Jorge Luis Borges – Alef

Jorge Luis Borges öleli yirmi yedi yıl oldu. Bu dönem, onun ölümünden çok önce kazandığı şöhretinden hemen hiçbir şey eksiltmedi. Borges, 1960’larda, saìarında Samuel Beckett, Patrick White ve Herman Hesse gibilerin bulunduğu 20. yüzyıl yazarlar panteonunda yerini aldı. Amerikalı eleştirmen Harold Bloom, 1994’te Borges’i Batı uygarlığının olmasalardı manen daha az zengin olacağımız yazarlarının uzun listesine yerleştirdi (Bloom’un Borges’in hemen yanına koyduğu iki yazar Şilili Pablo Neruda ve Portekizli Fernando Pessoa’dır).1 Borges 1970’lerde belki de bugün okunduğundan daha çok okunuyordu; onun ayrıcalığı, 1961’den önce, ya da, Fransızca okuyanlar için 1951’den önce adını bile duymadıkları Borges’in yeni, savaş sonrası, modernizm sonrası bir yazarlar kuşağı üzerindeki güçlü etkisidir. Gelişigüzel çevrilmiş küçük metinlerle Borges edebi kurgu yöntemlerini değiştirmekle kalmadı, yazıların içeriğini ve yazarların düşüncelerini de değiştirdi. “Borgesvari” sıfatı artık edebi terminolojide “Kafkavari” deyimi kadar çok kullanılmaktadır. Borges hiç roman yazmadı ve uzun yaşamında –seksen altı yaşında öldü– düzyazıları kadar çok şiir yayımladı. İspanyolca konuşan dünyada Borges, zengin şiirsel bir dil olan İspanyolcanın, 17. yüzyıldan bu yana Luis de Góngora ve Francisco de Quevedo ile aynı değerde bir ustası addedilmektedir. Quevedo, Borges’in kahramanıydı ve Borges, Buenos Aires’de yaşayan bir Kastilyalı’dan bekleneceği üzere, bütün yazarların en büyüğü olan İspanyol yazar Cervantes’e yakınlık duyuyordu. Bütün bunlara rağmen şöhret ona geç ulaştı. 1946’dan bu yana, Arjantin’de, 1940’larda yazdığı iki önemli öykü kitabı Yolları Çatallanan Bahçe ve Alef kadar, General Juan Perón’un diktatörlüğüne karşı uzlaşmaz tavrıyla da tanınıyordu. Belki de bütün bunlardan çok, bir eleştirmen ve makale yazarı, günün littérateuse’ü Victoria Ocampo’nun çalışma arkadaşı ve Arjantin’in ünlü edebiyatçılarından Adolfo Bioy Casares’in yakın dostu olarak tanınıyordu.


Borges 1940’ların ortasında Fransızcaya tercüme edilmeye başlayınca, ileride Avrupa’da kazanacağı şöhretin yolu açıldı. Borges’in yaygın ün kazanması, 1944’te Buenos Aires’de yayınlanan Yolları Çatallanan Bahçe’deki bütün öykülerinin altı yeni öyküyle birlikte sunulduğu Ficciones ile, 1961’de Formentor Ödülü’nü Samuel Beckett’le paylaştığı zaman gerçekleşti (Beckett on yıl önce Godot’yu Beklerken’le ünlenmişti). Borges Anglosakson dünyada, özellikle Birleşik Devletler’de Labyrinths adlı tuhaf, kendi derlemediği bir kitapla tanındı. Labyrinths’in en garip yanı, Borges’in yazdığı ve başlıklarında labirent sözcüğünün geçtiği iki öykünün kitaba alınmamış olmasıdır.1* Özgün İspanyolca baskılarından derlenmiş yirmi üç öykü ve Borges’in deneme yazarı olarak lezzetinin ilk işaretini veren kısa düzyazılarından seçmeler kitapta yer almaktaydı. Labyrinths’in dayandığı ëkir, ilk olarak 1953’te Fransa’da Roger Caillois tarafından derlenen ve yayımlanan bir kitaptan boy vermişti. Fransızca Labyrinths sadece dört öyküyü kapsaması bakımından İngilizce derlemeden farklıydı. 2* Labyrinths’in İngilizce çevirisinin 1962’de, Borges’in Formentor Ödülü’nü alması şereëne aynı yıl İngilizcesi yayımlanan Ficciones’in hemen ardından gelmesi, Borges’in Arjantin dışında ilk önemli yayın olayıydı: kitap, Ficciones’in aksine iyi sattı ve Borges Atlantik’in iki yakasında, dünyanın en çok konuşulan dilinde okunmaya başlandı. Borges’in çeşitli yazılarının bir derlemesi ve böyle olduğu için de onun kırk yılı aşkın bir süreyi kapsayan çalışmalarının temsilcisi olan Labyrinths, 1960’larda Latin Amerika edebiyatının mihenk taşı oldu. Çok okundu ve kısa bir süre sonra “Büyülü Gerçekçilik” denecek olan ekolün en önde gelen metni addedildi. Bu deyimi Franz Roh 1924’te Alman Neue Sachlichkeit (Yeni Nesnellik) tarzındaki resimlerini tanımlamak için icat etmişti. 2 Daha sonra Kübalı yazar Alejo Carpentier deyimi lo real Maravilloso biçiminde kendine maletti. Bir dizi Latin Amerikalı’nın garip yazıları ve kurguları, bu yazarların kendi kıtalarının sarsıntılı ve fantastik tarihini yansıtıyordu. Avrupalılar için bu deyim, anlatıda gerçekçiliğin sınırlarını yıkmış, gerçeğin yeni bir görünümünü müjdelemişti. Borges gerçekten garip, fantastik ve yeniydi.

Aynı zamanda Arjantinliydi ve Carpentier’in deyimi zamanla uluslararası bir nitelik kazandı: Büyülü gerçekçilik, kısa zamanda moda bir tarz oldu. Borges her zaman tarzlara karşı çıkmıştı ve çıkacaktı – nasıl moda olunacağını bilmezdi. Garcia Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı 1967’de yayımlandığı zaman, büyülü gerçekçilik en iyi örneğini bulmuştu. Márquez, tropikal şehveti, çılgın düş gücünü, Karayip şenliklerini temsil eden bir yazardı; onun özlü üslubu ve kurgudaki becerileri Carpentier’in sözünü ettiği coşkulu anti-natüralizm’i tam olarak karşılıyordu.3* Borges, hem Arjantinli olması hem de yarattığı yeniliklerin benzerinin bulunmaması nedeniyle kronolojik olarak büyülü gerçekçilikten önce gelmekte ve farklı bir yazar olarak öne çıkmaktadır. 1970’li yıllar boyunca büyülü gerçekçiliğin kurucusu ilan edilmiş, ama bu onun gerçek önemini; çeşitli geleneklerden sade ve yeni bir edebiyat yaratan, Arjantinli bir yazar olduğu gerçeğini gölgelemiştir. Kafası Henry James’in öyküleri ve Franz Kafka’nın romanlarıyla olduğu kadar, kendi Arjantin cedlerinin şiiri, goşo gelenekleri ve porteño argosuyla da doluydu. Meksikalı hümanist Alfonso Reyes’in düzyazı üslubu kadar, Schopenhauer’in düşüncelerine de hayrandı. Onun İspanyolcası için Perulu romancı Mario Vargas Llosa şunları söylemiştir: Borges’in düzyazısı genelgeçer kurallara aykırıdır, çünkü titiz bir tutumla, az sözle ifadeyi yeğleyerek, İspanyol dilinin aşırılığa olan doğal eğilimine derinden derine karşı gelmektedir. İspanyolcanın Borges ile anlaşılır hale geldiğini söylemek, bu dilde yazan başka yazarlara hakaret gibi gelebilir, ama değil… Borges’de daima mantıklı, kavramcı bir düzey vardır, geri kalan her şey buna hizmet eder. Onunki, hiçbir zaman aşağı bir düzeye indirilmemekle beraber, dolaysız ve ölçülü sözlerle ifade edilen berrak, saf, aynı zamanda olağanüstü fikirler dünyasıdır.3 Bu sözler, büyülü gerçekçilik için pek geçerli bir formülü ifade etmiyor. Aslında, Borges’in başlıca erdemlerinden birini betimliyor: olağanüstü evrenleri, sinsi, nerdeyse küstah bir üslup ekonomisiyle yaratma yeteneğini. Düzyazıları, dili edebi gösterişten kurtarma arzusunu sergiler. Borges’in büyüsünde maharetlere yer yoktur, öte yandan edebi-eleştirel mizahı yeni doruklara yükseltir.

Ve evrenlerini buharlı ekvator iklimlerinde değil, –bir iki Paris arkaplanı dışında– siyasi açıdan karanlığa gömülmüş Buenos Aires’de, münzevi, çoğu zaman uykusuz yalnızlığında yaratır. Dünyanın kendi yurttaşlarından –hatta kendisinden bile– önce keşfettiği Arjantinli Borges bilinçli olarak moderndi, yine de yaşamının büyük bir bölümünde kendine güveni yoktu. Eserlerine, özellikle öykülerine, pek kıymet vermezdi. Yine de onun içaçıcı parlaklığı, modernizmin tükettiği ve edebiyatlarını kupkuru bıraktığı Fransız, İngiliz ve Birleşik Devletler kültür iklimine ilaç gibi geldi. Borges şaşılacak kadar çok sayıda edebiyatı besledi ve onlardan esinlendi. Başta şiir olmak üzere, edebiyat için İngilizcenin en iyi dil olduğunu düşünüyordu. İşin tuhafı Cervantes’i ilk kez İngilizce çevirisinden okumuştu. Daha çocukken, en büyüklerden sayılmayan –Robert Louis Stevenson, Lewis Carrol, H.G.Wells gibi– İngiliz yazarlar onun üzerinde belirleyici bir etki yapmıştı. Ömrü boyunca, özellikle kör olduktan sonra, kendisine okunmasını istediği yazarlar Rudyard Kipling ve Gerard Manley Hopkins’di. Tahsilini Cenevre’de yaptığı için Fransızca öğrenmişti; Almancayı, Heinrich Heine’yi okuyarak, kendi kendine öğrendi. Ellili yaşlarının sonlarına doğru, kör olmaya başladığı zaman, olağanüstü bir çabayla kendi kendine Anglosakson dilini öğrenmeye girişti, bu da onu Eski İskandinav dilini öğrenmeye götürdü. Eğer bütün bunlar –kalemleri ceplerinde, dosyaları uçuşan, ceket dirseklerinde deri yamalar olan– titiz bir akademisyen izlenimi veriyorsa, bundan daha yanlış bir şey olamaz. Borges, 1930’larda ve 1940’larda yazar olmaya çabalarken içine dönük ve yalnızlığı belki de bilerek seçmiş bir adamdı, ama Funes’in Belleği ya da Alef’in yaratıcısının Hemingwayvari bir eylem adamı veya Lawrencevari bir Lothario olmasını bekleyemezsiniz.

Borges’in 1960’ların başlarında Kuzey Amerika üniversitelerine gelmesi ona yeni ve popüler bir kimlik kazandırdı. Artık küresel bir meta olmuştu. John Updike 1965’te The New Yorker dergisinde, onu bir tür edebi El Dorado olarak tanıttı. Updike, “Jorge Luis Borges’in dehası geç de olsa Kuzey Amerika’da tanınmaya başladı,” diye başlamıştı makalesine. Ve şöyle devam ediyordu; “Günümüz Amerikan öykü ve romanının çıkmaz sokak narsizmi ve süprüntü niteliğine karşın, Borges, felsefe ve ëzikte bulunan bir şeyi, aklı, edebiyat ve kurguya sokmaktadır.” Üstelik Borges “keyif verici ve eğlendirici”ydi.4 Borges’i altın madeni gibi görenler ve eleştiri cephesinin ön mevzilerini tutanlar hızlı davrandılar; Borges, yeniyi ve tuhafı çabucak masseden bir ülkede Kuzey Amerikalı bir yazarmış gibi benimsendi. Buenos Aires’in güney yarımkürede yer almasının ve çok kültürlü olmasının hiç önemi yoktu; kuzeyle aynı kıtadaydı ve “Amerikan”dı! Ona duyulan hayranlık nihayet kendi vatanına da sirayet etti. 1960’ların sonlarında Borges’in kariyerinde ilk kez Arjantinliler, okumasalar da, ona övgüler düzmeye başladılar. Uluslararası itibarı, edebi ürünleri o ana kadar taşralı düzeyi aşamamış bir ülke için büyük bir onur kaynağıydı. Borges, patlama yapan Latin Amerika edebiyatında Arjantin’e sağlam bir yer kazandırmıştı. Che Guevara ve Borges’in nefret ettiği Juan Perón dışında, bu kör porteño 20. yüzyıl Arjantini’nde çıkan ünlü kişi oldu. Yaygın olarak okunmasa bile, 21. yüzyılda hâlâ âkim konumunu korumaktadır.

Arjantin daha ona pek önem vermezken, İngiltere’de, Birleşik Devletler’de ve Fransa’da çok önceden ünlü olması, o günlerin Arjantini için çok şey söylemektedir. Çünkü tam Borges dünyada Fransızca olarak elden ele dolaşmaya başlarken, Perón –tam olarak 1946-1955 arası– ülkesine büyük bir zarar veriyordu ve bu zarar Borges’in hayatının sonuna kadar sürecekti. Arjantin sanat açısından korkunç bir çoraklığa gömülmüştü. Edebiyat uygarlığının doruklarından olan Borges’in, ülkesinin hükümetleriyle ölünceye dek tartışmalı bir ilişkisi oldu: Arjantin’in siyasi kaderinin yarım yüzyıldan bu yana ilk kez düzelmeye başlamasından birkaç yıl sonra ölmesi, Borges’ten çok ülkesinin bir kaybı olmuştur. Kendisi de bu kaybı vurgulamak istermiş gibi, ülkesinde değil Cenevre’de ölmeyi seçti. Borges alışılmış yurtseverlerden değildi; tam olarak demokrat olduğu da söylenemez. O bir kitap kurdu, bir yabancı diller ve felseë paradoks sevdalısı, hiçbir zaman reddetmediği kökenini zahmetsizce aşan dünya çapında bir aydındı. Dış dünyanın onu seyretmesinden, belki de dış dünyayı göremediği için hoşlanırdı. Daha sonraki yıllarda kendini siyasal solcular indinde sevilmez yaptı, çünkü ilan ettiği tutuculuğu onu, ister istemez, Arjantin’de 1970’lerin ve 1980’lerin başlarının cani rejiminin yanında gösteriyordu. 1976’da askerlerin gelmesini hoş karşılamakla kendine hiç de iyilik etmedi, ama bu onun Perónizme veda biçimi olmuştu. Solun daha sonra anlayamadığı, Borges’in generallerin getirdiği karmaşayı –baskı, işkence ve cesetleri– pek az görebilmesiydi. Politize olmuş Borges karşıtlarının gözünde, onun generallere, gerektiğini düşündükleri ölçüde karşı çıkmamış olması, hâlâ kanayan bir yaradır. Onu sağcı olarak damgalayıp kötülemek çoktandır moda olmuştur. Böyleleri öykülerini boykot edebilirler ya da şöhretini azaltacak şeyler söyleyebilirler; Borges’in 28 Nisan 1980’de Buenos Aires’de yayımlanan günlük La Prensa gazetesinin Madrid muhabirine söylediği şu sözleri görmezlikten gelmek bu gibilerin işine gelecektir: “Terör ve baskıların ülkede yarattığı ciddi ahlaki sorunu gözardı edemem. Bunca ölüm ve kayıp olayı karşısında sessiz kalamam.

”5 Bir ay sonra, bir hükümet karşıtı demeç daha geldi: “Bu hükümet üzerinde hiçbir etkim yok. Bu milliyetçi bir hükümet ve ben milliyetçi değilim, Hıristiyan olduğumdan da emin değilim; olsaydım da, Katolik olmazdım. Ben hiçbir mevki sahibi değilim. Özgür bir insanım.”6 Borges’i konuşturmak zordu; çok az şeyi çok geç söylemiş olabilir, ama aynı zamanda özgür bir ruhu vardı ve ideolojik inançların basite indirgenmiş gerçeklerine, siyasal açıdan tepkileri çok değişkendi. Borges’in siyasal düşüncelerini incelemek yoluyla onun hakkında, insanları şaşırtmaktan ve rahatsız etmekten hoşlandığı dışında, fazla bir şey öğrenemeyiz. Perónizme karşı tavrı ise, aksine, hem yazarı hem ülkesini anlamamıza yarar. Borges’i kamuya malolmuş biri olarak anlatırken, bu konuda söylenecek çok şey olacaktır. Özel yaşamında ise, hakkında anlatılanlardan daha garip, daha anlaşılmaz, bazen daha Don Kişotvari, bazen de daha hüzünlü biriydi. Borges her zaman âşıktı. Duyguları nadiren karşılık görmüştü ve bu onun ömrü boyunca acı çekmesine neden oldu. Anlattığı acı değildi, aşktan bahsederken de başarılı sayılmazdı. Yapıtlarında her iki duygudan da çok az söz edilmektedir. Yaradılışında bulunmakla beraber, aşk onun malzemesi değildi. Bu noktada Borges en çok 18.

yüzyılın akılcı düşünürlerine benziyordu – favorilerinden biri, öğrenimi, entelektüel coşkuları, profesyonel yazarlık yaşamı aşk başarılarından ağır basan Samuel Johnson’du. Johnson hastalık derecesinde melankolikti; daha gizli olmakla beraber, Borges de, özellikle şiirinde onun gibidir. Borges birçok kadını entelektüel açıdan cezbetmişti; ancak yalnızca birkaçı onunla yatmak istedi: Ve Borges onlarla yatmayı ne denli istemiş olursa olsun, muhtemelen bu konuda nasıl davranacağını bilmiyordu. Viktorya devrinin sonlarında doğmuştu, kendinden sık sık, “un ser victoriano”, Viktorya devri adamı, olarak söz ederdi. Kadınlarla beraber olmaktan ve daha sonraki yıllarda onları göremez olunca, seslerini duymaktan çok hoşlandı; ama utangaç bir adamdı. 1920’lerde, Paris ve Londra’da olduğu kadar Buenos Aires’de de başlayan hoşgörü ortamından kararlı bir biçimde uzak tutulmuştu. Annesi Leonor Acevedo onun yaşamında normalin ötesinde önemli bir rol oynadı; Borges’in eksantrikliklerinden biri, altmış, yetmiş yaşına geldiği halde hâlâ annesiyle yaşaması ve onun himayesinde olmasıydı. Doksan dokuz yaşına kadar yaşayan annesi criollo’lardan geliyordu ve “savaşçı kanı” ile övünürdü. Yaşamının tek bir döneminde, 1960 sonlarında, oğlunun üç yıl süren felaket evliliği sırasında Borges’den ayrıldı; evlilik sona erince Borges, beş yıl sonra ölecek olan annesinin kucağına döndü. Bu, Borges’in kendi seçimiydi, ya da kör bir yazar olarak böyle yapması gerekiyordu. Düş kırıklığı yaratsa da, bu ilişkide Oedipus etkisi yoktu. Annesinin onun stilini tutuklaştırdığına dair bir işaret olmadığı gibi, tutuklaştıracak pek az stil vardı ortada. Borges, fazla zengin olmadan sakin bir yaşam sürdü, hiçbir pahalı alışkanlığı olmadı –ne içki ne sigara içerdi– ve hemen hemen ne istiyorsa onu yaptı. Leonor’un uyguladığını varsaydığımız psikolojik baskısından daha önemli bir etkisi, sağladığı hizmetlerdi. Yüzyılın başından bu yana kör bir adamı idare etmişti; kocası Jorge Guillermo’ya İngiliz annesi Fanny Haslam’dan yırtık retina hastalığı miras kalmıştı.

Bu yüzden Leonor, giderek çalışma ve ailesini geçindirme yeteneğini kaybeden bir koca ile başetmek zorunda kaldı. Dünyadan kopukluğu kocasınınkine benzeyen bir oğula bakabilmek için onun banka yöneticisi, sekreteri, menajeri ve gözü olmak, ikinci tabiatı olmuştu. Leonor, Borges’i bir zırh gibi korudu. Borges kadınlarla ilişkisindeki yeteneksizliğini, kimsenin değiştirmeye cesaret edemediği bir ev yaşamının ardına gizleyebiliyordu. Bu durum, daha sonra, onun uluslararası bir entelektüel guru statüsü kazanmasıyla güçlendi ve kötü niyetlilerin uzak tutulmasında oldukça yararlı oldu. Annesinin ölümünden sonra Borges âdeta halkın malı oldu. İnsanlar onu kabullendiler ve onun beyninden beslenmeyi umut etmeye başladılar. Borges 20. yüzyılın en parlak edebi dehalarından biriydi. 1960’larda yüceltilen bu deha, 1970’lerde herkesin sahip çıkmak için giriştiği sessiz bir mücadeleye neden oldu. Calle Maipu’daki dairesine giden özel yolu arşınlayan kadın ve erkek hayranlarının listesi uzundu. Birçoğu onunla “konuşmak” veya “diyalog kurmak” konusunda başarılı oldu; bunların hepsi de sonradan gazetecilik ve edebiyat âleminde kazanca dönüştürüldü; Borges tarihte kendisiyle en çok mülakat yapılan yazarlardan biridir. Bir teyp ya da not defteri karşısında rahat fakat muğlak konuşması efsanevi yönlerinden biriydi. Denenmiş yollardan nadiren sapardı; her mülakatçıya aynı malzemeyi sunmak için ince bir nüansla değiştirilmiş esprilerle, kelime oyunlarıyla, en sevdiği yazarlardan, Arjantin için tuttuğu yastan söz açardı; öte yandan, Borges’in konuşmaları körlükten bir kaçış ve –yaşamsal anlamda– bir başka yazı biçimiydi. Körlük Borges’e bir şok gibi değil, kaçınılmaz bir kader gibi geldi.

Ailesinde de körlük vardı. Gözleri her zaman zayıftı ve her zaman en kötüsünü bekledi. Bu durumu duygusallığa kapılmadan kabul etmişti. 1969’da Richard Burgin’e şöyle dedi: … okuyamamanın belli bir yararı olduğu söylenebilir, çünkü okumayınca zaman başka bir biçimde akıyor. Gözlerim görürken, hiçbir şey yapmadan yarım saat geçirecek olsam, çıldırırdım, çünkü okumam gerekirdi. Ama şimdi uzun zaman yalnız kalabiliyorum. Sanırım yapacak bir şeyim olmadan yaşayabiliyorum. İnsanlarla konuşmam ya da bir şey yapmam gerekli değil…7 Kâhinin etkileyici dinginliği, hikmet sahibinin tevekkülü – ve kabuğundan dışarı çekildiği zaman, usta bir yazarın sonu gelmeyen sohbeti: Bu birleşim çok çekiciydi. Borges iletişim tekniklerini, muazzam iç entelektüel gücüne dayanarak, ona soru soranların ve hayranlarının beğeneceğini bildiği bir imajı cilalayarak, uzun yıllar sınayarak mükemmelleştirdi. Borges için körlük bir kalkandı. Onun arkasında dünyanın hevesle aradığı bir kişiliği geliştirebilirdi. Şaşırtıcı belleği –körlükle başetmesinde birinci silahı– ve mahremiyeti, değişimden pek etkilenmiyordu. Ne duygusal yaşamının ne de yazar Manuel Peyrou ve şair Carlos Mastronardi ile dostluklarının ayrıntıları, sözgelimi, “Sohbetler”de yer almaktadır; ama Borges hem duygusal hem de dost canlısı bir adamdı ve yalnız olmadığı zamanlar –ki çoğu zaman yalnızdı– yakın tanıdıkları arasında bu özelliklerini, özellikle ikincisini, bol bol kanıtlardı. “Georgie”den “Borges”e giden yol uzundu. En temel özelliklerini –konuşma zenginliği, geniş bir dost çevresi, cinsel çekingenlik, doymak bilmez bir öğrenme isteği– ömrü boyunca muhafaza ettiği halde, birden fazla Borges vardı.

Walt Whitman hayranı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de iç içe geçmiş dizeler işleyen delikanlı çağındaki Avrupalı deneyimci; 1920’lerin Madridi’nde dışavurumculuk benzeri bir hareket olan ultracılığın kavgacı broşür yazarı; editör Borges, şair Borges, kütüphaneci Borges, Perón karşıtı Borges, öğretmen ve konuşmacı Borges, siyasi huzursuzluk yaratan Borges, tutucu Borges ve elbette, fantastik öyküler mucidi Borges, yüzyılın ortasında postmodernizm daha akla gelmemişken, dünyaya baştan çıkarıcı postmodern öyküler veren yazar. Borges gizemini hâlâ korumaktadır. Kendini pazarlamaktan acizdi, maddi hiçbir hırsı yoktu. Okudu ve yazdı (bu sırayla), çünkü her zaman yaptığı ve yapacağı iş buydu. Şöhret hoş ama zaman zaman rahatsız eden bir yan üründü. Borges asla sevdiği kadınları anlatan özyaşamöyküleri yazmadı, ama onun sevgisine mazhar olanlardan başlıcası, Estela Canto, kaleme sarıldı; kitabı Borges a contraluz (Borges’in Silueti, 1989) Borgescileri ikiye ayırdı. Bir bölümü onun Borges’i nerdeyse iktidarsız olarak anlatması doğru derken, başkaları aşk konusundaki sorunlarının hiç yazılmaması gerektiğini öne sürdüler. Her neyse, 1940’larda yaşanan ilişki Borges açısından duygusal bir felaketti.8 Borges ayrıca, ömrünün büyük bir bölümünde parasızdı, para kazanmaya ilk kez Kuzey Amerika’da konferans turnelerinde başladı. Bunlar onu, 1967’de, Anglosakson yayın hayatındaki ikinci önemli olaya götürdü: Harvard’da Norman Thomas di Giovanni ile tanıştı. Di Giovanni Buenos Aires’de Borges ile beş yıl beraber çalıştı. Onun ilk önemli İngilizce çevirmeni oldu ve Borges’in adını Birleşik Devletler’de tükenmek bilmeyen bir çabayla yaymaya çalıştı; burada daha önce sözü edilen Labyrinths’den başka yapıtları İngiltere’de de tanınmaya başladı: Borges’in 1935’te ilk kez yayımlanan yarı-öyküler kitabı Alçaklığın Evrensel Tarihi, Alef (bütün dünyanın duyduğu meraka yanıt olarak di Giovanni’nin Borges’i yazmaya ikna ettiği “Özyaşamöyküsü Denemesi” bu kitaba dahil edilmişti), Brodie’nin Raporu, Kum Kitabı, Seçilmiş Şiirler ve başkaları. Di Giovanni, Borges’in yeniden yazmasını sağladı denebilir. Di Giovanni yaş ve şöhretin Borges’de belli bir tembellik yarattığı bir zamanda sahneye çıkmıştı. Borges şiir yazıyordu –dikte ediyordu– ama onu şöhret yapan radikal öyküleri bırakmış görünüyordu.

Her iki adam için çeviri yaratıcı bir eylemdi, özellikle Borges’in İngilizceyi çok iyi anlaması ve bu enerji, mutlu bir olaya, Brodie’nin Raporu’nun yazılmasına yol açtı. Borges, kitabı yazmasının nedenini şöyle açıkladı: “O kadar çok insan beni taklit ediyordu ki, ben de çalışıp kendi kendimi taklit etmeye karar verdim.” Beş yıl sonra Kum Kitabı yayımlandı. Bu bir öykü derlemesi idi ve Borges’in öbür kitaplarıyla karşılaştırıldığında, sanki Borges’den alıntı yapılmış gibiydi; yorgun bir üslubu vardı. Bu onun son öykü kitabı oldu. Brodie’nin Raporu hakkında söylediklerinden de anlaşılacağı gibi, Borges uzun şöhret yıllarında “Borges” olarak yaşadı ve çalıştı. Ne denli rahatsız edici olursa olsun, şöhret, tadı çıkarılması için oradaydı ve Borges şöhretin tadını zarafetle çıkardı. Sonuna kadar şiir yazdı ve inatla kendini şair olarak tanımladı; buna karşılık Arjantin edebiyatının aficionado’su olmayan, ama Borges’i seven okurları, onu büyük bir öykü yazarı olarak selamladılar. En iyi öykülerini 1938 ile 1953 arasında yazmıştır. John Sturrock’un Borges’in şiirleri hakkındaki, “düşünceli, duygularını bastıran ve belki biraz da donuk” 9 değerlendirmesine katılıyorsam, bunun nedeni benim de, birçokları gibi, neredeyse yetmiş yıl sonra bile hâlâ, öykülerinin güçlü ve kalıcı etkisine karşı koyamadığımdan ve onlardan kurtulamadığımdandır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir