Jose Mauro De Vasconcelos – Çıplak Sokak

İyi insanlar, cömert insanlar, hemcinslerinde tanrısal bir anlatım ve betimleme gören, dayanışma ve hoşgörü içindeki insanlar, ermiş midirler? Ve böyle olduklarını düşündüklerinde, ermişlik aşamasına mı ulaşmışlardır, yoksa günah mı işlemektedirler1? Bütün öteki romanlarından farklı olan ‘Çıplak So-kak’fa Tann’nın yüzünü cesaretle arayan Josâ Mauro de Vasconcelos, böyle bir soruyu burada hem kendine, hem de okuyucularına sormakta. Romanın yalnızca birkaç sahnesi, paralı aristokratların ve saygınlığın bulunduğu yukarı kesimde, hemen hemen tamamı da Rio ‘nun tipik bir kenar mahallesinde geçiyor… Öylesine uzak bir mahalle ki, romanın kahramanları Rio de Jdneiro’nun merkezinden söz ettiklerinde, sanki kendileri başka bir yerde yaşıyorlarmış gibi, oraya ‘kent’ diyorlar. Bu sokak, gelişmeden ve en küçük bir konfordan nasibini almamış ‘çıplak’ bir sokak, çünkü ne asfaltlanmış, ne de taş döşeli, topraktan bir köy yolu yalnızca. Orada —eskiden adları başka türlü olan ve şimdikinden çok farklı bir yaşam süren—Antao ile Ananias yaşıyorlar; başkalarına söz ve davranışlarıyla örnek olacak biçimde çevrelerine iyilik saçmaya adamışlar kendilerini; başkalarının hayırseverliğiyle geçinerek ve nasıl olduğunu kendilerinin de bilmedikleri büyüklü küçüklü mucizeler yaratarak. Bunlar gerçekten mucize mi, bunları onlar mı yaratıyorlar; onlar tanrısal bir varlığın kendileri mi, yoksa aracıları mı, bunların hiçbirinin pek önemi yok; önemli olan, komşularının, inançları içinde onları ermişlik aşamasına yükseltmeleri. Peki ya romancı, bu tema karşısında ne gibi bir konumda acaba? O, bu ermişliğe inanıyor mu? Bunu bir örnek olarak mı sunuyor? Mucizelere ve mucizevi insanlara inancın açık bir gösterisi mi bu? Bu roman, mucizenin yerilmesi mi, övülmesi mi? Vasconcelos’un sürekli kaygısı olan Tanrı’yı arayışın belki de en açık biçimde görüldüğü bu kitapta, bu konu üzerinde entellektüel bir gösteri yapma eğilimi yok bence. Bunun yerine, öyle sanıyorum ki Vasconcelos, burada inancı yargılıyor, ama kendi kahramanlarının inançlarını değil de, temelde insanların genellikle sahip oldukları inancı. Yazarımız daha önce hiç bu kadar insancıl olmamış, hiç bu kadar tanrısal kavramın ve Tanrıya inancın hizmetinde bulunmamıştır. Bu yüzden de onları, —yani Antao ile Ananias’ı—, insanların ham dünyasına sokuyor, o insanların gözünde onları yüceltiyor, hepsinin çevresini kuşatan o ticarîleşmiş, maddeleşmiş, bencil dünyadan farklı olan bir âlemin temsilcileri olarak gösteriyor. En sonunu ise, okuyucudan gelebilecek her türlü yoruma açık bırakıyor; belki de bu yüzden, romanıri sonunun, yazartarafından değil, okuyucu tarafından belirlenmesi gerekiyor. Bizler için son sözü söyleyecek olan, bu sorun karşısında bizim kendi konumumuzdur. Belki de bu yüzden Vasconcelos, bazı sahnelerde ve bazı kavramlarda bir parça şifreli bir hal alan kahramanı karşısında okuyucuyu biraz da şaşırtarak, bu kez tek başına, zor ve ıssız bir yola koyuluyor. Ama her gün daha beter olmakta direnen bir dünyada her gün biraz daha iyi olmak isteyen bir insanın karşılaştığı bütün zorluklar ve çektiği bütün acılarla, onu, bu sorunun karşısında belirli bir yere oturttuğu fark ediliyor. Bu yüzden, derin bir insancıl duygu ve büyük bir idealizm taşıyan bu romanda, ilgiyi çeken, sahnelerin içeriği değil, bu sahnelerdeki olayların özü. Bunlar, tıpkı fantastik bir kurgu odasındaki gibi, kendiliğinden hayatın satranç tahtasını oluşturuveren sayısız parçalardır.


Buparça-lar arasında göze çarpanlar, çeşitli duygular, insan haklarında eşitlik, insanın yazgısı… Acaba Tanrı’nın karşısında insan ırkının bir evlâdı olarak, yazarın ortaya attığı bir özeleştiri midir aynı zamanda? Olabilir; ama her ne olursa olsun, hiç kuşkusuz, sayısız insan-Tanrı ilişkileri ve bağımlılıklarıdır söz konusu olan. Ayrıca, insanların O’nun karşısında takındıkları tavır ve içinde bulundukları koşullarla sınırlar konusunda —aynı zamanda kendisine de verdiği—bir öğüttür. Vascon-celos, insanî değerler yolunda yaşamsal bir öneme ve zenginliğe sahip amansız bir kanıt yarattığına göre, acaba roman biçiminde bir toplumsal eleştiri midir bu? Hayır, ama ahlâkî bir eleştiri olduğuna kuşku yok. Yine de, bu roman, haksızlık ve kötü niyet karşısında, ya da sorunun gereği gU bi çözümlenebilmesi için, nasıl davranılması gerektiği hakkında bir öğreti içermiyor; daha çok, yazarla çevresindeki dünya arasında süren bitmez tükenmez çatışmayı yansıtan kocaman bir hayat sahnesi; yazarı kuşatan bu dünya, bir insanla onun yakın ve uzak çevresindeki gerçekler arasında yaşanan çatışmalardan oluşuyor. Çünkü bu yazar, bir kenara çekilip bakanlardan değil; insanlığı sarsan sorunlar karşısında ‘devekuşu politikası’nı benimseyenlerden de değil; bir sanatçının, sanat eserini yaratmak istediğinde o ünlü fildişi kulesine çekilmesi gerektiğini düşünenlerden de değil: dünyayı ve onun gerçeklerini özümsüyor o. İnsan olarak da, sanatçı olarak da sorumluluklarını üstleniyor; bu kez, edebiyat denilen, ama hayatın kendisi demek olan bir sanatın yaratıcısı olarak. İdealizm ve şiirsellikle dopdolu, sıcacık, yumuşacık, yalın, hattâ bazen basit olabilen bu kitap, farklı durumlarda farklı olayları ve kişileri işliyor olsa da,’Şeker Portaka-lı’yla aynı büyülü çizgiyi paylaşıyor. Vasconcelos’un, toplumsal başkaldırının yollarında dolaştığı ve duyguların karmaşık dünyasını yorumlamaya kalkıştığı zamanlarda bile kendisini öylesine rahat hissettiği o hayal âlemini elinden bırakmadan, gerçekleri yakalama çabası da görülüyor. Üstelik, her bölümde, her parçada farklılık gösteren, türlü renk tonlarıyla dolu bir kitap bu. Böylelikle ortaya konulan toplumsal yalanlar ve bireysel ikiyüzlülükler, duygusal özlemleri bozan hesaplar, bozan yazarın gülümseyerek anlattığı acı alaylar, onun gizlemediği melankolisi, —bazıları hoş ve önemsiz de olsa—kargaşa içindeki insanlığın ve toplumun belirtileri olan kaprisler, birer birer önümüzden geçiyor. Yazar, bütün bunları, alaya aldığı zaman bile insanları komik kişiliklere indirgeme yanılgısına düşmeden yapıyor. Kendilerini yaşadıkları dünyadan kendi istekleriyle sürgün eden o iki adamın dramı, pasif isyancıların umutsuz durumunu bilinçli ve artistik bir biçimde ortaya koyuyor; sadece kendi yalnızlıklarını çevrelerine karşı bir tepki silâhı olarak kullanmak biçiminde savaşım veren bu isyancılar, dünyaya karşı yürütülen ‘barışçı savaş’ın küçümsenmeyecek sayıdaki bir grup oyuncusu, kendi kendilerini anlamaya çalışırken bile aldatılmayı istemeyenlerdir. Çevresinde hareket eden karakterler, ya da orada olmayıp da, gözle görülmeyen büyülü bir dokunuşla canlı, etkili ve kararlı varlıklara dönüşecek olanlar, gerçekçi şaş-mazlıkları içinde son derece inandırıcı. Böylece Vasconcelos’un kıssadan hissesi —varsa— kabullenilmiş bir düzen bozukluğunun yansıması biçiminde ortaya çıkacaktır. Bir hareketin oluşumunu anlatmak, kaderin gücünün insanlar üzerindeki egemenliği kadar umurunda değildir onun; elindeki olanaklarla —fikirleri, duyarlılığı ve kalemiyle—, şiddetin yasallaştırılmasına ve iyiliğin gizli kalma zorunluluğuna karşı savaşım vermektir onun için önemli olan.

Bir insan, kendi çevresinden ve ailesinden tek bir neden uğruna kopabilir mi? Sanmıyorum. Onu onlardan ayıran, ahlaksal temeller, bir parçasını oluşturduğu insanlığın düş kırıklığı ya da insanlara karşı duyduğu nefrettir. Bu tanımlamaların her biri, o insanın davranışını haklı çıkarmaya yeter. Antao ileAnanias, insanlığa karşı duydukları sevgiyle, yalnızca iki devrimcidirler; hem de iyiliğin, saygınlığın, dayanışmanın, başkalarına saygının sınırlarını koyma hakkını kendilerinde gören insanlar aracılığıyla saçma yasaların konulduğu bir dünyada —bunlar öylesine saçma yasalardır ki, karşılığını kendi hayatıyla ödemeden hemcinslerini öldürmeye bile izin vermektedir— onlar, er-mişlerinkini andıran yeni yaşantıları içinde ya da gerçek birer ‘ermiş’ olarak (tekrar edeyim, bu tanımlama okuyucunun kendisine kalmış), bir ahlâkî denge kavramı geliştiriyorlar; bir ruhsal değerler hiyerarşisi içinde kurulan bu kavramın en başında da Tanrı’nın varlığı ve büyüklüğü yer alıyor. İnsanın aynı derecede güçlü olan İyi ile Kötü arasında bir seçim yapma isteği ile ilgili —ve daha önceki kitaplarında ifade edilen— bu düşüncelerden hareketle, Vasconcelos, aynı zamanda bir çözüm olan bir karara varıyor: toplumsal ahlâk yararına, kişisel mutluluktan vazgeçmek. Peki insanlar onun bu mesajını nasıl algılıyor, bu düşüncesini nasıl karşılıyorlar? . Bazılarının gözünde onlar, iki isterik, yazgılarının mantıksal finali tırmarhane olan iki deli. (Onları taşıyan ambulans Tanrı tarafından yukarı çekilip, bulutları aşarak cennete götürecek yolun üzerine konulduğunda bile, buna inanmayı sürdürüyorlar…) Oysa bizler, belki de gerçeği bilen o saf ve basit kadının sözleriyle onları kutsayamayı yeğliyoruz: “Onlar, iyiliklerine yaraşan tek yer olan cennete gittiler”. Onlar… ermişler. (‘Ermişler’.) Ciccillo Matarazzo Hugo Ribeiro de Almeida ClaudinodoAmaral Tito Ribeiro de Almeida Horâcio Lomelino Marino Gouveia (Nonote) Paulo Baptista Pereira’ya VE D. LgadeAbreu Filoca Chiara Ziza, Yole ve Bianca’ya VE aynı zamanda, o ejderha öyküsünü anımsayarak, Hasso ¦Weiszflog’a. AÇIKLAMA Bundan çok uzun yıllar önce, Enoş adında bir adam, ateşten bir arabaya binerek gökyüzüne çıkmıştı. Kısa bir süre sonra, Elihu da aynı şeyi yaptı, vesaire, vesaire. Gautama Buda adında bir adam da, yoksullar arasında yaşamak için debdebeyi bir yana itmişti.

Assisi’li Aziz Francesco da, aynı biçimde, bahtsızların yaşamlarına ortak olmak için her şeyi bırakmıştı… Yeter artık, hepsi bu kadar. 11 ONLAR Aralık güneşi, tüm sokağı, evleri ve ağaçlan sarmalayan boğucu bir ısıyla her yanı sımsıcak kucaklıyor, çevredeki gölgeleri bile uyuşturucu bir sıcaklığın içinde ısıtıyordu. Aylardan aralık, mevsimlerden de yaz olduğu için, uzaklardaki sıradağların ardından gün de çoktan ışıdığından, Ananias, bir ayağını öbür ayağıyla ovuşturarak, neredeyse çocukça bir sevinçle gözlerini kocaman açtı. O yaz gününün ardında, o sabahın ve sıcaklığın ardında öyle çok şey vardı ki. Ananias, bunun yine bir Noel sabahı olduğunu biliyordu. Ortalık iyice aydınlanınca Ananias yerinden kalktı, bununla da yetinmeyerek, hiç horlamadan mışıl mışıl uyu15 makta olan Antao’yu dürttü. Antao, telâşlanmadan açtı gözlerini; uzamış sakalının gölgelediği yüzünde gözleri olduğundan daha koyu görünüyordu. Ötekinin yüzündeki ifadeyi hiç istifini bozmadan inceledi; Ananias’ın gülümsemesi giderek silindi, silindi… ve sonunda yüzü her zamanki ifadesine büründü. Kendini haklı çıkarmaya yeltendi: — Bugün… Öteki hiç sesini çıkarmadı. — Bugün Noel. Antao, eski püskü çarşaflan bir yana iterek, upuzun, sıska bacaklarını uzattı. Sonra yatağın kenarına oturarak öğüt vermeye hazırlandı. Ama buna fırsat kalmadan, yatağın öbür ucundan kalkıp gelen Yaman, ona dostça miyavla-dı, sonra da gidip kucağına, kocaman ellerinin arasına yerleşti. — Sen hiç de iyi alışkanlıklar edinmiyorsun… Ananias, hart hart kaşındı. Keyfi neredeyse kaçmış bir halde kalkıp pencereye gitti; şöyle bir dokunmasıyla açılıverdi pencere, çünkü kıvrılmış bir kâğıt parçasıyla iğreti kapatılmıştı.

Pencerenin açılmasıyla, yazı müjdeleyen pınl pırıl bir gün neşeyle giriverdi içeri. Ananias, dışarıdaki her şeyi görebiliyordu, toprağa gömülüp zamanla çürümekte olan bambu çite varana kadar her şeyi. Pencereden çekilerek, uysal bir tavırla Antao’nun yüzüne baktı. Sormaya çekiniyordu, ama yine de sordu: —Yani ben bu yıl iyi davranmadım mı? Antao, olumsuz anlamda başını sallayınca, upuzun saçları da sallandı. —Yani bu yıl da mı ermiş olamayacağım? — Bu yıl da ermiş olamazsın, Ananias. Daha değil… Bunları öyle büyük bir kederle söylemişti ki, ötekinin bakışları da kederle doldu. Hani neredeyse ağlayacaktı. Sonra başını önüne eğdi. —Ama ben elimden geleni yaptım. 16 —Hayır, yapmadın. — Evet, yaptım. — Ne gediyorsa yaptığına gerçekten inanıyor musun? — Evet. — Ama ben inanmıyorum, bunda da haksız değilim. Gel otur, Anânias. Şuraya, gözümün önüne otur.

Ananias, onun dediğini yaptı, yatak çatırdamıştı. — Söyle bana kardeşim, 6 Şubatta ne yaptın? — Bahçenin dibine, çocuklarla birlikte bir muz ağacı diktim. — Peki, ya 10 Mayısta? — Çocuklarla birlikte sokağın ortasında uçurtma uçurdum, bir de Light’m kamyonuyla boğagüreşçiliği oynadım. —Ya 12 Eylülde? — ‘Kelebek’ e iki bin reisl oynadım. -O halde? -Ne? — Şöyle böyle davranmışsın. Kusursuz olmamışsın. Bu yüzden bir yıl daha bekleyeceksin. Ben senin meleklik aşamasından öteye geçebileceğinden kuşkuluyum, Ananias. Melek, yumuşak bir bakışla boynunu büktü: — Ama bugün Noel, Ricardo. Antao kızmadı, ama ışığın altında artık açık renk görünen gözlerinden belli belirsiz bir gölge geçti. — Gülünç! Son derece gülünç! Uzun zaman önce birbirimize söz vermiştik. Ben Ricardo değilim, sen de Rober-to değilsin, Ananias. — Öyle de olsa bugünün Noel olmasına engel değil. — Noel de ötekiler gibi bir gün. Sen çocukça davranıyorsun ve 86 yaşında bir ihtiyara hiç benzemiyorsun, 1.

Reis: Brezilya para birimi. (Yay.) Çıplak Sokak 17/2 Ananias. Ananias, üzüntüsünden ölecek hallerde dışarı çıktı. Mutfağın kapısını açtı, sabahın orada da sürüp gittiğini görmek canını sıkmıştı. Orada, dışarda, gün hiç gösterişe kaçmadan başlıyordu, ama ortalık müzikle doluydu. Çalılar, bahçenin kupkuru toprağını boğarak büyüyordu. Hepsi ne de çabuk büyümüştü. Bambu çit, bahçenin dip kısmında iyice yere yatmıştı. ‘CoZeiro’lar, birbirlerine çarpan küçük toplar gibi, kısa çığlıklar atarak, yabani otlarla kendilerine ziyafet çekiyorlardı. Çeşmeye gidip musluğu açtı. Su, yazın sıcak geçmesi nedeniyle ılık akıyordu. Sakallı yüzünü yıkadı. Ellerinin sakalına değmesi, bugünün ‘o gün’ olduğunu hatırlatmıştı ona. Ağzını da yıkadıktan sonra içeri girdi.

Sonra hemen yeniden kapıya çıktı, sesini yükselterek “pisi! pisi! pisi!” diye seslendi. Sarımtrak otların arasından kendi de gözleri de sarı renkte, upuzun, sıska bir dişi kedi çıkıp gelerek Ananias’m bacaklarına sürtündü; kuyruğu neredeyse gövdesi kadar uzundu. — Evde uyumadın, değil mi? dedi Ananias. Seni çok merak ettim, biliyor musun? Yere eğilerek, sarı kedinin tüylerine elleriyle hafifçe vurdu. Sonra da sesini tatlılaştırarak sordu: — Sulamita, canikom, Tricolinete’yi gördün mü? Yanıt almasına gerek kalmamıştı, çünkü Tricolinete, sanki bilmiş gibi çitin kenarından çıkıverdi; kısacık bacaklarıyla koşarak, buram buram domuz kokusuyla yaklaştı. Ananias, iyice eğildi, minik domuza sürtündü. Tricolinete’nin kulaklarım hafif hafif okşayarak, onun gibi ho-murdanırcasma mırıldanıyordu: — Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, değil mi canım? On yaşından küçük kız çocuğunun taze çişiyle Bayan Pifânia’nm yılancık hastalığını iyi ederek bir mucize ger18 çekleştirdiğhıde kendisine armağan etmişlerdi Trıcolme-te’yi. Ama bütün bunları gururla düşünmüş olmaktan hemen pişmanlık duydu, çünkü o bir ermiş değil, bir melekti; melekler de mucize yaratamazlardı. Yalnızca iyilik yaparlardı. Ermiş olan Antao’ydu, son derece güçlü ve sakindi o.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir