Jose Rodrigues Dos Santos – Kodeks 632

Yaşlı tarihçinin hayatının son dört dakikası içinde olduğundan haberi yoktu. Otelin asansörünün geniş kapısı sanki onu hapsetmek için bekliyordu. İçeri girip on ikinci katın düğmesine bastı. Asansör yukarı çıkarken duvara gömülü aynada kendini inceledi. Pasaklı tarihçi kalıbına tamamen uyduğunu düşündü. Başının üstü keldi. Kafasındaki bir tutam saç da geride, kulaklarının arkasındaydı. O bir tutam saç kırışık ve çökük yanaklarını örten sakalı kadar ağarmıştı. Başına geleceklerden habersiz bir şekilde aynadaki görüntüsüne istemeye istemeye gülümseyerek çarpık dişlerine baktı. Beyaz yapay dişlerinin haricindeki dişleri sararmış ve mattı. Üç Asansör on ikinci kata geldiğinde yumuşak bir ding sesi geldi. Tarihçi koridora çıktı, sola döndü ve oda kartını bulmak için cebini yokladı. Kartı kapıdaki yuvasına sokunca kapının üzerinde yeşil bir ışık yandı. Kapıyı açıp odaya girdi. İki.


Klimanın soğuk, kuru havası ensesindeki tüylerin ürpermesine sebep oldu. Bütün bir sabahı dışarıdaki yakıcı sıcakta geçirdikten sonra bu soğuk hava ona iyi gelmişti. Odanın köşesindeki mini bardan meyve suyu alıp geniş cama doğru yürüdü. İç geçirerek Rio’nun göğünü süsleyen yüksek binaları seyretti. Tam karşısında küçük, beş katlı, beyaz bir bina vardı. Binanın çatı katındaki yüzme havuzu sıcak öğle güneşinin altında turkuaz renklerle parlıyordu. Şehrin etrafındaki tepeler, şehrin çimento grisi ile onu çevreleyen ormanın yeşili arasında bir bariyer görevi görüyordu. Şehrin, ağaç kaplı en yüksek tepesi Corcovado’da Kurtarıcı İsa heykeli profilden görünüyordu. İnce, fildişi renkli, dibinde uçurum olan bir heykeldi bu. Şehri kucaklıyordu. Heykelin ucunda küçük bir bulut kümesi vardı. Tarihçi hayatının son anlarını ortaya yeni çıkardığı materyali düşünerek geçirdi. Büyük başarısıydı bu keşif. Şimdi ne yapacağını düşündü. Topladığı bütün bu bilgilerle ne yapacağı çok önemliydi.

Çok dikkatli olmalıydı. Bir. Yaşlı adam şişeyi dudaklarına götürdü. Serin ve tatlı içecek boğazından aşağı aktı. En sevdiği içecek mango suyuydu. Şeker tropik meyvenin keskin tatlı tadını daha da öne çıkarmıştı. Rio’daki meyve suyu satıcıları bu meyveyi taze taze sıkarlardı. Sıkmadan hemen önce soyarlardı ki lifli dokusundan ve tadından hiçbir şey kaybetmesin. Yaşlı adam gözlerini kapatıp açgözlü bir şekilde içeceğini son damlasına kadar içti. Bitirdiğindeyse gözlerini açıp karşı binadaki göz alıcı yüzme havuzuna baktı, yüzünde tatmin olmuş bir ifade vardı. En son gördüğü şey, o havuz olacaktı. Acı. Göğsünde keskin bir acı hissetti. Eğilip iki büklüm oldu. Vücudu kontrol edilemez spazmlarla sarsılıyordu.

Acı katlanılamaz bir haldeydi. Yere düştü. Gözleri yukarı doğru dönüp donuklaştı. Vücudu son defa kasıldığında kolları ve bacakları açık, sırtüstü bir halde yatıyordu. Gözleri hiç kapanmadı. Keşfi onunla beraber mezara gitmişti. 1 LİZBON Eğer o sabah birisi Tomás Noronha ya gelecek birkaç ay içerisinde Keşifler Çağı’ndan kalma beş yüz yıllık bir komplo teorisinin peşinde dünyayı dolaşacağını, zamanın iki süper gücü arasındaki casusluk olaylarını, Kabala ve Tapınak Şövalyelerihin gizli dünyalarını araştıracağını söylese ona inanmazdı. Tomás çıkacağı maceradan habersizdi. Arabasını park etti. Saat dokuz buçuk olmasına rağmen üniversitenin park alanının yarısı boştu. Koridorda toplanan öğrenciler sabah sohbetlerini etmekle meşguldüler. Aralarından geçerken kızlardan bazılarının heyecanlı fısıltılarını işitti. Tomás orta yaşlı, uzun boylu, yakışıklı, yeşil gözlü bir adamdı. Yeşil gözlerini Fransız ninesinden almıştı. T9 sınıfının kapısını açtı, ışıkları yaktı ve çantasını masanın üzerine koydu.

Öğrenciler küçük gruplar halinde içeri girip her zaman oturdukları yerlere, yakın arkadaşlarının yanına oturdular. Tomás çantasından notlarını çıkarıp öğrencilerin yerleşmelerini ve geç kalanların da derse yetişmelerini bekledi. Karşısındaki yüzleri inceledi. Çoğu kız olan öğrencilerin bazıları uykulu bakıyordu. Diğerlerinin gözleriyse içtikleri kahvelerden dolayı çakmak çakmaktı. Birkaç dakika sonra ayağa kalkıp sınıfı selamladı. “Günaydın.” “Günaydın,” dediler hep bir ağızdan. “Son dersimizde,” diye başladı Tomás, en öndeki sıraların önünde birkaç adım atarak. “Tanrı Marduk’a adanmış bir dikili taşı incelemiş ve Akad, Asur ve Babil sembollerini analiz etmiştik. Sonra Antik Mısır’ı ve hiyeroglifleri inceleyip Ölüler Kitabı’ndan pasajlar okumuştuk. Karnak Tapınağı’ndaki yazıtları ve papirüslerdeki yazıları tartışmıştık. Bugün de hiyerogliflerin nasıl deşifre edildiğini öğrenerek Mısır konusunu bitireceğiz.” Tomás adım atmayı durdurup etrafına baktı. “Herhangi bir fikri olan var mı?” Öğrenciler gülümsedi.

Hocalarının onları derse katmak için kullandığı değişik yöntemlere alışmışlardı artık. “Rosetta Taşı,” diye bağırdı biri. “Evet,” dedi Tomás. “Rosetta Taşı hiyerogliflerin deşifre edilmesinde yardımcı olmuştur ama tek faktör olduğunu söylemek yanlış olur. Hatta en önemli faktör bile sayılmaz.” Öğrenciler şaşırmış görünüyorlardı. Soruyu cevaplayan öğrenci en doğru cevabı veremediği için hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Birkaç öğrenci oturdukları yerde kımıldandı. “Yani hiyerogliflerin deşifre edilmesi Rosetta Taşı sayesinde olmadı mı?” diye sordu gözlüklü, kısa boylu tombul bir kız. Derse en çok katılan öğrencilerden biriydi. Tomás gülümsedi. Rosetta Taşını yüceltmemesi sınıfta istediği etkiyi yaratmış, onları uyandırmıştı. “Yardımcı oldu tabii ki,” dedi. “Fakat ondan daha yararlı şeyler de var. Bildiğiniz üzere yüzyıllar boyunca hiyerogliflerin anlamı bilinmiyordu.

İlk hiyerogliflerin yazımı İsa’nın doğumundan üç bin yıl öncesine kadar gider. Hiyeroglifler dördüncü yüzyıl sonlarına doğru kullanımdan düştü ve bir nesil sonra kimse hiyeroglifleri okuyamaz oldu. Sizce neden oldu bu?” Sınıf sessizdi. “Mısırlılar hafıza kaybına uğradı?” diyerek güldü sınıftaki genç erkeklerden biri. “Kilise yüzünden,” diye açıkladı Tomás, zoraki bir gülümsemeyle. “Hıristiyanlar, Mısırlıların hiyerogliflerini kullanmalarına izin vermediler. Onları pagan geçmişlerinden, sayısız tanrılarından koparmak istediler. Bu o kadar kökten bir çözümdü ki bu antik yazı biçimi bir anda tarih oldu. Hiyerogliflere olan ilgi söndü ve ancak on altıncı yüzyılın sonunda Papa V. Sixtus’un, Francesco Colonna tarafından yazılan Hypnerotomachia Poliphili adlı kitaptan etkilenip Roma’nın yeni sokak köşelerine Mısır dikilitaşlarını yerleştirmesiyle tekrar artmaya başladı.” Sınıf kapısının gıcırdaması Tomás’ın dersini böldü. Tomás, içeri giren genç kadına göz ucuyla baktı. Dikkati yeni gelen öğrenciye kaymıştı. Bu öğrenciyi daha önce görmemişti. Sarışın, turkuaza çalan mavi gözleri vardı, beyaz tenliydi.

Kız herkesten uzağa, en son sıraya oturdu. Güzelliğinin insanlar üzerindeki etkisinin farkındaydı. Tomás devam etti. “Bilim insanları hiyeroglifleri deşifre etmeye çalışmış ama başaramamışlardı. Napolyon, Mısır’ı işgal ettiğinde beraberinde tarihçi ve bilim insanları getirmişti. Buldukları her şeyi kaydetmiş, her yeri haritalamış ve ölçmüşlerdi. Bu bilim insanları ve tarihçiler Mısıra 1798 yılında varmışlar, sonraki yıl Nil Deltası’ndaki Julien Kalesi’ndeki askerler tarafından çağrılmışlardı. Orada bilim insanlarından, askerlerin Rosetta şehrinde buldukları bir taşı incelemeleri rica edilmişti. Askerler içinde bulundukları kalenin duvarlarından birini yıktıklarında üzerinde üç farklı dilde yazılar olan bir taş bulmuşlardı.” Tomás geç gelen kadının bir yabancı olduğuna karar verdi. Portekiz’de onunki kadar açık bir saç rengi kolay kolay görülmezdi. “Fransız bilim insanları taşı incelemiş ve Yunan karakterleri, demotik yazı ve hiyeroglifleri tespit etmişlerdi. Aynı metnin üç farklı dilde yazılmış hali olduğunu anlamış ve anında bu buluşun önemini fark etmişlerdi. Sonra Britanya askerleri Mısır’a girip Fransızları bozguna uğratmış, bunun sonucunda da Paris’e yollanması düşünülen taş Britanya Müzesine gelmişti. Yunancadan yapılan çeviriler bu taşın Mısırlı rahipler konsülü tarafından yapılmış bir bildiri olduğunu gösterdi.

Taşta Firavun Ptolemaios’un Mısır halkına bahşettiği iyilikler, buna karşılık da rahiplerin Firavunu yücelttikleri yazıyordu. Eğer diğer iki yazı da aynı metni içeriyorsa İngilizler demotik yazıyı deşifre etmenin çok da zor olmayacağını düşündüler. Fakat üç sorun vardı.” Tomás başparmağını kaldırdı. “Birincisi taş zarar görmüştü. Yunanca olan yazı görece daha tamdı ama demotik yazıdan ve özellikle hiyerogliften önemli parçalar eksikti. Hiyerogliflerin yarısı yoktu, kalan ön dört satır da ağır şekilde tahribe uğramıştı.” İşaret parmağını kaldırdı. “İkinci problemse deşifre edilmesi gereken iki dilin Mısırca yazılmış olmasıydı. Bu diller en az sekiz yüzyıldır konuşulmuyordu. İngilizler hangi hiyerogliflerin hangi Yunan kelimelerine denk geldiğini kestirebiliyor fakat o kelimelerin nasıl telaffuz edildiğini bilmiyorlardı.” Üçüncü parmağını kaldırdı. “Son olarak da bilim insanları hiyerogliflerin semagram olduğunu düşünüyorlardı. Semagram, fonogramdaki gibi her sembolün bir sesi ifade etmesi değil de her sembolün bir kelimeye, bir fikre karşılık gelmesidir.” “Peki, hiyeroglifleri nasıl deşifre ettiler?” diye sordu biri.

“Gizemdeki ilk çatlak Thomas Young isminde yetenekli bir İngiliz tarafından oluşturuldu. Young ön dört yaşındayken çoktan Yunanca, Latince, İbranice, Keldanice, Süryanice, Farsça, Arapça, Etiyopyaca, Türkçe ve… hımm… bir düşüneyim…” “Çinlice?” dedi durmadan sınıfı güldürmeye çalışan çocuk. Herkes güldü. “Samirice,” dedi Tomás. “Samirice biliyorsa, İyi Samiriyeliyle de tanışmıştır belki,” diye devam etti sınıfın soytarısı, başarısından dolayı kendine güveni gelmişti. Gülüşmeler daha da arttı. Tomás onu duymazlıktan gelip devam etti. “Young, üç Rosetta metninin birer kopyasını alıp 1814 yılının yazında beraberinde götürdü. Metinleri derinlemesine incelemeye başladığında bir şey dikkatini çekti. Bazı hiyerogliflerin etrafı çevriliydi, yani kartuş içine alınmıştı. Bu kartuşların amacının önem belirtmek olduğunu düşündü. Yunanca metni incelediğinde kartuş içine alınan yerin Firavun Ptolemaios’tan bahsettiğini anladı ve Firavun’un öneminden bahsetmek için kartuş içine alındığını düşündü. Sonra devrim diyebileceğimiz bir şey yaptı. Yazının sadece kavramsal olduğunu düşünmeyip kelimelerin fonetik olarak yazıldığını düşündü ve kartuşun içindeki her hiyeroglife bir ses atadı.” Tomás beyaz tahtaya doğru koşturdu ve bir kare çizdi.

“Kartuşun içindeki bu ilk sembolün, Firavunun ismindeki ilk harfe karşılık geldiğini yani p olduğunu düşündü.” Tomás karenin yanına düz tarafı aşağı doğru bakan bir yarım daire çizdi: “Kartuşun içindeki bu ikinci sembolün t olduğunu düşündü.” Profilden bir aslan resmi çizdi: “Bu küçük aslanın l harfini temsil ettiğini düşündü.” Tomás sol tarafta birleşen iki paralel çizgi çizdi: “Bu sembollerin ise m sesini verdiğini çıkardı.” Yan yana iki dikey duran iki bıçak çizdi: “Bu bıçaklar ise i olarak okunabilirdi.” En son da ters duran bir kanca çizdi: “Bu sembolün de os sesini çıkardığını düşündü.” Sonra dönüp sınıfa baktı. “Anladınız mı?” dedi, tahtadaki işaretlere bakarak. “P, t, l, m, i, os. Ptlmios. Ptolemaios.” Dönüp öğrencilere baktı. Yüzlerindeki hayreti görünce gülümsedi. “Şu an biliyoruz ki seslerin çoğunu doğru bilmişti,” Tomás devam etti, tahtadan ön sıralara doğru yürüdü. “Böylece, arkadaşlar, Rosetta taşının rolü sona erdi.

” Öğrencilerin bu fikri hazmetmeleri için biraz bekledi. “Çok önemli bir ilk adım olduğu kesindi ama yapılması gereken daha çok şey vardı. İlk hiyeroglifi okumayı başaran Thomas Young bulgularını doğrulamak için çalıştı. Teb’deki Karnak Tapınağı’nda başka bir kartuş buldu. Orada yazan ismin ise Ptolemaios Hanedanı’ndan Kraliçe Berenice’ye ait olduğunu düşündü. O isimdeki sesleri de doğru bulmuştu. Fakat Young’a göre bu fonetik yazılar sadece yabancı isimlere aitti. Büyük İskender’in soyundan gelen Ptolemaios Hanedanı’nın üyeleri için yazılmıştı sadece ve genel geçer bir kural değildi. Bu yüzden şifre kırılmamış, sadece küçük bir çatlak oluşmuştu.” “Neden sadece yabancı isimlerin fonetik olarak yazıldığını düşünmüştü peki?” Tomás tereddüt etti, en güzel cevabı bulmaya çalışıyordu. “Çinceye benzetmişti,” dedi en sonunda. “Burada Çince bilen var mı?” Sessizlik. “Peki,” dedi gülümseyerek. “Çincenin yazımı ideografiktir. Bu tür bir alfabenin kötü yanı ne zaman dile yeni bir kelime girse yeni bir karakterin icat edilmesi gerekir.

Bu yüzden zamanla dilde on binlerce karakter olurdu, ezberlemek imkânsızlaşırdı. Bu problemle karşı karşıya kaldıklarında ne yaptılar?” “Ginkgo biloba hapları yuttular?” diye sordu sınıf soytarısı. “Alfabelerini fonetik hale getirdiler,” dedi Tomás, onu tekrar duymazlıktan gelerek. “Aslında eski kavramsal yazılarını terk etmediler ama yeni eserler ortaya çıkardıklarında sembolleri fonetik olarak kullanmaya başladılar.” Tomás etrafına baktı ve söylediği şeyin anlaşıldığını gördü. “Young da Mısırlıların böyle yaptığını düşünüyordu.” “Yani bütün her şeyi Young çözdü?” “Aslında hayır,” dedi Tomás. “Fransız Jean-François Champollion çözdü.” Tomás sınıfın arkasındaki sarışın kadına baktı. Burada ne arıyordu acaba? Alman’a benziyordu, belki de Hollandalıydı. Dikkatini tümüyle derse vermiş gibiydi. Koltuğunda dik oturuyordu. Delici bakışlarını Tomás’a yönlendirmişti. “Dostumuz Champollion, Ptolemaios ve Kleopatra’nın isimlerinin yazılı olduğu kabartmalara Young’un bakış açısıyla yaklaştı ve güzel sonuçlar aldı. Büyük İskender’in adının geçtiği bir metni de deşifre etti.

Fakat ortada bir sorun vardı. Rastladığı bütün isimler yabancı kökenliydi. Geleneksel Mısır kelime havuzunda bu isimler yoktu. O yüzden bu durum onun bu savın doğru olduğu konusundaki düşüncelerini desteklemişti. Fakat 1822 yılının Eylül ayında her şey değişti.” Sözlerinin daha etkili olması için duraksadı. “1822 yılında Champollion, Ebu Simbel Tapınağı’ndaki kabartmaları inceleme imkânı buldu. Oradaki yazıtlar Greko-Roman döneminden de öncesine dayanıyordu. Bu yüzden o yazıtlarda geçen isimlerin hiçbiri yabancı kökenli olamazdı. Bütün hiyeroglifleri inceledikten sonra belirli bir kabartma üzerinde dikkatini yoğunlaştırmaya karar verdi.” Tomás beyaz tahtaya bir kartuşun içine dört hiyeroglif çizdi: “Bu kartuştaki ilk iki hiyeroglifin anlamı bilinmiyordu ama son ikisine diğer kabartmalarda da rastlamıştı. Biri ‘Ptlmios’, diğeriyse ‘Alksentr’ ya da ‘İskender’ yazılışında kullanılmıştı.” Son hiyeroglifi gösterdi. “Bu kelime grubundaki, bu sembol s’ye karşılık geliyordu. Champollion, Ebu Simbel kabartmasındaki son iki sesi deşifre ettiğini düşündü.

” Tomás hiyerogliflerin Latin alfabesindeki karşılıklarını yazdı. İlk iki hiyeroglifin yerineyse soru işareti koydu. Beyaz tahtada ?-?-s-s yazıyordu şimdi. Sınıfa döndü, tahtadaki iki soru işaretini gösterdi. “İlk iki hiyeroglifi hâlâ çözememişti. Acaba bu hiyerogliflerin anlamı neydi? Hangi seslere karşılık geliyorlardı?” İlkini gösterdi. “Ortasında nokta olan bu hiyeroglife baktığında Champollion bunu güneşe benzetti. Bu hipotezden yola çıkarak da ona karşılık gelen sesin ne olabileceğini düşündü. Antik Mısır dilinde güneş’in ‘ra’ diye telaffuz edilmesinden dolayı ilk soru işaretinin yerine ‘ra’ yazdı.” Tomás da ilk soru işaretini silip onun yerine ra yazdı. Şimdi tahtada ra-?-s-s yazıyordu. “Şimdi ne yapacaktı peki? İkinci soru işaretinin yerine ne koyacaktı? Champollion bunun üzerinde düşünürken cevabın basit olduğunu fark etti. Kelime ne olursa olsun, kartuş içinde olması kesinlikle bir firavunun ismiyle uğraştığını işaret ediyordu. Peki, hangi firavunun ismi ra ile başlayıp iki s ile biter?” Soru, sessiz sınıfta bir süre havada asılı kaldı. “O anda aklına değişik bir fikir geldi.

Cesur, sıra dışı bir fikir.” Öğrencilerinin merakını artırmak için son bir kez kısaca duraksadı. “Neden m olmasın?” Tomás tahtaya döndü, soru işaretini sildi ve yerine m yazdı. “Ramses. Böylece, akademik alandaki bu buluşla, kendi evrensel tarihimizi anlama rotamız kökünden değişmiş oldu.” 2 Ders bittikten sonra sınıfta herkes hep bir ağızdan konuşmaya başladı. Öğrenciler defterlerini kapatıp, sandalyelerini geri itip ayağa kalktılar, sınıfta biraz oyalandılar ya da konuşarak kapıya doğru yöneldiler. Her zamanki gibi Tomás eşyalarını toplarken öğrencilerden bazıları onun başına üşüştü. “Profesör, yarı zamanlı bir işte çalışıyorum. Son birkaç derse gelemeyeceğim. Final tarihi belli oldu mu?” “Evet. Son derste söylenecek.” “Son ders hangi gün.” “Ezberimde yok. Ders programınıza bakın.

” “Sınav nasıl olacak peki?” “Pratiğe dayalı bir sınav olacak.” Tomás çantasını düzenlemeye devam etti. “Dokümanları inceleyeceksiniz ve antik metinleri deşifre edeceksiniz.” “Hiyeroglifleri mi?” “Evet, ama başka şeyler de olacak. Sümer çivi yazılarını, Yunan, İbrani ve Arami metinlerini deşifre edeceksiniz. Belki de daha basit olan Orta Çağ ya da on altıncı yüzyıldan el yazmaları da olabilir.” Öğrencinin ağzı şaşkınlıkla açıldı. “Şaka yapıyorum,” dedi Tomás gülerek. “Sadece birkaç cümle…” “Ama ben bunları bilmiyorum ki,” dedi öğrenci şikâyet ederek, paniğe kapılmışa benziyordu. Tomás ona baktı. “O yüzden bu dersi alıyorsun, değil mi?” dedi kaşlarını kaldırarak. “Öğrenmek için.” Sarışın kadının sınıfın ön tarafına doğru geldiğini ve onunla konuşmak için beklediğini fark etti. Konuştuğu öğrenci ona bir kâğıt uzattı. “İmzalamanız gerek,” dedi.

Tomás dalgın bir şekilde kâğıdı imzaladı, aklı sarışın kadındaydı. “Tam olarak nedir bu?” diye sordu sonra, neyi imzaladığı hakkında en ufak bir fikri yoktu. “Derse geldiğim için mesaiye geç kaldığımı gösteren bir kâğıt sadece,” dedi öğrenci. Tomás başını salladı ve kızın gidişini izledi. Dünya ne hal almaya başlamıştı böyle. Şimdi yanında sadece iki öğrenci vardı. Siyah kıvırcık saçlı bir kadın ile sarışın yabancı öğrenci. Önce siyah saçlı öğrenciye işaret etti ki yeni gelen sarışın kadınla konuşmaya daha çok vakti olsun. “Merhaba Profesör. Mısır yazısında resimler nasıl kullanılmaya başlandı?” “İçeriğe göre aslında,” dedi Tomás. “Mısır yazısının kuralları esnektir. Kelimeleri kısaltmak ya da onlara farklı anlamlar yüklemek için resimler kullanılmış.” “Teşekkürler, Profesör.” “Haftaya görüşürüz.” Sonunda sarışın kadınla konuşabilecekti, hem de odada başka kimse olmadan.

Etrafındaki erkekler yüzünden bu duruma alışık olmalıydı. Kadının güzelliği ve boyunun uzunluğu karşısında -neredeyse onun kadar uzundu- etkilenmiş olsa da gözünün korkmasına müsaade etmedi. Kadına gülümsedi, kadın da gülümseyerek karşılık verdi. “Merhaba,” dedi Tomás. “Günaydın, Profesör,” dedi kadın. Değişik bir aksanı vardı. “Burada yeniyim.” Tomás güldü. “Onu fark ettim. İsminiz nedir?” “Lena Lindholm.” “Lena mı?” dedi Tomás şaşırarak, sanki onda bir farklılık olduğunu ilk defa fark ediyormuş gibi. “Lena Portekizcede Helena’nın kısaltmasıdır.” Kadın utangaçça kıkırdadı. “Evet, ama ben İsveçliyim.” “Aaah!” diye bir nida attı Tomás.

“Tabii ki,” duraksadı, doğru kelimeleri arıyordu. “Bir bakayım… hımm… hej, trevligt att träf as!” Lena’nın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Efendim?” dedi, anadilini duymak onu mutlu etmişti. “Talar du svenska?” Tomás başını salladı. “Jag talar inte svenska,” dedi gülümseyerek. “Bildiğim bütün İsveççe bu.” Omuz silkti özür dilercesine. “Förlat.” Kadın ona hayranlıkla baktı. “Fena değil, fena değil. Aksanınızı biraz düzeltmeye ihtiyacınız var. Biraz daha şarkı söyler gibi konuşmanız gerekli, yoksa konuşmanız Dancaya benzer. İsveççeyi nerede öğrendiniz?” “Öğrenciyken Malmö’de dört gün kaldım. Oradayken birkaç şey öğrenmiştim. Var ar toaletten, diye sormasını biliyorum.

” Kadın güldü. “Hur mycket kostar det?” “Äppelkaka med vaniljsås.” Tomás’ın son söylediği kadının iç çekmesine sebep oldu. “Profesör, bana äppelkaka’yı hatırlatmayın.” “Neden?” Kadın dilini dolgun pembe dudaklarında gezdirdi. “Çok lezzetlidir. Çok özlüyorum…” Tomás güldü, kadının onda uyandırdığı etkiyi gizlemeye çalışıyordu. “Affedersiniz, ama kaka bir tatlıya konulmak için pek iyi bir isim değil. Caca Portekizcede ‘dışkı’ anlamına gelir.” “Evet, o tatlıya kaka deniyor ama elmasının tadı müthiştir.” Lena gözlerini kapadı. Sanki hayatında ilk defa tatlı yediği anı hatırlıyordu. Bu kadın Tomás’ın çok ilgisini çekmişti. Güzel öğrencilerin yanında olmaya alışıktı, serserinin biri değildi, evli bir adamdı sonuçta. Fakat bir an için kadını kendisine doğru çekmeyi, onu öpmeyi ve kadının içinde uyandırdığı cinsel arzuyu onunla bastırmayı düşündü.

Tomás boğazını rahatsız edici bir şekilde hımm-hımm diyerek temizledi. “İsmim ne demiştiniz?” “Lena.” “Hımm, Lena.” Duraksadı. “Söylesene Portekizceyi nasıl bu kadar iyi öğrendin?” “Babam Angola’ya büyükelçi olarak gitmişti. Beş yıl boyunca orada yaşadım.” Tomás çantasını kapatıp doğruldu. “Anladım. Angola’yı sevdin mi?” “Bayıldım. Miramar’da evimiz vardı. Hafta sonlarını da Mussulo’da geçiriyorduk. Hayal gibiydi.” “Angola’nın neresindeydiler?” Lena, hayretle Tomás’a baktı. Sanki Portekizli birinin bu yerleri bilmemesi garip bir şeymiş gibi. “Şey, Luanda’da tabii ki.

Bizim yanımızdaki Miramar’ın sahil, kale ve ada manzarası vardı. Mussulo ise Luanda’nın güneyindeki bir ada. Oraya hiç gitmediniz mi?” “Hayır, Angola’ya hiç gitmedim.” “Ne kötü.” Tomás, kadının onu takip etmesini işaret ederek kapıya doğru yöneldi. Lena daha da yakına geldi. Kadının boyu bir seksen civarlarındaydı. Yumuşak mavi kazağı, omuzlarına dökülen dalgalı sarı saçları ve mavi gözleriyle güzel bir uyum oluşturuyordu. Tomás, gözlerini Lena’nın boynundan yukarıda tutmak için çaba sarf ediyordu. “Söyle bakalım, seni dersime hangi rüzgâr attı?” diye sordu, kenara çekilip önce onun geçmesine izin verirken. “Erasmus Programı’yla buradayım,” dedi Lena kapıdan geçerek. “Affedersin?” dedi Tomás yutkunarak. “Erasmus Programı’yla geldim,” diye tekrarladı kadın, Tomás’a dönerek. Ana koridora çıktılar. Lena, Tomás’ı merdivenlerden yukarı takip etti.

“Erasmus Programı mı?” “Evet, programı biliyorsunuz, değil mi?” Tomás başını salladı. “Ah, evet. Tabii ki… Erasmus.” Tomás duraksadı, kadının dedikleri sonunda akıl süzgecinden geçebilmişti. “Ah! Demek Erasmus Programı öğrencisisin.” Lena gülümsedi. Tomás’ın şaşkın hali ilgisini çekmişti. Güzelliğinin onu ne kadar gerdiğinin farkına varmıştı. “Evet, size deminden beri bunu söylüyordum.” Erasmus, Avrupa’daki üniversite öğrencilerinin, bir öğretim yılı boyunca öğrenci değişimi yaptıkları bir programdı. Lizbon Yeni Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’ne gelen öğrencilerin çoğu İspanyol olsa da Kuzey Avrupa’dan da tek tük gelenler vardı. “Hangi üniversitedensin? Dersime katılacağından haberim yoktu da.” “Stockholm.” “Tarih mi okuyorsun?” “Evet.” Tomás’ın ofisine gelene kadar üç kat merdiven çıktılar.

Tomás kapının önünde durakladı ve anahtarını bulmak için ceplerini yokladı. “Neden Portekiz’e gelmeyi seçtin peki?” “İki sebebi var,” dedi Lena. “Birincisi dilden dolayı. Portekizceyi akıcı bir şekilde okuyup konuşabiliyorum. O yüzden dersleri takip etmek zor olmuyor. Yazmak ise daha zor tabii.” “Portekizce yazmakta sıkıntı yaşarsan İngilizce de kullanabilirsin. Sıkıntı olmaz.” Anahtarı çevirdi. “İkinci sebep nedir?” Lena, Tomás’ın arkasına geçti. “Bitirme tezimi büyük keşif seferleri hakkında yazmak istiyorum. Viking keşif seferleri ile Portekiz seferleri arasında bir paralellik kurmak istiyorum.” Tomás kapıyı açarak centilmence Lena’yı içeri buyur etti. Ofis dağınıktı. Okunması gereken sınav kâğıtları bir yığın oluşturmuş, masa ve yerlere kâğıtlar saçılmıştı.

“Portekiz keşifleri geniş bir konudur,” dedi Tomás, içeri sızan kış güneşini görmek için yüzünü pencereye çevirdi. “Üstleneceğin iş yükünden haberin var mı?” “Yılan balığı küçük olsa da balina olmayı kafasına koymuştur.” “Ne?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir