Bu iş hep böyle son bulurdu: Hayatın pek güzel olduğunu düşündüğü için gülümsüyordu Ze Oroco. Bu nedenle kürek öylesine tatlı bir plof-plof sesi çıkardı ki, nehrin suyu neredeyse müziğe dönüştü ve kayık, uçarcasına, gevşek gevşek kaydı. Ilık ve güçten düşmekte olan güneş, bulutların ardına gizleniyor, akşamı birlikte sürükleyerek alçalmaya başlıyordu. Nehrin kıyısında, beyaz kumsalın üzerinde, bir jaribu,1 sonu gelmeyen suskunluğunu sürdürmekteydi. Bir noktadan öbürüne yürüyor, sonra uzun ayaklarının üzerinde yarım çark ediyor, başlangıç noktasına dönüyordu. Yerdeyken çirkin ve bostan korkuluğu gibiydi, uçtuğunda inceliğine erişecek yoktu. Hafif ve serin-soğuk bir rüzgâr çıktı, adamın çıplak göğsünde bir ürperti gezdirdi. Ama bu da iyiydi; büyük yaz soğuğunun habercisiydi. Ze Oroco ağzını daha da yayarak güldü. Ateşin çevresinde geçen geceleri, kuru odunlar üzerinde uçuşan alevlerin kızıl dillerini, oracıkta hemen yakındaki o sayısız yıldızları, gövdeleri kavurucu güneşte yorgun düşmüş, yumuşacık battaniyelerin altına gömülmüş, geceyi kaplayan soğuktan korunmaya çalışarak uykuya dalan insanların konuşmalarım düşünüyordu. Nisan ayının sonu yaklaşmaktaydı. Gelecek yıldan önce büyük yağmurlar yağmazdı ardık. Belki birkaç hafif sağanak daha düşerdi. Belki bir gün sürecek bir yağmur bastırıverirdi, ama daha uzun sürme olasılığı yoktu. 1Jariu: Leylek türünde bir kuş. “Hem de uyurum. Konuşuruz.” “Tamam. Epey oluyor konuşmayalı.” “Vaftiz oğlun, Canari Sariua koca adam oldu.” Andedura, iri-yarı oğlunu hatırlayınca gülümsedi. Bir an, evinde olma isteğini duydu. “Sana ham şekerle bir olta iğnesi vereceğim, ona götürürsün. Olur mu?” “Tabii.” Ufak bir ateş yakmak ve balıkları pişirmek için, Andedura kumsalda çalı çırpı toplamaya çıktı. O günden bu yana, üç gündür, Ze Oroco akıntıya karşı nehirde kürek sallayıp duruyordu. Üç gün sonra da, Sao Felix’i yirmi beş kilometre kadar aşınca rio das Mortes’in1 ağzını geçecek ve ertesi sabah gün ışırken Pedra’ya varacaktı. Düşüncelere dalıp giden Ze Oroco, birden, serseri ve hızlı gecenin yaklaşmakta olduğunu fark etti. Kupkuru, sivrisinekleri uzaklaştıran akşam melteminin yaladığı bir kumsal bulması gerekiyordu. Ze Oroco onu düşündü ve dargınlıklarına son vermeyi kararlaştırdı. İki gündür surat ediyordu, kendisiyle konuşmuyordu. Hep barışmayı en son isteyen o olduğundan, önceliği kendisinin elden bırakmaması gerekliydi. “Geç oluyor, bir yere yanaşmalıyız, değil mi?” Sessizlik. Yanıt yok. Ze Oroco üsteledi: “Şuradaki kumsal hoşuna gidiyor mu?” O yanıtlamak lütfunda bulundu: “Xengo-delengo-tengo. Fark etmez.” Ze Oroco ya sabır çekti. Bağırdı: “Credo!2 Şu sıralar öyle huysuzlaştın ki! Olur olmaz şeyden nem kapıyorsun. Seninle konuşuyorum da duymazlıktan geliyorsun…” 1Rio das Mortes: Mortes ırmağı. 2Credo: Pes! Vay canına. “Xengo-delengo-tengo. Yine ben, değil mi? Hep suç bende. Tartışıyorsun, sinirleniyorsun, sonra da bağırıp çağırıp benim haksız olduğumu söylüyorsun.” Böyle durumlarda, işin daha da kötüye gitmesini istemiyorsa onaylamak ve bir bahane bulmak uygun düşerdi. “Şu doktor olayına sinirlendim de…” “Xengo-delengo-tengo. Öyleyse değişmen gerek. Şu kumsala yanaşalım desem, sen, çala kürek gidiyor ve öbür kıyıya yanaşıyorsun. Hep canın ne çekerse onu yapıyorsun…” “Dikkat edeceğime söz veriyorum.” Sustular. Hava kararıyordu. Nehrin kıyısı neredeyse görünmez olmuştu; kumsalın beyazı yitiyor, yitiyordu… Ze Oroco kıs kıs güldü. Beriki yumuşuyordu: “Sence şuraya yanaşsak daha mı iyi olur?” “Xengo-delengo-tengo. Üç kürek daha salla, eşsiz bir yer orası.” Bunun üzerine, Ze Oroco, sesine Brezilya’nın bütün Şeker değirmenlerinin tatlılığını kattı: “Xengo-delengo-tengo. Seviyorum seni. Ya sen?” “Sana tapıyorum.” “Xengo-delengo-tengo. Yalan söylüyorsun.” “Yemin etmemi ister misin? Peki. Assisi’li Aziz Francesco’nun beş yarası üzerine yemin ederim.” “Xengo-delengo-tengo. Assisi’li Aziz Francesco’nun dört yarası vardı.” “Beş yarası vardı. Biri büyük, yüreğinde, kimsenin göremediği. Ne haber?” “Xengo-delengo-tengo. Öyleyse sorun yok. Sa… sana inanıyorum.” Ze Oroco içini çekti, rahatlamıştı. Gökyüzünde Caraja’ların büyük yıldızı Taina-kan, koca parıltısının çevresinde buzdan bir küçük hâle oluşturuyordu. 2 Sıradan bir adamın öyküsü Odun atarak ateşi canlandırmak ya da eğri büğrü demir kazanda kaynayan yoğun çorbayı karıştırmak için ocağa her eğilişinde perçem perçem gözlerine düşen saçlarını geriye attı Madrinha Flor. Bütün bir hayat boyu böyle olmuştu. Ellerini geniş eteğine silip ocaktan uzaklaşmayı, başardığında da, bir gülücük dağıtmak ya da dostça bir söz söylemek için yapardı bunu. Bir iyilik sürgünü yeşermişti ruhunda. Böyle anlarda öylesine dalgındı ki aklına eseni söylerdi: Sözsüz bir şarkı ya da hiç anlamı olmayan sözler. Bu yüzden, Chico do Adeus’un, hiç dikkat etmediği yağmurdan iyice ıslanan şapkasını silkeleyerek içeri girdiğini görmedi: “Rezillik bu yağmur…” Madrinha Flor, geri döndü ve gülümsedi. Rio Araguaia’ya yağan, mat yoğun perdeye baktı. İçini çekti ve yeniden gülümsemeye koyuldu. “Kapa çeneni, Chico. Göz açıp kapayana kadar geçecek iyi yürekli küçük bir yağmur bu.” “Geçer, geçer de… Bu uğursuz, Brejao’dan çıkalı beri iliklerime işliyor.” “Sırık gibi koca adam küçücük tatlı bir yağmurdan yakınıyor! Düşün biraz, efendi, mısıra boy verenin yağmur olduğunu.” 1Rio: Irmak. Kapıya yaslandı ye diken diken olmuş nehire boşalan sudan duvara baktı. Öbür kıyıda incecik bir kayık hızla akıp gidiyordu. Bir caraja Kızılderilisiydi belki de bu. Bir Beyaz da olabilirdi. Nehir ne kadar da güzeldi! Hele ağaçlar, yağmur kesildiğinde, nemli yapraklarıyla her zamankinden güzel olacaklardı. Her şey güzeldi Madrinha Flor için. Yıllar oluyordu bu yere göçeli; buraya yerleşmişti. Maranhao’nun uçsuz bucaksız derinliklerinden gelmişti. Hoşuna gitmişti burası. Kalmıştı. Kimse, ne pahasına olursa olsun, onu bu toprak parçasından söküp atamazdı. Geçen yıllar gözlerinin önüne aynı şeyleri getiriyordu… Yağmurdu, ateşli hastalıklardı ve sivrisineklerdi bunlar. Soğuk bastırıyordu, yıldızlı geceler, kulübenin ocağında ateş… ve her keresinde yeni bir tılsımlı güzellikti bu. Ama uzun zaman oluyordu, çok uzun. Pişirdiklerini yemek isteyen katırcıları, sığır çobanlarım doyurmaktan, elleri aşınmıştı. O kadar. Ocağa doğru döndü ve yeniden gülümsedi. Hayatı, Chico do Adeus’un hayatının tam tersiydi. Onda yerinden kımıldamadan yolculuk etme tutkusu vardı. Buruşuk, lekeli, içinde uçsuz bucaksız yeryüzünün resimleri bulunan eski bir dergi buldu mu, o yerin adını hecelemek ve yüreğinde bir yolculuk rotası ‘düşlemek için gözlerini dört açardı adam. Yaşlı sığırtmaç. Bu yoldan Copacabana plajlarını, Buenos Aires’i, Güney Fransa kıyılarını, Alabama’yı gezmişti… Ama gitmiş olduğu en uzak yer Cap-Verde’ydi. Bu adı çok.güzel bulduğu içindi kuşkusuz, çünkü, kendi coğrafyasının karmaşık yollarında bir dergide tersinden söyleyerek okuduğu garip bir ad bile, subway, eşsiz.bir ülkeydi. Hele çılgınca düşüncelerinden vazgeçirmeye çalışsınlar… hemen, dövüşmeye hazır, bıçağını kapar ve herkesi hadım edeceğini söyleyerek gözdağı verirdi! Fırsatını bulunca da dünya görüşünü açıklardı. Deniz, varolmayan bir şeydi. Yeryüzünü parçalara bölen nehirlerden başka şey yoktu. Pek çok nehir olduğunu biliyordu, ama deniz… Böyle bir saçmalığı da nereden bulup çıkarmışlardı? Tuz dolu, koca bir su çukuru ha? Ahmak olmak gerekirdi böyle bir şeye inanmak için. Nasıl olurdu ki? Denizin üzerine hiç yağmur yağmaz mıydı? Yağmur yağdı mı da nasıl eritmezdi tuzu? Yağmur yağmıyorsa, nasıl hep su dolu olurdu deniz, anlattıkları gibi. Denizin, balıkçıların sözünü ettiği Amazon gibi büyük nehirlerden biri olması gerektiği açık seçik ortadaydı. Ama Cap-Verde’yi, Subway’i çevreleyen deniz masalları anlatmasınlardı kendisine, üstüne üstlük, günahları boyunlarına, tuzlu suyla dolu denizi… Ama iyi yürekli olmaya iyi yürekli adamdı doğrusu!.. İşin kötüsü, taştan da kalın kafasına rağmen bulunduğu yerden bir karış öteye kımıldamayı başaramamasıydı. Madrinha Flor da herkes gibi Chico do Adeus’un yüz. elli kilometrelik bir çevreyi tanıdığını biliyordu: Kuzeyde, güneyde, doğuda, batıda. Bunun dışında, kala kala o düşlerine elveda deme tutkusu kalıyordu; Böyle böyle Chico do Adeus olmuştu o. iyiydi de bu, çünkü başka adı yoktu. Rüzgârın sürüklediği tohum gibi çıkmıştı ortaya; ufacık boyu, kocaman karnıyla. Orada kalmış, büyümüş, her işi yapmıştı, bir erkek olmuştu, hep büyük bir yolculuk yapmayı umduğundan hiç evlenmemişti; büyük çiftlikler hesabına sığırtmaçlık etmiş, toprağı işlemişti; hayatı boyunca kürek sallamış,’ lasso savurmuştu. Köşesinden ayrılmadan düşleriyle vedalaşmayı sürdürerek beyaz saçlar edinmişti. Chico do Adeus’un kırık dökük ahıra gitmek üzere kulübeden çıktığım görünce, Madrinha Flor gülümsedi. Yağmur nehrin üzerine boşalıyordu. Kutsanmış yağmur! Ama Chico do Adeus iyi adamdı. Doktor geldiği gün herkesi çağırmış, herkes de birbirinden beter hastalığını ortaya dökmüştü. Üstüne üstlük, herkes basma gelen felaketleri anlatmak için göz yaşartıcı, acınacak bir yol bulmuştu… Sıra Chico do Adeus’a geldiğinde, şapkasını çıkarıp sağ elini başının üzerine koymuştu, pek tedirgindi, çünkü hiçbir hastalık çektiği yoktu. Hiç dişi ağrımamıştı, kafası da başına dert olmayacak kadar kalındı. Asıl garibi, doktor fişini hazırlamak istediğinde ortaya çıkmıştı: “Adınız?” “Chico do Adeus.” “Chico do Adeus ne?” “Adeus do Adeus! Tanrı’ya emanet, o kadar!” Doktor yuvarlak başını kaşımıştı. Ne kadar büyüktü ve bilinmeyenlerle doluydu Brezilya!” “Yaş?” “Bilmem, bayım…” “Üç aşağı beş yukarı?” Chico do Adeus, parlak zekâsını ortaya koymak istemişti. Ama zekâsı kellesinin taşı andıran sertliğine toslamış ve açık seçik salaklığı çıkıvermişti ortaya. “Üç aşağı beş yukarı yaşım olmadı hiç, doktor.” Millet bıyık altından gülmüştü, ama doktor ciddi görünüşünü değiştirmemiş, kimse de istifini bozmamıştı. “Bir derdiniz var mı?” “Hayır, bayım…” “Ateşli hastalık geçirdiniz mi?” “Hayır, bayım…” “Baş ağrısı, karın ağrısı? Zührevi hastalıklar geçirdiniz mi?” “Hayır, bayım…” “Demek hiç derdiniz yok? Hiç hastalanmadınız mı?” “Yani, doktor, dört yıl oluyor, bay Climero de Zuza hesabına nehrin öbür yakasında balığa çıkmıştım, Amargozinho denen yerde, ama sanırım oranın bir adı daha var, bir şey oldum üstünüze afiyet… söyleyebilir miyim doktor?” , “Ben doktorum. Bu iş için burdayım. Söyleyin.” “Üstünüze afiyet, bir karın ağrısı… Sanırım timsah kuyruğu ve çiğ muz çorbasına koyduğum kırmızıbiber neden oldu buna…” Doktor kendini güç tuttu. “Peki. Ya şimdi… bir şey duyuyor musunuz?” Brejao’lu Bastiana, dayanamadı: “Doktor, bu ahmakla vaktinizi boşa harcıyorsunuz. Onun gibi bir hayvan, hastalığı bile korkutur.” Chico do Adeus, patladı: “Biliyor musunuz, doktor? Asıl beni korkutan şu karı. Şu bir türlü erkek bulamayan, şu karı sesli rezilin peşimden koşması talihsizlik değil de nedir? Ne zaman hayvanları suya indirsem, La Matroca boğazında kıyıya oturur, bacaklar yukarda, etek açılmış, hava basar, canımın bir şey çekebileceğini düşünür. Ama bana gelmez böyle şeyler, kan kısmı efendi olmalı, öte kıyıda ıhtırılan kabaklar gibi değil…” “Kapa çeneni, büyücü! Doktor, şuna iyice bakın, sanırım piranha’larl şeyinin yarısını kapıp götürmüş.” Bastiana gülmekten kıpkırmızı kesilmişti. Doktor edepli havayı geri getirmek için sertçe konuştu: “Susun. Çalışabilmek için sessizliğe ihtiyacım var.” Chico do Adeus doktorun önündeydi, saygılı ve şimdiden olup biteni unutmuştu. “Demek bir şey duymuyorsunuz?” “Duyuyorum, bayım, küçükten beri bir şey duyuyorum.” “Söyleyin.” “Yolculuk etme isteği.” “Hastalık değil bu.” “Hiç duymadığınız için…” “Hadi, hadi, Tanrı aşkına, ben acıdan söz ediyorum, gerçek acıdan.” “Ha, o yönden bir derdim yok, koruyucum aziz Antonho de Catingereba sayesinde, kazan götü gibi kara olan tek gerçek küçük âzız Antonho sayesinde. Ondan söz edildiğini işittiniz mi, doktor?” ‘ Piranha ya da pirana: Çok yırtıcı, «obur bir balık türü. “Dostum, bir şey duymuyorsanız neden bana başvurdunuz?” “Size baş maş vurmadım, doktor. Sizin herkese bakmak istediğinizi söylediler.” Yağmur nehrin dirseğinde yitip gitmişti. Güneş yeniden burnunun ucunu gösterdi. Madrinha Flor, kulübenin öbür yanına baktı. Doktor en yeni hamağının üzerinde uyuyordu, ziyaretler için kullandığı hamakta. Ve horluyordu… Uzun uzun horultular. Ayağı sallanıyor, düzenli olarak kulübenin kirişine değiyordu. Şu lanet olasıca uyku, güneşten gelmeliydi. Doktor bu güneşe alışkın değildi; öylesine beyazdı, teni o denli narin ve solgundu ki, şimdi yakıcı güneş altında kararmıştı. Madrinha Flor da bir türlü doktoru anlayamıyordu. Leopoldina’dan nehir yoluyla geldiğini söylüyordu doktor. Burası da son durağı olacaktı. Bir hafta sonra dönüş yolunu tutması gerekiyordu. Asıl kötüsü, gelecek yıl sonucu görmek için geri geleceğiydi. Bu kez daha aşağı inecek, başka araştırmalar yapacak, başka hastalara bakacaktı… Ah, şu zengin insanlar gerçekten gariptiler!.. Burada olduğuna göre neden nehir yoluyla Belem’e kadar gitmiyordu? Zamanı olmadığını söylüyordu… Ama… Bu Madrinha Flor’u niye ilgilendir sindi? Bu doktoru ilgilendirirdi… Doktorun, evine dönmek istediğini anlıyordu Madrinha Flor. Evine dönmek, evet buydu doktorun istediği!.. Karısına ve çocuklarına kavuşmak. Çantasında, incecik, açık renk saçları yapılmış, bir sürü mini minnacık, hepsi de yepyeni pabuçlu ve giysili, tertemiz kokan kız ve oğlan çocuğuyla çevrili bir kadın fotoğrafı vardı. Madrinha Flor, kahveyi ısıtmaya koyuldu. Doktora seslenmesi, ona kahve vermesi, saatin neredeyse dört olduğunu söylemesi gerekiyordu; gidip ne yapacaksa yapsındı, yoksa akşam gözüne uyku girmeyecek, durmadan gevezelik edip duracaktı. Sonu gelmeyen bir tatava olacaktı bu. Çoğu kez anlamadığı şeyler söylüyordu. Madrinha Flor’un gözleri uykudan yanıyor, hamağa uzanmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu; ama doktor ,bunu fark etmiyordu bile. Konuşuyor babam konuşuyordu… Ertesi gün erkenden, daha gün ışımadan Madrinha Flor’un horozları uyandırması, tavukları yoklaması, yumurtlamak üzere olanları anlayıp bir yere kapaması -yoksa hayvanlar açıktaki yumurtaları yiyorlardı- gerektiğini unutuyordu. Kahve ibriği ilk buhar dumanını koyverdi. Eski kupayı aldı, bir yandan düşünürken bir yandan da doldurdu: “Gelen teknelerden birinin yeni mutfak eşyası getirmeyişi çok yazık. Sık sık ısmarladım, ama insanın mangırı olmadı mı eşyalarını yenilemesi kolay değil. Şimdi altın yaldızlı resimlerle süslü bir tabak takımım olsaydı, doktora, böylesine kibar bir adama, eğri büğrü bir kupayla kahve vermek zorunda kalmazdım…” Kendini avuttu. Doğrusu doktor, burada, Araguaia sertao’sunun derinliklerinde, Bananai adasının göbeğinde, kentin lüksünü ve bir otelin sağladığı rahatlığı bulamayacağını biliyordu. Hamağa doğru ilerledi. İpi tutup sarstı. Sesi çok tatlılaştı: “Doktor, birazcık kahve.” Adam, çevresindekileri ilk kez görüyormuşçasına gözlerini açıp esnedi. Kıpkırmızı gözkapakları tembellik ve gevşeklik doluydu. Elini önü açık olan gömleğinden içeri kaydırdı, beyaz ve kıllı göğsünü kaşıdı. “Yoksa bir sumak kaynatmamı mı isterdiniz?” “Hayır, Madrinha Flor. Kahve daha iyi. Ayıltıyor.” Az şekerli ve ısıtılmış, kahveyi ufak yudumlarla içti. “Adam geliyor mu?” “Ze Oroco mu? Andedura onu bulup söylediyse^ gelmesi gerekiyor. Şu saatte, rio das Mortes üzerindeki Piqui’ye yaklaşmış olmalı… Yüzmek istemez miydiniz, doktor?” “İyi düşündün. Küçüğü çağırır mısınız?” 1Sertao: Brezilya’nın kıraç, çorak kuzeydoğu bölgesi. Madrinha Flor kapıya yaklaştı, dünyanın öbür ucuna sesleniyormuşçasına nehre doğru bağırdı: “Giribel! Ho! Ho! Giribel!” Göz açıp kapayana dek çocuk göründü; kıyıdan koşarak geldi. Dişleri plajın kumları gibi beyaz iki dizi oluşturuyordu. Bir elinde oltasının kamışını tutuyordu, öbüründe de yaşama dileğiyle hâlâ debelenmekte olan bir salkım kırmızı piranha’yı. “Geldim Madrinha.” “Kayığı hazırla, doktoru öbür yakadaki açık renk kumsala götür de yüzsün.” Doktor, hâlâ inatçı bir sisi andıran havanın getirdiği o büyük uyuşukluğun kalıntısını silkeleyerek beyaz hamakta oturuyordu. Şiş gözleri yavaş yavaş Madrinha Flor’un bacaklarına doğru kalktı. Bunların güçlü, güzel bacaklar olduğunu keşfetti ve ilk kez kadının genç olması gerektiğinin farkına vardı. Gözlerini biraz daha kaldırdı ve kaba bir etekliğin sardığı yuvarlak kalçaları inceledi. Belli belirsiz tedirgin edici, ama aynı zamanda da hoş bir istek duydu içinde… Kadın döndü: “Giribel kayığı getirmeye gitti. Geliyor.” Doktorun gözleri, karşısındakine sezdirmeden, geri kalanı inceledi. Madrinha Flor kupayı aldı ve ocağa doğru yöneldi. Bunun üzerine adam gerinerek ayağa kalktı. Çantasını açtı, sabunla havluyu çıkardı. Bir daha kemiklerini çatırdatarak gerindi. Kapıya yaslandı ve gözleri rahatsız eden nehre baktı; o denli güçlüydü nehrin parlaklığı. Yeniden içeri girdi. Boynundan aşağı ince bir su akıyor, göğsünün nemliliğinde yitiyor, toplanıyor ve gömleğinin içine sızıyordu. “Adam hakkında daha çok şey öğrenmek isterdim. Adı neydi? Ze ne?” “Ze Oroco.” Ateşin üzerinde bir şey tatlı tatlı cızırdadı ve kabaran yağın güçlü kokusu duyuldu. “Nasıl geldi buraya?” “Çok oluyor. Ben o sıra genceciktim. O da. Pedra’nın orada ev mev yoktu daha. Bütün hatırladığım, hüzünlü bir adamın gelişi. Kentli olduğu söyleniyordu. Buraya yerleşti. Nehrin üzerindeki birçok yerde oturdu, ama sonunda bu: rayı seçti. Şimdiye kadar, her yıl, kentten kendisine gönderilen parayı almak için nehir boyunca Leopoldina’ya kadar gider, döner. Ona Ze Oroco dediler, adı Ze Oroco kaldı. Basit bir öyküdür bu, doktor.” “Buraya niçin geldiğini kimse bilmiyor mu?” “Tanrı’dan başka hiç kimse. Çünkü Ze Oroco kimseye bir şey anlatmaz.” Madrinha Flor gülümsedi. “Ze Oroco böyle olmadan önce, ondan bir oğlan çocuk doğurdum. Öldü, şu kadarcık bir küçük melekti.” Madrinha Flor, boşlukta eliyle ölenin boyunu gösterdi. Doktor pantolonunun cebinden bir sigara çıkardı, bir kibrit çaktı. Kadını yeniden belli bir ısrarla incelemeye koyuldu. İçinden, kendi kendine söyleniyordu: ‘Bugün tam heyheylerim üzerimde!” “Çok zamandır mı böyle?” “Doğrusu, zaman hesabını şaşırdım. Ama o lanet olasıca kayığı bulur bulmaz taşındı.” “Şiddete başvurduğu olur mu, zaman zaman?.” Madrinha Flor, istemeden dizinin üzerindeki dolgunca bir baldır parçasını ortaya koyarak ellerini etekliğine sildi. , “Ne diyorsunuz? Her zaman tatlılıkla konuşur, hiç öfkelenmez. Ondan daha yardımseveri yoktur. Bütün hastalananların yardımına koşar. İstendiğinde araçlarını Ödünç verir. Olta iğnesi verir, giysilerini paylaşır… bir tek…” “Bir tek ne?”. “Birden, atamadığı bir hüzün çöker üzerine. Kimseyle konuşmaz olur. Yemeden içmeden kesilir. Sanki hiçbir şey görmez, hiçbir şey duymaz. O zaman ben aklından zoru olduğunu ve herkesi öldürdüğünü düşünürüm. Böyle efkârlandı mı bir tek şey düşünür, kayığıyla ortadan kaybolur, göllerde, boğazlarda avlanır, bazan aylarca görünmez.” “Ya şu kayık hikâyesi, doğru mu?” “Ben hiç görmedim, ama işiten kişiler var.” Madrinha, bir an sustu, sonra konuşmasını sürdürdü: “Ama bilinir ki, nehrin üzerinde ne olursa Ze Oroco anlatmıştır. Yukarılara yağmur mu yağdı, nehir yükselecek mi, bir balık akını mı var… Her şeyi bilir o.” “Ama nereden sezer bunu?” “Söylentiye göre Rosinha anlatır.” “Kim bu Rosinha?” “Şey, doktor, kayığının adı.” “Kayığın her şeyi bilebileceğine inanıyor musunuz?” “Bilmem, doktor. Ama bizim buralarda, alışılmamış o kadar çok şey görülür ki…” “Peki ama kayık bütün bunları nereden bilebilir?” “Balıklarla, pirana’larla, corvin’lerle, jaribu’larla konuşarak…” Doktor gülümsedi. Göründüğü kadarıyla tek deli Ze Oroco değildi. Ama, bu iyi yürekli insanlar öylesine basittiler ki… “Geldi doktor.” “Kim?” “Giribel.” Doktor, bembeyaz bir gülümsemeyle kendisine bakan küçük zenciyi süzdü: “Nerede öteki, Coro?” “Coro, gün ışırken yeni doğuran bir ineğe bakmak için Chico do Adeus’la birlikte geldi.” “Hadi bakalım.” “Kayık ilerde, öbür koyda,” dedi Giribel. Kulübelerin önünden geçtiler. Herkes gündelik minicik hayatını yaşıyor ve doktorun ne yaptığına dikkat bile etmiyordu; kocaman kırmızı yüzüne alışmışlardı. “Bakın doktor, simbaiba çiçeklerinin üzerindeki küçük üçgene!” Doktor gözlerini Giribel’in işaret ettiği yöne çevirdi:
Jose Mauro De Vasconcelos – Kayigim Rosinha
PDF Kitap İndir |