Jose Mauro De Vasconcelos – Şeker Portakalı 2 – Güneşi Uyandıralım

Birden gözlerim karanlıkta değildi artık. On bir yaşındaki yüreğim korkudan göğsümde hopladı. “Sırtınızdaki kuzunuzla ey küçük Isa, beni koruyun!” Işık büyüyordu. Biraz daha. Biraz daha. Büyüdükçe de, benim korkum büyüyordu; bağırmak istesem başaramazdım. Herkes sakin sakin uyuyordu. Bütün kapalı odalar sessizlik doluydu. Sırtımı duvara verip yatağımın içinde oturdum. Gözlerim öylesine zorlu bakıyordu ki, yuvalarından uğrayacaklardı neredeyse. Yakarmak, bütün koruyucu azizlerimin adlarını anmak isterdim, ama Lourdes Meryem’inin adı bile çıkmıyordu ağzımdan. Şeytan olmalıydı bu. Herkesin sık sık sözünü edip beni korkuttuğu şeytan. Ama o olsaydı, ışık, lambanın renginde olmazdı, kan ve ateş rengi olurdu ve herhalde bir kükürt kokusu duyulurdu. Sevgili Fayolle’um peder Feliciano’yu bile yardımıma çağıramıyordum.


Bu saatte Fayolle üçüncü uykusunda olmalıydı, mutlu biri gibi Maristler lisesinde horlamaktaydı herhalde, incecik ve tatlı bir ses kendini duyurdu: “Korkma, çocuğum. Sana yardım etmeye geldim.” Yüreğimin atışı şimdi duvarda yansıyordu, sesim, genç bir horozun ilk ötüşü gibi güçsüz ve titrek, çıkmayı başardı: “Kimsin? Öbür dünyadan gelme bir ruh mu?” “Hayır koca salak.” Ve hoşgörülü bir kahkaha odayı çınlattı. “Biraz daha aydınlatacağım burasını, ama kaygılanma, kötü bir şey olamaz.” Kararsız bir “evet,” dedim, ama gözlerimi kapadım. “İşte böyle, oyun değil bu dostum. Gözlerini yeniden açabilirsin.” Bir gözümü araladım, sonra öbürünü. Odada öyle güzel bir ışık vardı ki ölmüş olduğumu ve cennette bulunduğumu düşündüm. Ama bu olanaksızdı. Evde herkes cennetin bana göre bir yer olmadığını söylüyordu. Benim gibiler yanıp kavrulmak üzere dosdoğru cehennemin kazanlarını boylardı. “Bana bak. Çirkinim, ama gözlerimden bana güvenebileceğini okuyacaksın.

” “Neredesin?” “Burada, yatağın ayak ucunda.” Yatağın kıyısına yaklaştım ve bakmak için tüm cesaretimi topladım. Gördüğüm şey içimi yılgıyla doldurdu. Öylesine ürkmüştüm ki, fermuar gibi bir ürperti tepeden tırnağa dolaştı her yerimi. Titreyerek ilk durumuma döndüm. “Hayır, yavrum. Çok çirkinim, biliyorum. Ama bu kadar korkarsan sana yardım etmeden giderim.” Sesi yalvarır olmuştu, kendimi tutmaya karar verdim. Ama isteksizce süründüm ondan yana. “Bu kadar korku neden?” “Ama sen bir kurbağasın!” “Evet. Ne olmuş?” “Başka bir şey olamaz mısın?” “Bir yılan mı? Bir timsah mı?” “Onları yeğlerim, çünkü yılanlar güzeldir, kaygandır. Timsahlar da yüzdüklerinde çok hoşturlar.” “Beni bağışla, ama ben yoksul bir cururu kurbağasıyım, senin dostunum. Peki, hoşuna gitmiyorsa giderim.

Yine de tekrarlıyorum: Yazık olacak!” Kocaman benekli kurbağa o kadar üzgün ve duyguluydu ki neredeyse ağlayacaktı. Bu beni yumuşattı, çünkü öylesine duyarlıydım ki birinin ağladığını ya da acı çektiğini gördüm mü benim de gözlerim yaşlarla doluyordu. “Kabul. Ama bırak da bir soluk alayım, sonra düzelirim, sana alışmaya başlıyorum.” Gerçekten de durum değişmeye başlıyordu. Belki de gözlerinin tatlı parıltısından ve korkunç gövdesinin hareketsizliğinden ötürüydü bu. Bir dostluk cümlesi edecek oldum. Kekeleyerek çıktı ağzımdan. Bir şey beni onunla sizli bizli konuşmaya itiyordu. “Adınız nedir?” Gülümsedi. Sizli bizli konuşmamın onu şaşırttığı açıktı. Ama konuşan bir kurbağaya her gün rastlanmaz. Bu bende saygı uyandırıyordu. Başını kaşıdı ve karşılık verdi: “Adam.” “Adam ne?” “Yalnızca Adam.

Soyadım yok.” Duyarlılığım yine kendini gösterdi. Neden bir kurbağa için heyecanlanacaktım? “Soyadımı taşımak istemez misiniz? Bu hiç canımı sıkmaz. Bakın ne kadar güzel: Adam de Vasconcelos.” “Sağol dostum. Şu ya da bu biçimde sana öylesine yakın oturacağım ki, dolaylı olarak soyadından yararlanacağım.” Doğru işitmiş miydim söylediğini? Benimle oturmak ha? Tanrım, ey Mangabas Meryem’i! Analığım onu odamda görse, Ponta Negra plajına dek çın çın ötecek bir çığlık atardı. Sonra da süpürgesiyle İsaura’yı çağırır, onu merdivenlerden aşağı yuvarlardı. Bu da yetmiyormuş gibi, Isaura, Adam’ı küçük ayaklarından yakalamak ve Petropolis gezisinin tepesinden aşağı fırlatmak zorunda kalırdı. “Ne düşündüğünü kestiriyorum. Ama tehlike yok.” “Daha iyi!” Rahatlamış olarak bir soluk aldım. “Ya ben sana ne diyeceğim? Zeze mi?” “Rica ederim. Zeze yok artık. Geçmişteki budala çocuktu o.

Bir sokak çocuğu adıydı. Şimdi çok değiştim. Terbiyeli, kibar bir çocuğum ben…” “Ve hüzünlü. Özellikle hüzünlü. Belki de yeryüzünün en hüzünlü çocuklarından biri, değil mi?” “Biliyorum.” “Yeniden Zeze olmak ister miydin?” “Hayatta hiçbir şeyi geri gelmez. Bir bakıma, isterdim. Bir bakıma da, hayır. O sürekli dayak yeme ve aç kalma hikâyesi…” Hep peşimden gelmek isteyen o eski acıyı anımsıyordum. Yeniden Zeze olmak, bir şekerportakalı fidanı edinmek, Portuga’yı yine yitirmek mi? “İtiraf et gerçeği. O sıralar, uzun süreden beri duymadığın bir şeyin vardı. Minimini ve çok iyi bir şey: Sevgi.” Cesaretim kırılmış olarak başımla onayladım. “Her şey yitirilmiş sayılmaz. Hâlâ birtakım şeylere olan sevgin duruyor, yoksa benimle böyle gevezelik edemezdin.

” Bir an sustu ve çok ciddi bir yüzle ekledi: “Dinle Zeze, bunun için buradayım. Sana yardım etmeye geldim. Hayatta her eye karşı kendini savunmana yardım etmeye. Artık hem çok yalnız bir çocuk olduğun… hem de piyano çalmak zorunda kaldığın için acı çekmeyeceksin.” Adam, piyano çaldığımı nereden keşfetmişti. Ve bunun hayatımın en büyük işkencelerinden biri olduğunu nasıl anlamıştı? “Her şeyi biliyorum, Zeze. Bunun için geldim. Yüreğinde yaşayacak ve seni koruyacağım. Bana inanmıyor musun?” “Evet, inanıyorum. Hayatımda bir kere benimle yeryüzünün en güzel şarkılarını söyleyen bir kuşum oldu yüreğimde.” “Şimdi nerede?” “Uçtu. Gitti.” “Bu da beni saklayacak boş bir yerin olduğu anlamına geliyor.” Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Düş mü gördüğümü, yoksa bir mucize mi yaşadığımı.

söyleyemezdim. Çok zayıftım ve kuyu çıkrığı gibi eğri kaburgalarımla içeri göçük bir göğüs kafesim vardı. Kocaman bir kurbağa orada nasıl barınabilecek? Bir kere daha düşüncelerimi keşfetti: “Yüreğine sığmak için iyice ufalacağım, bir şey duymayacaksın.” Duraksadığımı görünce yine açıklamada bulundu: “Dinle, Zeze, beni içine kabul edersen her şey daha kolay olacak. Sana yeni bir hayatı, kötü olan her şeye karşı kendini savunmayı öğretmek ve seni hep kovalayan şu hüzün perdesini yavaş yavaş silip süpürmek istiyorum. Tek başına da olsan, artık eskisi kadar acı çekmediğini göreceksin.” “Gerçekten gerekli mi bu?” “Hayatta çok yalnız bir adam olmaman için gerekli. Yüreğinde yaşamaya başladığımda, yeni bir ufuk açılacak. Bir değişim olduğunu göreceksin.” “Değişim nedir?” “Değişiklik. Biçim değiştirme.” “Anlıyorum.” Gerçek şu ki, artık hiç korkmadığımı, kurbağadan hiç mi hiç ürkmediğimi anlıyordum. Neredeyse iki yüz yıldan beri dostmuşuz gibi bir duygu içindeydim. “Ya kabul edersem?” “Kabul edeceksin.

” “Ne yapmam gerekiyor?” “Senin mi? Hiç. Her şeyi ben yapacağım. Sen yalnızca yüreğine girmeme fırsat vermek için çok yürekli ve iradeli olmak zorundasın.” Bir elektrik akımı ayaklarımı gıdıklamış gibi, her yanım ürperiyordu. “Ağzımdan mı gireceksin?” “Hayır, budala. Ayrıca ağzından sığamam da.” “Öyleyse nasıl olacak?” “Gözlerini kapatacaksın, ben göğsüne yatacağım ve içine gireceğim yavaş yavaş.” “Canım acımayacak mı?” “Hiç acımayacak. Gözlerine büyük bir uyku indireceğim.” Korkumla savaşıyordum. Tenimde vıcık vıcık karnının buz gibi soğuğunu duyar gibiydim. Adam düşüncelerimi okumaya devam etti. “Bana elini ver.” Soğuk terler dökerek dediğini yaptım. “Benim elimin de yumuşacık olduğunu göreceksin.

” Bir mucize oluyordu. Kurbağanın eli büyümüştü, benim elimin boyutlarındaydı, dostça ve sevecen bir sıcaklığı vardı. “Gördün mü?” Parmaklarımla avucunu yokladım. Şaşkınlık içindeydim: “Siz de piyano çalıyor musunuz?” Neşelenmiş gibi güldü: “Neden sordun?” “Çünkü avucunuzda tek nasır yok. Ben de öyleyim, ağaçlara tırmanamam, parmaklarımda sıyrık olmamalı; eklemlerimi bile çatırdatamam. Bütün bunlar, piyano çalışmalarımı aksatmamak için yasaklanmıştır.” Umutsuzlukla içimi çektim. “Görüyorsun ya, bana gereksinim duyuyorsun.” “Ya bir gün piyanoyu bırakırsam?” “Müzikten bu kadar mı nefret ediyorsun?” “Sevmediğimden değil. Benim sevmediğim, günlerimi şu klavyenin üzerinde geçirmek. Sonsuz bir alıştırmalar, bitmek bilmeyen bir gamlar dizisi üzerinde.” Tam o sırada bir şey hatırladım: “Biliyor musunuz bay Adam, kromatik gamı severim ben.” “Biliyorum bay Zeze.” Şimdi, sizli bizli konuşamayacak kadar yakınlaştığımızı keşfediyordum. Aynı anda gülmeye koyulduk.

“Piyano çalmaktan vazgeçmeme yardım edecek misin,?” “Hayır, Zeze. Sana bu konuda söz veremem. Belki çok acı çekmemen için bir yol bulurum.” “Bu da bir şeydir.” Aşağıdan yukarı belirli bir üstelemeyle bana bakmaktaydı. Saatlerin geçtiğini göstermek istercesine kol saatine bir göz attı. Artık duraksamanın gereği yoktu. Bir daha piyano başında canımın sıkılmayacağını bilmek kararımı çabuklaştırmıştı. “Ne yapmam gerekli?” “Pijama ceketinin önünü aç ve korkma.” “Korkmayacağım.” “Şimdi bana yardım etmelisin. Çarşafın ucunu yere at ve beni kaldır.” Olmuştu işte. Adam işte çok yakınımdaydı. Işıkta gözleri, gökyüzünün masmavi olduğu zamanki mavi rengi almıştı.

Onu ne eskisi kadar çirkin, ne de eskisi kadar sevimsiz buluyordum. “Bana gerçeği söyle. Canım acıyacak mı?” “Hiç acımayacak.” “Ama yüreğimi yemeyeceksin, değil mi?” “Yiyeceğim ama hafiften, bir bulutu çiğnermiş gibi.” “Ya bir gün babam yüreğimin filmini çektirirse?” “Kimse bir şey keşfetmeyecek. Çünkü zamanla tıpatıp önceki yüreğinin biçiminde bir yürek olacağım.” “Her şeyi görmek istiyorum.” “Uyumayı yeğlemiyor musun?” “Hayır. Duvara yaslanacağım ve iyice izlemek için biraz eğileceğim.” “Öyleyse çok güzel bir müzik duymana çalışacağım ben de.” “Seçme yapabilir miyim?” “Yapabilirsin.” “Schubert’in Serenad’ıyla Schuman’ın Hülya’sım dinlemek isterdim.” “Piyanoyla mı?” “Evet.” Adam elini saçlarımda gezdirdi ve gülümsedi. “Zeze! Zeze! Piyanodan o kadar da nefret etmediğini itiraf et…” “Bazan güzel buluyorum.

” “Hazır mısın?” “Hazırım.” Güzel bir müzik çalmaya başladı. Adam göğsüme yattı ve her şey rüzgâr gibi yumuşacıktı. “Hoşçakal.” Ağzını göğsüme bastırdığını ve içime girmeye başladığını gördüm. Adam yalan söylememişti. Canım yanmıyor ve her şey çabucak olup bitiyordu. Az sonra, etimde kaybolmakta olan küçücük ayaklarından başka şey kalmamıştı ortalıkta. Elimi göğsümde gezdirdim, dümdüzdü. Oysa yüreğim kaygıyla atmaktaydı. Biraz bekledim ve dayanamadım. “Adam, orada mısın?” Sesi, şimdi daha boğuk geliyordu: “Buradayım Zeze.” “Yüreğimi yedin bitirdin mi?” “Yiyorum. Ama ağzım dolu konuşamam. Bir dakika bekle.

” Parmaklarımla sayarak bekledim. Müthiş bir şey olacaktı bu. Herkes gibi bir yüreğim olmadığını; yerinde dost bir kurbağa bulunduğunu hiç kimse anlayamayacaktı. “Tamam mı?” “Tamam. Çok lezzetliydi. Şimdi uyumalısın, yarın yeni bir gün olacak.” Mutluluk içinde, gerindim. Göğsümü ve düzenli atan yüreğimi ısıtmak için yorganı üzerime kaygısrzca çektim. Bir şey, fırlayıp yatağın içinde oturmama yol açtı. “Ne var Zeze?” “Işığı söndürmeyi unuttum.” “Sana nasıl yapman gerektiğini öğreteceğim. Yanaklarını iyice şişir ve üfle.” Dediğini yaptım ve odam yeniden kapkara kesildi. Uyku, gözkapaklarımı iyice bastırarak geliyordu. Ve gülümsüyordum.

“Adam, uyuyor musun?” “Hayır, neden sordun?” “Her şey için teşekkürler. Bana da hep Zeze diyebilirsin. Bir erkek olduğumda bile. Bunu çok seviyorum. Kabul mü?” Yanıt uzaklardan, uzaklardan geliyordu, sesi duyulmuyordu neredeyse; “Uyu yavrum, uyu; çünkü çocukluk çok güzeldir.” Dadada, odamın kapısını vurmuştu, karşılık vermediğim için de nasırlı elleriyle tokmağı çevirip açtı. Önce inlemelerime şaştı. Ama bunları ciddiye almadı: “Ayağa kalk, yumurcak. Okula gitme zamanı geldi. Bütün gün yatıp uyuyamazsın.” inlemelerim sürdüğünden, yatağa yaklaştı ve içinde bulunduğum uyuşukluğa şaştı. Hiçbir zaman tembel çocuklardan olmamıştım. Yataktan kalkmam mı gerekiyordu? Hop, kalkardım. Dadada, yatağın yanına yaklaştı, kan çanağına dönmüş gözlerimi görünce kaygılandı. Hemen elini alnıma koydu, düşünceli düşünceli homurdandı: Pijamamın üstünün önünü kapadı, yorganı üzerime çekti.

Yardım istemek için dışarı fırladı. Uyku yeniden bastırıyordu. Yorgunluğum öylesine büyüktü ki kollarımı duymuyordum bile. Annem söylenerek geldi: “Yine bir şeyler kuruyordur. Okula gitmemek, bugün piyano çalışmamak için bir bahane arıyordur.” Ama alnıma dokununca düşüncesini değiştirdi. Ardından da her şeyi suçlamaya koyuldu. Bütün suç bademciklerdeydi. Pencere aralık uyumuştum ve sabah serinliğinde üşütmüştüm. Bir bu eksikti. Dadada, olduğu yerde kıvranmaya başlamıştı bile. Benim yanımı tutuyordu: “Zavallı. Hasta bu çocuk. Her zaman uslu, sakin. Doktorun ayinden dönmesini bekleyeceğiz.

” Babam, ayinden döndüğünde, bir an bile duraksamadı: “Zatürree, hem de adamakıllı.” Bunun üzerine ortalık karıştı. Eczane, iğneler. Haplar… “Durumu düzelmezse şişe çekmek gerekecek.” Gevşek gevşek karşılık verdim: “Zahmetleriniz boşuna. Geçecek.” “Nereden biliyorsun geçeceğini? Geçmesi gerekli, orası doğru.” “Ama benimkisi zatürree değil.” Babam kollarını havaya kaldırdı: “Şunu görüyor musun? Bütün hayatınızı kitaplar arasında geçirirsiniz, sonra budalanın teki size okuma yazma öğretmeye kalkar.” Şu ünlü vantuzlardan ödüm kopuyordu: “Nedir o şişe çekmek dediğiniz?” “Ciğerleri temizlemek için çok iyi bir şey. Kanının dolaşımını sağlayacak bir şey. Hadi, yeter artık! Anlayamazsın sen.” “Nasıl yapıyorlar o işi?” “Nasıl yapılması gerekiyorsa. Soru da sorma, ateşin çıkacak.” Bana acıdı ve daha sakin açıklamada bulundu: “Karışık bir işlem değil.

Şişeler önce göğse, sonra sırta yapıştırılır. Şişe niyetine basit bir çay bardağı da kullanılabilir. Hem korkma, hiç canın acımayacak.” Bir şey beni için için yiyordu. Kurbağanın canı acımayacak mıydı? Adam, her şeyi dinlemiş olmalıydı, kuşkusuz o da korkudan titriyordu. “Şu iğnenin kaynaması da saatler sürüyor!” Gidip söylendi ve iğne ortaya çıktı, içinde ilaçla ve hemen ardından emirle: “Yüzükoyun dön, kıçını havaya kaldır.” Döndüm. Bir itiraz daha: “Bu yumurcak da bir deri bir kemik.” Annem ona öğüt verdi: “Sinirlenip durmayı bırak canım. Ayinden daha yeni döndün.” Gülmem tuttu. Çünkü o hep böyleydi. Boşu boşuna öfkelenir, öfkesi hemen geçerdi. Ama gülecek yerde, komşuların palmiye dallarında çınlayan bir haykırış koyverdim. “Tamam, tamam, bitti işte.

Gerçekten can acıtır. Ama önceden söyleseydim daha beter olurdu.” Kaba etlerimi ovaladıkları eterin kokusu başımın dönmesini daha da arttırdı. Bunun üzerine babam yatağın kıyısına oturdu ve bana bakmaya koyuldu. Bana dikkat etmesi, renkli derisine, mavimtrak bir yansıma yapan sık sakalına bakmak, neredeyse simsiyah olan gözlerini görmek pek enderdi. Elini tuttum, beni çok şaşırtarak çekmedi elini. “Zatürree değil bu, hayır.” “Nedir öyleyse?” “Yüreğini yiyen kurbağa.” Gözlerini iyice açtı ve elini yeniden alnımda gezdirdi. “Hâlâ sayıklıyor.” İncecik bir ses pek hafif fısıldadı. Adam’dı bu: “Koca budala, büyüklerin hiçbir şey anlamadıklarını görmüyor musun? Yeryüzünün en büyük gerçeklerini söyleyebilirsin, ama hiçbir yere götürmez bu seni.” “Bağışla beni, Adam.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir