmaklığın üzerine astı ve kahvaltıya gitti. Hareketleri telaşsız ancak hızlıydı; öyle ki eve vardığında Bayan Tiflin yemek çanını hâlâ çalmaktaydı. Bayan Tiflin, kır saçlı başını eğerek onu selamladı ve mutfağa girdi. Billy Buck sığırlara bakan bir işçiydi ve yemek odasına önce onun girmesi uygun olmayacağından, basamaklara oturdu. Evde, ayaklarını vura vura çizmelerini giyen Bay Tiflin’in gürültüsünü duydu. Yemek çanının ahenksiz tiz sesi Jody’yi harekete geçirdi.


On yaşında, tozlu sarı otları andıran saçları, utangaç ve nazik bakışları olan gri-mavi gözlü küçük bir oğlandı Jody; düşünürken dudaklarını kıpırdatır di hep. Çanın sesi onu uykusundan uyandırmıştı. Kulakları tırmalayan bu sese itaat etmemek aklından bile geçmedi. Bu sesin çağrısına hiçbir zaman uymazlık etmemişti; tanıdığı hiç kimse de böyle bir şeyi asla yapmamıştı. Gözlerinin üzerine düşen karmakarışık saçlarını düzelti ve pijamalarını çıkardı. Kısa bir süre sonra, mavi gömleği ile tulumunu giyip hazırlanmıştı bile. Yazın son günleriydi, dolayısıyla ayakkabı giymekle uğraşması gerekmiyordu. Mutfakta, annesi musluğun önünden ayrılıp ocağa gidene kadar bekledi. Sonra yüzünü yıkadı ve ıslak saçlarını elleriyle düzeltti. Musluğun önünden ayrılırken annesi ona sert bir şekilde baktı, Jody de utangaç bir tavırla bakışlarını kaçırdı. “Saçlarını daha fazla uzamadan kesmem gerek,” dedi annesi. “Kahvaltı masada hazır. Git otur ki, Billy de gelebilsin.” Jody, yıpranmış, yer yer altındaki bez dokumanın göründüğü beyaz muşamba örtülü uzun masaya oturdu. Servis tabağına yağda pişmiş yumurtalar dizilmişti.

Jody tabağına üç yumurta ve üç kalın dilim gevrek domuz pastırması aldı. Yumurta sarılarının birinin üzerindeki kan damlasını dikkatle sıyırdı. Billy Buck ağır adımlarla içeri girdi. “Bunun sana bir zararı olmaz,” diye açıkladı. “Yalnızca, horozun bıraktığı bir iz o.” Daha sonra, Jody’nin uzun boylu, sert görünümlü babası içen girdi; Jody döşemede çıkan sesten, babasının çizmelerini giymiş olduğunu anladı, ama emin olmak için yine de masanın altına baktı. Pencerelerden içeri gün ışığı dolup ortalığı aydınlatmıştı, babası masanın üzerindeki gaz lambasını söndürdü. Jody o gün babasının ve Billy Buck’ın nereye gideceğini sormadı, ama onlarla gidebilmeyi isterdi. Babası disiplinli bir adamdı. Jody her zaman ona, hiç soru sormadan itaat ederdi. Şimdi, Cari Tiflin de oturmuş, yumurtaların olduğu servis tabağına uzanmıştı. “Đnekleri götürmek için hazırladın mı, Billy?” diye sordu. “Aşağı ağıldalar,” diye cevapladı Billy. “Onları tek başıma da götürebilirdim.” “Tabii ki götürebilirdin.

Ama insanın arkadaşa ihtiyacı var. Ayrıca, senin boğazın da pek sık kuruyor.” Cari Tifflin bu sabah neşeliydi. Jody’nin annesi kapıdan başını uzattı. “Ne zaman dönersiniz Cari?” “Bir şey söyleyemem. Salinas’ta görüşmem gereken bazı kişiler var. Karanlığa kalabiliriz.” Yumurtalar, kahve ve kocaman kurabiyeler hızla tükendi. Jody, evden çıkan iki adamı izledi. Ata binişlerini ve altı yaşlı süt ineğini dışarı çıkararak, Salinas tarafındaki tepeye doğru yola koyuluşlarını seyretti. Yaşlı inekleri kasaba satacaklardı. Onlar tepenin üzerinde gözden kaybolduklarında, Jody de evin arkasındaki tepeye doğru tırmandı. Evin köşesini dönen köpekler, neşeyle ona doğru koştular. Jody onların kafalarını okşadı. Doubletree Mutt’ın kocaman, kalın bir kuyruğu ve sarı gözleri vardı.

Çoban köpeği Smasher ise bir çakalı öldürmüş ve onunla dövüşürken bir kulağını kaybetmişti. Smasher’in 10 tek sağlam kulağı, bu cins köpeklerin kulaklarının olması gerektiğinden daha dik duruyordu. Billy Buck, Smasher’in hep böyle olduğunu söylemişti. Daha sonra, sevinçten çılgına dönmüş köpekler, burunları yerde, oğlanın gelip gelmediğinden emin olmak için ara sıra arkalarına bakarak ciddi bir tavırla ilerlediler. Tavukların bulunduğu avluya geldiler ve tavuklarla birlikte yemlenen bıldırcınları gördüler. Smasher, bekçilik edecek koyunlar olursa diye formda kalmak için biraz tavukları kovaladı. Jody, daha olmamış yeşil mısırların boyunu aştığı sebze tarlasına doğru yürüdü. Balkabakları henüz küçük ve yeşildi. Soğuk kaynak suyunun bir borudan akıp yuvarlak tahta bir tekneye dolduğu çalılıklara doğru ilerledi. Eğildi ve suyun tadının en iyi olduğu yeşil yosunlu kısma ağzını dayayıp su içti. Sonra dönerek kırmızı sardunyalarla çevrili, alçak, beyaz badanalı çiftlik evine ve Billy Buck’in tek başına kaldığı, selvi ağacının yanındaki uzun yatakhane binasına doğru baktı. Jody, selvinin altındaki büyük, kara kazanı görebiliyordu. Burada domuz haşlanırdı. Güneş şimdi, evin, ahırın ve ambarların beyaz badanası üzerinde parlayıp ıslak otlara yumuşak bir ışıltı yayarak tepenin üstünde yükseliyordu. Jody’nin arkasındaki yüksek çalılıkta, kuşlar, kuru yaprakları hışırdatarak yerde koşuşturuyor, tepenin kenarlarında sincaplar kulak tırmalayıcı bir sesle bağırıyordu.

Jody çiftliğin yapılarına baktı. Havada bir belirsizlik hissetti, bir değişiklik, bir kayıp, yeni ve bilinmedik şeylerin kazanıldığı duygusu… Tepenin yamacında iki büyük, siyah akbaba yere çok yakın mesafede süzülüyor, gölgeleri hızla önlerinde kayıp gidiyordu. Jody biliyordu, yakınlarda bir hayvan ölmüştü. Bir inek ya da bir tavşan olabilirdi. Akbabaların gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Herkes gibi, Jody de onlardan nefret ediyordu, ancak leş parçalarını kapıp hemen kaçtıkları için onlara zarar vermek mümkün değildi. Bir süre sonra, oğlan avare avare tepeden aşağı indi. Köpekler onu izlemeyi çoktan bırakmış ve kendilerince vakit geçirmek için çalılığa dalmışlardı. Jody tekrar sebze bahçesinden geçti ve bir ara duralayıp topuğuyla yeşil bir misk kavununu ezdi ama, bu yaptığından hoşnut kalmadı. Yaptığının kötü bir şey olduğunu çok iyi biliyordu. Parçalanmış kavunu gizlemek için üzerine ayağıyla toprak iteledi. Eve döndüğünde, annesi parmaklarını ve tırnaklarını incelemek için oğlanın sertleşmiş ellerinin üzerine eğildi. Yolda giderken pek çok şey olabileceğinden, onu okul için temizlemeye çalışmak yararsızdı. Oğlanın parmaklarındaki kirden kapkara olmuş çatlaklara bakarak içini çekti, kitaplarını ve öğle yemeğini eline vererek onu okula uğurladı. Bugün Jody’nin dudaklarının sürekli kıpırdadığını fark etmişti.

Jody yola koyuldu. Ceplerini, yoldaki küçük beyaz kuvartz parçalarıyla doldurdu ve bir kuş ya da uzun yolda güneşlenen bir tavşan gördüğünde, taşları onlara fırlattı. Köprünün üzerindeki kavşakta iki arkadaşını gördü ve üçü birlikte, çocukça aptallıklar yaparak, güle eğlene okula doğru yürüdüler. Okul açılalı yalnızca iki hafta olmuştu, öğrencilerdeki asi ruh hâlâ devam ediyordu. Jody tepeyi tırmanıp tekrar çiftliğe baktığında, öğleden sonra saat dört olmuştu. Gözleri atları aradı, ama ağıl boştu. Babası henüz eve dönmemişti. Daha sonra ağır ağır, öğleden sonraki işlerini yapmaya gitti. Çiftlik evinde annesini, verandada oturmuş, çorapları yamarken buldu. Annesi, “Mutfakta senin için iki tane şekerli çörek var,” dedi. Jody sessizce mutfağa geçti, geri döndüğünde ağzı doll luydu ve elinde, yarısı yenmiş bir çörek tutuyordu. Annesi, o gün okulda neler öğrendiğini sordu, ama Jody’nin dolu ağzıy-12 la verdiği cevabı dinlemedi; sözünü keserek “Jody, bu akşam odun sandığını ağzına kadar doldur. Dün akşam, odunları hep çapraz koymuşsun ve sandığı yalnızca yarıya kadar doldurmuşsun. Bu akşam odunları düzgün koy. Bir de Jody, tavukların bazıları yumurtalarım saklıyor ya da onları köpekler yiyor.

Otların arasına bak bakalım hiç folluk var mı?” Jody, çöreğini yemeye devam ederek işlerini yapmaya koyuldu. Yemi attığında, bıldırcınların tavuklarla birlikte yemlenmeye geldiğini gördü. Nedense, babası onların gelmesinden gurur duyuyordu. Bıldırcınların kaçıp gideceği korkusuyla, evin yakınlarında ateş edilmesine hiçbir zaman izin vermezdi. Odun sandığı dolduğunda, Jody yirmi ikilik tüfeğini alarak çalılıklara, soğuk su kaynağına doğru gitti. Yine su içti ve sonra silahını gördüğü her şeye, kayalara, uçan kuşlara, selvi ağacının altındaki büyük kara kazana doğrulttu, ama fişeği olmadığı ve on iki yaşına gelene kadar da olmayacağı için ateş etmedi. Babası, tüfeği eve doğru yönelttiğini görseydi, fişekleri bir yıl daha saklardı. Jody bunu hatırlayınca, tüfeği bir daha tepeden aşağı doğru çevirmedi. Đki yıl, fişekleri beklemek için fazlasıyla uzundu zaten. Babası hemen hemen bütün armağanlarını, değerlerini biraz azaltan kısıtlamalarla veriyordu. Sıkı bir disiplin vardı. Akşam yemeği için karanlık basıp babası dönene dek beklediler. Sonunda Billy Buck’la babası içeri girdiklerinde, ne-feslerindeki hoş konyak kokusunu alabiliyordu Jody. Babası böyle konyak koktuğu zamanlarda bazen onunla konuştuğu, hatta çocukluğunun o deli günlerinde yaptıklarından söz ettiği için, içten içe sevindi. Yemekten sonra Jody şöminenin başına oturdu ve çekingen, uysal gözlerini odanın köşelerinde gezindirerek babasının söyleyeceklerini bekledi, vereceği bir haber olduğunu bi-liyordu.

Ama düş kırıklığına uğradı. Babası parmağını sertçe uzatarak, “Artık yatsan iyi olur Jody. Sabah sana ihtiyacım olacak,” dedi. Bu o kadar da kötü değildi. Jody, yapması gereken şeyleri yerine getirmeyi seviyordu, yeter ki her zamanki işlerden olmasın. Yere baktı ve konuşmadan önce dudakları kıpırdadı. “Sabah ne yapacağız, domuz mu keseceğiz?” diye sordu yavaşça. “Sen bunları takma kafana. Haydi, artık yat.” Kapıyı kapattığında, Jody babasının ve Billy Buck’ın gülüştüklerini duydu, işin içinde bir şaka olduğunu anladı. Yatağına yattığında, diğer odadan gelen mırıltılardan konuşulanları anlamaya çalıştı. Babasının “Ama Ruth, çok fazla para ödeme-dim ki!” dediğini duydu. Jody ambarda baykuşların fare avladığını, bir meyve ağacının dallarının eve çarptığını işitti. Uykuya daldığı sırada bir inek böğürüyordu. Ertesi sabah yemek çanının sesi duyulduğunda, Jody her zamankinden daha hızlı giyindi.

Mutfakta yüzünü yıkayıp saçlarını taradığı sırada, annesi gergin bir sesle tembihledi: “Sakın doğru dürüst kahvaltı etmeden dışarı çıkma.” Jody yemek odasına girdi ve uzun beyaz masaya oturdu. Servis tabağından, dumanı tüten sıcak bir dilim ekmek aldı, üzerine yağda pişmiş iki yumurta koydu, üzerine ikinci bir dilim daha yerleştirdi ve çatalıyla bastırdı. Babasıyla Billy Buck içeri girdiler. Jody ayak seslerinden her ikisinin de düz topuklu ayakkabı giydiğini anlamıştı, yine de emin olmak için eğilip masanın altına baktı. Gün ışımıştı, babası gaz lambasını söndürdü. Sert ve katı görünüyordu, ama Billy Buck, Jody’ye hiç bakmadı. Oğlanın soru soran çekingen bakışlarından kaçınarak koca bir dilim kızarmış ekmeği kahvesine batırdı. Cari Tiflin ters bir sesle, “Kahvaltıdan sonra bizimle gel,” dedi Jody’yeJody, bu sözlerden sonra lokmalarını yutmakta güçlük çekti; havada bir felaket kokusu vardı. Billy fincanının tabağını eğip içine dökülen kahveyi de içtikten sonra ellerini pantolonuna sildi. îki adam masadan kalkıp birlikte gün ışığına çıktılar. Jody de saygıyla birkaç adım geriden onları izledi. Zihnini durdurmaya, hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu. Annesi, “Cari, sakın onu okuldan alıkoyma!” diye seslendi. Bir dalından, domuzları kesmek için yerleştirilmiş bir askının sarktığı selvi ağacının ve kara demir kazanın yanından geçtiler, öyleyse domuz kesmeyeceklerdi.

Güneş tepenin üzerinde parladı; ağaçların ve yapıların koyu, uzun gölgeleri yere düşüyordu. Ahıra kestirmeden gitmek için, biçilmiş bir tarladan geçtiler. Jody’nin babası kapıyı açtı, içeri girdiler. Güneşe karşı yürümüşlerdi, içeriye girdiklerinde ahır onlara kapkaranlık geldi. Saman ve hayvanlar içerisini ısıtmıştı. Jody’nin babası ahırın bölmelerinden birine doğru yürüdü, “Buraya gel!” diye buyurdu. Jody şimdi bir şeyler seçebiliyordu. Bölmeden içeri bakar bakmaz geri çekildi. Bir al tay bölmeden ona bakıyordu. Gergin kulakları öne doğru dikilmişti ve gözlerinde asi bir pırıltı vardı. Tüyleri sert ve kalın, yelesi uzun ve karmakarışıktı. Jody’nin boğazı düğümlendi, nefesi kesildi. iyi bir tımar istiyor,” dedi babası. “Yem vermediğini ya da burayı kirli bıraktığını duyarsam, hemen gönderirim onu, bilmiş ol.” Jody, artık midillinin gözlerine bakamıyordu.

Bir süre ellerine baktıktan sonra, çekinerek, “Bu benim mi?” diye sordu. Đkisinden de cevap gelmedi. Elini midilliye doğru uzattı, hayvan gri burnunu yaklaştırarak, sesli bir biçimde kokladı, sonra ağzını açtı ve güçlü dişleri Jody’nin parmakları üzerine kapandı. Tay kafasını bir aşağı bir yukarı salladı, sanki gülüp eğleniyor gibiydi. Jody acıyan parmaklarına baktı. “Pekâlâ”, dedi gururla, “anlaşılan ısırmasını biliyor.” Đki adam güldüler, biraz rahatlamış gibiydiler. Cari Tiflin ambardan çıktı, yalnız kalmak için yamaç yukarı yürümeye başladı, utanmıştı çünkü. Ama Billy Buck kaldı, onunla konuşmak daha kolaydı. Jody tekrar, “Bu benim mi?” diye sordu. Billy ciddi bir biçimde yanıtladı. “Elbette! Tabii, ona iyi bakar ve eğitirsen. Nasıl yapacağını ben gösteririm. Ama o henüz küçük bir tay. Daha bir süre ona binemezsin.

” Jody berelenmiş elini tekrar uzattı; al midilli bu kez burnunun okşanmasına izin verdi. “Keşke yanımda havuç olsaydı,” dedi Jody, “Nereden aldınız onu, Billy?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir