Julia James – Eglence Ya Da Evlilik

Markos Rauvas Notre Dame katedralinin önündeki avluda sakin ve telaşsız adımlarla dolaşıyordu. Avlu çeşitli ülkelerden turistlerle doluydu ama Markos’un buna bir itirazı yoktu. Arada sırada kalabalıklara karışmak fena gelmiyordu. Tabi bu durumdan korumalarının aynı şekilde hoşlandıklarını sanmıyordu. Taki ve Stelios patronları limuzinine dönene kadar rahat nefes alamayacaklardı. Ama bu güzel eylül günü karanlık pencereli bir limuzinin içinde dünyanın dört bir yanından gelen raporları okumakla heba edilmeyecek kadar güzel bir gündü. Ile de la Çite’ye gelince kendini arabadan atma isteği dayanılmaz bir boyuta gelmişti. Üstelik öyle görünüyordu ki yürüyerek gitse istediği yere daha çabuk gidecekti. Aslında çok fazla acelesi de yoktu. Uzun süredir görüşme halinde olduğu Fransız firmasının başkanı ile yapacağı toplantının uzun ve bunaltıcı olacağından emindi. İçini büyük bir sıkıntı kapladı. Bu sıkıntı ona tanıdık gelmekteydi ve onu bekleyen yemek fikri kadar keyif kaçırıcıydı. Aslında sıkılmak için hiç nedeni yoktu. Hayatının zirvesindeydi, otuz üç yaşındaydı, son derece sağlıklıydı ve pek çok erkeğin imrenerek izlediği bir hayat tarzı vardı. Serveti ona her şeyi sağlıyordu.


Tek bir şey dışında isteyebileceği her şeye sahipti. Bol para, dünyanın çeşitli yerlerinde mal mülk, yatlar ve özel bir jet, en iyi arabalar ve istemediği kadar çok güzel kadınla birlikte olma fırsatı. Ve yine de o tuhaf sıkıntının içini kaplamasına engel olamıyordu. Bundan kurtulması gerekiyordu. Buna hiç gerek yoktu. İşte bu yüzden de hiç de karakterine uymayan bir şey yapıyor bir turist gibi kendini sokağa atıyordu. Kafasını kaldırıp görkemli katedralin duvarlarındaki oymalara, ihtişamlı kulelerine baktı. Çevresinde değişik dillerde konuşan bir yığın turist resim çekiyor, gruplar halinde pozlar veriyorlardı. “Ah beni rahat bırakabilir misiniz lütfen?” Sağ tarafından yükselen sesle dikkati o tarafa yöneldi. İki şey dikkatini çekmişti. Sesin sahibinin İngilizce konuşması – Fransızca değil – ve uzun süredir gördüğü en göz alıcı kadın olması. İlk dikkati çeken omuzlarından aşağı dökülen uzun ve dalgalı, bakır rengi saçlarıydı. Bir an için gözünü almıştı. Ama sonra bakışları yüzüne kaydı ve öylece kalakaldı. Genç kadın sanki bir tablodan çıkmış gibiydi.

Oval yüzü, ışıl ışıl gözleri ve dolgun dudakları dikkat çekiciydi. Ama yüz ifadesi sertti ve çok sıkkın bir hali vardı. Bunun nedenini anlamak da zor değildi. İki genç adam onun yolunu kesmişler sırıtarak yürüyüp gitmesine engel oluyorlardı. Onu birlikte bir şeyler içmeye ikna etmeye çalışır bir halleri vardı. “Hayır…” dedi kızıl saçlı ısrarla, “beni rahat bırakın.” İki adamdan biri genç kadının bileğini tuttu. Genç kadın öfkeyle elini kurtarmaya çalıştı ama adam onu umursamaz bir tavırla gülümsüyordu. Markos kendini ona doğru ilerlerken buldu. Ve ağzından çıkan Fransızca cümlelerle gençlerin donup kaldığını gördü. Markos bir şeyler söyleyip gülümsedi. Ama bu gülümsemede mizahtan eser yoktu. Adamlardan biri genç kadının bileğini bırakırken kıpkırmızı olmuştu. “Merci m’sieu.” dedi genç kadın İngiliz aksanıyla.

“Benim için zevkti.” dedi Markos. Annesi İngiliz olduğu için çok iyi bir İngilizcesi vardı. Bunun hiç de İngiliz olmayan görüntüsüne pek de uymadığının kendisi de farkındaydı. Genç kadının da aynı şeyi düşündüğünden emindi. “Ancak korkarım sizi rahatsız eden son erkekler onlar olmayacak.” dedi. Genç kadın güzel dudakları ile gülümsedi. “Neden beni bir türlü rahat bırakmıyorlar ki?” Markos samimi bir kahkaha attı. “Çünkü burası Paris.” dedi ellerini iki yana açarak. “Buradaki erkekler hep bunu yapar, güzel kadınların peşine düşer.” “Ama bu çok sıkıcı.” dedi genç kadın. “Hem de aptalca.

Tanrı aşkına nasıl bir erkek sokağın ortasında bir kadın bulabileceğine inanır ki?” Markos ona baktı ve “Bence kendinize bir koruma tutmalısınız,” dedi. Genç kadın kehribar rengi gözlerini ona dikti ve “İyi günler m’sieu.” dedi. “Teşekkür ederim.” Ve arkasını dönüp yürüdü. Markos onun arkasından baktı. Genç kadın sadece yirmi metre kadar uzaklaşmıştı ki bu kez İskandinav tipli birisi onu durdurdu ve ona bir şeyler sordu. Sonra da davet eder gibi katedralin kapısını işaret etti. Genç kadın başını salladı, güneş kızıl saçlarında dans ediyordu. Ve yavaşça uzaklaştı. Ama bu kez de yanında kuzey Afrikalı biri yaklaşmıştı. Markos az önceki sakin ve telaşsız adımları ile ona ilerledi. İçindeki sıkıntı dağılmaya başlamıştı sanki. Vanessa içinde büyük bir öfkenin belirdiğini hissetti. Artık bu kadarına tahammül edemeyecekti.

Daha Paris’te ilk günüydü ve şimdiden bunalmıştı. İster bir yerde dursun ister yürüsün hemen biri geliveriyordu. Tek istediği senelerden beri hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmek ve bu rüya şehrinde gönlünce gezebilmekti. “Va’t’en!” diye haykırdı en son yanına yaklaşan tipe. “Kaybol beni rahat bırak.” “İngiliz?” diye sordu adam sırıtarak. “Sana iyi vakit geçirtirim.” Ve tam o anda arasında farklı bir ses yükseldi. Bu bildiği bir dil değildi ama bu sesi tanıyordu. Hemen arkasına dönüp baktı. Yine o aynı adamdı. Hani onu şu iki Fransız’dan kurtaran. Burasının Paris olduğunu ve Paris’te bunu normal karşılamasını ve ona bir korumaya ihtiyaç duyacağını söyleyen. O ana kadar gördüğü en yakışıklı erkekti. Ona tekrar şöyle bir baktı.

Ah Tanrım insanın ağzını açık bırakacak kadar yakışıklıydı. Fransız değildi ve yapılı vücudu onu daha etkileyici kılıyordu. İngilizceyi çok düzgün konuşuyordu ama koyu renk bir teni ve Akdenizlileri andıran bir havası vardı. Hangi milletten olduğunu tahmin etmek zordu. Onunla İngilizce, Fransızlarla Fransızca ve şimdi de bu adamla anlamadığı bir dilde konuşmuştu. Neydi bu Arapça mı? Milliyeti her ne olursa olsun nefes kesici bir erkek olduğuna şüphe yoktu. Ama buna izin veremezdi. Onu bu inanılmaz yakışıklılığına tepki vermek aptallığını gösteremezdi. Şu anda yapması gereken en son şey bir erkeğe, bu o bile olsa, cesaret vermekti. Her ne kadar iki defa onu kurtarmaya gelmiş bile olsa. Kuzey Afrikalı geldiği gibi kayboluvermişti. Derin bir nefes aldı. “Teşekkürler.” dedi. “Bence gerçekten bir korumaya ihtiyacın var.

” dedi genç adam. “Bu yabancı Johnny’ler şeytan gibiler.” Aksanı birden değişmişti, ikinci cümlede savaş öncesi filmlerini hatırlatan bir konuşma şekline kaymıştı. Vanessa ona dikkatle baktı. Gerçekten uzun boyluydu. Gözleri muzip bir ışıltıyla parlıyordu. Gözlerinin siyah olduğunu sanmıştı ama hayır griydiler. Çok koyu gri… “Yoksa bana kendinin yabancı bir Johnny olmadığını mı söylemeye çalışıyorsun?” dedi. “Belki de senin olduğundan daha İngiliz’im.” dedi genç adam. “Efendim?” “Sadece keltlerin bu kadar kızıl saçları olur.” “Büyükannem İskoç’tu.” dedi Vanessa. Kendi konuşma sesinde bir tuhaflık olduğunu duyabiliyordu. Her zamankinden farklı sanki nefes nefese gibiydi.

Her ne kadar onu iki defa kurtarmış olsa da burada bu yabancıyla konuşma için dikilmiyor olması gerekirdi. Ve genç adam sanki onun beynini okuyordu. “Biliyorsun.” diye başladı. “Şüpheye kapılmaya gerek yok. Ben çok saygılı biriyimdir. Ve eğer bana izin verirsen, sana katedral boyunca eşlik etmek bana keyif verecek. Böylece kimse sana askıntı olamaz.” Ona gülümseyerek bakıyordu ve Vanessa onun yüzünü incelemeye başladı. Yüzünde sadece nezaket ifadesi vardı ve bunun ötesinde bir ima görmemek ne tuhaftır ki genç kadını kısa bir hayal kırıklığına düşürmüştü. Üstünde bir takım elbise vardı. Çok saygın ve seçkin duruyordu. İş adamı olsa gerekti. “Tanrı aşkına sana sadece katedral boyunca eşlik etmeyi teklif etti, seks yapmayı değil.” dedi kendi kendine.

Derin bir nefes aldı ve çenesini dikleştirdi. “Teşekkürler. Bu çok iyi olur.” Markos yanındaki kızıl saçlı güzel kadına baktı. Hayatında ilk defa bir kadının ilgisi karşısında bir rakibi olduğunu görüyordu. Genç kadın hayran hayran katedrale bakmaktaydı. Ve bu da Markos’a onu inceleme fırsatı vermişti. Gerçekten nefes kesici bir kadındı. Sadece saçları değil, narin vücudu, biçimli omuzları, zarif yüz hatları göz alıcıydı. Üstelik bundan bir habermiş gibi bir hava taşıyor olması onu daha da çekici kılıyordu. Herhalde bu kız ortalıkta dolaşıp Markos da dâhil bütün erkeklerin dönüp ona tekrar bakmasına sebep olup bunun farkında olmadığına göre aklını falan kaçırmış olmalıydı. Kendi kendine güldü. Genelde sokaktan kadın bulmak pek âdeti değildi. Ama yanındaki güzel kadına tekrar bakınca, bu durumda bir istisnaya müsaade edebileceğinden kesinlikle emin oldu. Bakışları aşağılara, genç kadının dik göğüsleri, dümdüz karnı ve uzun bacaklarına indi.

Markos ister istemez üstünde özel dikilmiş bir gece kıyafeti ile ne kadar muhteşem görüneceğini düşündü. Ve tabi gösterişli mücevherler. Paris’te dünyanın en iyi mücevhercileri vardı ama gerçekten özel bir parça için nereye başvurması gerektiğini çok iyi biliyordu. Kuzeni Leo Rauvas daha yeni eski bir Rus çarına ait mücevherleri ele geçirdiğinden bahsetmişti. Herhalde bu koleksiyonun içinde bu güzel kadına çok yakışacak parçalar olsa gerekti. Safir ya da zümrüt? Markos hangisinin ona daha çok yakışacağını kestirmeye çalıştı. Belki de her ikisi de. Ona en çok neyin yakıştığını denemek kesinlikle çok keyifli olurdu. Tıpkı yataktaki güzelliğini keşfetmenin vereceği keyif kadar… Bu sıra dışı güzellik sayesine hayat birden gözüne daha güzel görünmeye başlamıştı. Ve sıkıntısı birden uçup gitmişti. Vanessa başını kaldırdı ve katedralin penceresinden içeri süzülürken kırılmaya uğrayıp gökkuşağı renkleri yansıtan gün ışığına baktı. Kulağındaki anlatıcının anlattıklarını dikkatini vermeye çalışsa da yanındaki adam dikkatini toplamasına engel oluyordu. Dönüp ona bakmak ve hatırladığı kadar nefes kesici olduğundan emin olmak isteği uyanmıştı. Ama her ne kadar bu büyük bir istek de olsa karşı koymak için elinden geleni yapacaktı. Buna mecburdu.

Buraya sadece Paris’i görmeye gelmişti, hepsi bu kadar. Bu geziyi kendisine baharda büyükbabasını kaybedince söz vermişti. Büyükannesinin üç sene önceki ölümünden sonra adamcağızın sağlığı her gün kötüleşmişti. Vanessa dikkatini başka bir şeye vermeye ihtiyaç duyacağını düşünmüştü. Hatırlayamayacak kadar çok küçük yaşta anne ve babasını bir araba kazasında kaybettikten sonra onu büyük anne ve babası büyütmüşlerdi. Son derece sevgi dolu ve özenli ebeveynler olarak aslında gereğinden fazla koruyucuydular. Onların iyiliği için ergenlik ve ilk gençlik çağında pek çok isteğini bastırmak zorunda kalmıştı. Çocukken büyükanne ve babası onun hayat kaynağıyken ergenliğinden itibaren o onların hayat kaynağı olmuştu. Ve onları terk etmesi düşünülemezdi. Bu yüzden de yaşıtı olan kızların hevesle kalkıştığı şeylerden uzak durmuştu. Uzak bir üniversitede sanat tarihi ya da yabancı dil okumak yerine yerel kolejde kütüphanecilik okumakla yetinmişti. Böylece İngiltere’nin güneyindeki küçük kasabadaki evlerinde onlarla yaşamaya devam edebilecekti. Tatillerde dünyayı gezmek yerine kasabanın kütüphanesinde çalışmıştı. Ve ziyaret etmek istediği uzak diyarları sadece kitaplarda okumuştu. Ve yaşıtları ile partilere gidip eğlenmek yerine büyük annesi ve babasıyla kültürel faaliyetlere atılmayı tercih etmişti.

Ve bu sakin hayatın sonsuza dek sürmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Büyükannesinin ölümü son derece aniydi. Ve sonra büyükbabasının durumu kötüleşince kütüphanedeki işinden ayrılıp ona bakmıştı. Ve bu da hayatını daha da kısıtlamıştı tabi. Ama hala onlara sahipken yanlarında olması gerektiğini de çok iyi biliyordu. Ve şimdi artık onlar dünyada yoktular ve istediği kadar zamanı vardı ama bu buruk bir özgürlüktü. Evde onu bekleyen kimsesi yoktu. Yine de üzüntüsüne rağmen Paris havaalanına indiği andan itibaren içinde büyük bir sevincin ve heyecanın doğmasına engel olamamıştı. Burada her şey heyecan verici ve nefes kesiciydi. Elinde valizi ile eski sokakları geçip kalacağı pansiyona yürürken tadını çıkarmaya ve görebileceği her şeyi görmeye karar vermişti. Ve Notre Dame ile başlamıştı. Ama sanki Paris’teki bütün erkekler peşine düşmüş gibiydi. Neden onu rahat bırakmıyorlardı ki? Hiç biri ile ilgilenecek değildi. Ve bu sadece tadını kaçırmaya yarıyordu. Ve şimdi de yanındaki adamın tacizi ile boğuşuyordu.

Aslında adam onu taciz falan da etmiyordu. Bu durumda bu gerçekten de taciz sayılabilir miydi? Birden bir yerde okuduğu bir cümle aklına geldi. Bir davranışın taciz sayılması için hoşunuza gitmemesi şarttır. Evet, bu doğruydu. Ve yanındaki adamın her kadının standartlarına göre hoşa gidecek bir şey olduğu da muhakkaktı. Tanrı aşkına adam sadece onu ona askıntı olan erkeklerden korumayı önermişti. Hepsi bu kadar. Sadece iyi bir centilmen gibi davranıyordu. Acaba bu adam hangi millettendi? Yan gözle genç adama baktı. Genç adam doğruca mihraba bakıyordu ve Vanessa’nın baktığını görmemişti. Genç kadın buna memnun oldu. Bu durum aslında son derece tuhaftı. Yani eğer bütün o erkekler ona askıntı olmasaydı şu anda bu adam yanında olamayacaktı. Acaba adam Akdenizli miydi? Ah Tanrı aşkına bu onu hiç ilgilendirmezdi ki! Ve şimdi turun sonuna geldiklerine göre ona kibarca teşekkür edecek ve her ikisi de kendi yollarına gidecekti. Ve onu bir daha asla görmeyecekti.

“Tamam mı?” Vanessa kulaklıkları çıkardı ve “Evet, muhteşem değil mi?” dedi. “Aslında herkesin bahsettiği kadar muhteşem olmayacağından endişeleniyordum ama gerçekten çok güzelmiş. Ve özellikle tavanı boyama şekillerine bayıldım. Orta çağda gerçekten çok güçlü bir taş boyama sanatı varmış. Ama eminim siz bunu defalarca görmüşsünüzdür.” “Aslında uzun zamandır görmedim. Üstelik her ne kadar her defasında kulelere çıkmaya niyet etsem de bunu da yapmadım.” Markos genç kadına baktı. “Senin çıkmaya niyetin var mı?” Genç kadının yutkunduğunu fark etti. “Aslında evet çıkacaktı m.” dedi Vanessa. Markos genç kadının ürkek bir hali olduğunu ve kendisinden etkilendiğini görebiliyordu ve bundan keyif aldığı da kesindi. “İyi.” dedi “O zaman neyi bekliyoruz?” Genç kadın bir an ona baktı. Markos da soru sorar gibi tek kaşını kaldırdı.

“Kulelere giriş sanırım dışardan.” dedi ve genç kadının hafifçe dirseğinden tutup kapıya götürdü. Dışarı çıktıklarında Vanessa durdu ve genç adama döndü. Markos onun kibar bir şekilde bu geziyi noktalayacağını düşündü Ama bunu yapma fırsatını vermeye niyeti yoktu. “Bu taraftan…” dedi. Şey…” dedi genç kadın. Markos gülümsedi. Her kadını etkisi altına alacak bir gülümsemeydi bu ve bu genç bayan üstünde de arzu ettiği etkiyi bırakabilmişti. Genç kadını kulelerin girişindeki sıraya soktu ve “Uzun sürmez,” dedi “Bana bir saniye izin verir misin lütfen?” Elini cebine attı ve cep telefonunu çıkardı. Taki ve Stelios’un az ileride onları izlediğini görebiliyordu. Taki telefonunu açınca Markos kibar bir sesle öğle yemeği randevusunu iptal etmesini söyledi. Mr. Dubois’i kendisi daha sonra arayacaktı. Telefonu kapattı ve tekrar cebine koydu. Genç kadın ona meraklı gözlerle bakıyordu.

“Yunanca…”dedi merakını gidermek için. “Ben de diğer yarının ne olduğunu merak etmiştim.” dedi Vanessa. Markos tekrar gülümsedi. “Annem İngiliz babam Yunanlı.” dedi. “Hiç İngiliz’e benzemiyorsun. Yunanistan’ın hangi bölgesindendin?” Markos bir çocuk olarak sayısız evi olduğunu düşündü. Yarısı İngiltere’de yarısı da Avrupa’nın değişik yerlerinde hepsi birbirinden şık ve lüks evler. Annesinin babası ile boşanma savaşını sürdürdüğü günlerde bir çocuk olarak kendini hiç bir zaman bu evlere ait hissetmemişti. Ya da herhangi bir yere. Bu yüzden de her zaman verdiği cevabı verdi. “Aslında ailem Türkiye’den gelme. Orada pek çok Rum topluluğu mevcuttur. 1919’da büyükbabam Atina’ya yerleşmiş.

Ana bugünlerde, ben hiç bir yere bağlı değilim. Ve hiç bir yer yuvam değil. Ah sıra bize geldi.” Konuyu değiştirdiklerine memnundu. Yuva kelimesi onun için anlamı olan bir kelime değildi. “Biraz daha kahve?” Vanessa başını salladı. “Hayır teşekkürler.” Bir an tereddütle baktı ve “Şey sanırım ben gitsem artık iyi olacak.” Notre Dame’ye yakın bir restoranda oturuyorlardı. Vanessa nasıl olup da buraya onunla yemeğe geldiğinden emin değildi. Öylesine oluvermişti işte. Markos Rauvas. Adı buydu. Paris ayaklarının altında uzanırken kendini takdim etmişti. “Şimdi beni her zaman Notre Dame’ın kamburu ile bir düşüneceksin.

” diyerek gülmüştü. Ve sonra aşağı inerlerken genç adam onu hafifçe omzundan tutmuş ve Markos Rauvas için öğle yemeği saatinin geldiğini haber vermişti. Bu adam onun için hala bir yabancıydı aslında. Ama yine de yemek davetini kabul etmişti. “Paris’e ve burada geçireceğin keyifli zamanlara…” dedi Markos kadehini ona doğru kaldırırken. Bu sadece bir öğle yemeği… Hepsi bu. Son derece medenice ve dostça. Paris’e ilk defa gelen yalnız bir turiste acıdığı için… diye düşünmüştü Vanessa. Bir sandalyenin arkasına sapını dolayıp sağlama aldığı çantasını çözdü ve kucağına alıp içinden cüzdanını çıkarmaya uzandı. “İki ayrı hesap ister misin rica etsem?” Markos ona baktı. Bir yenilik istemişti ve bundan büyük yenilik olmazdı. Şu ana kadar tanıştığı hiç bir kadın kendi hesabını ödemek konusunda bir girişimde bulunmamıştı. “Ben hallederim.” dedi. Genelde bu işleri korumaları hallederdi ama şimdi onlar bir başka köşede gazete okuyorlardı ve Vanessa da onları henüz fark etmemişti.

Vanessa. İsmi içinden tekrar etti. Genelde kadınlar kendilerine ilk isimleri ile hitap edilmesini daha yakın olmak için tercih ederlerdi. Oysa bu genç kadın ilk ismini söylerken neredeyse utangaç bir hava takınmıştı. Ama yine de onunla yemek yemişti. Bunun nasıl gerçek olduğundan kendisi de emin değildi. Sanki ne yaptığına kendisi de inanmaz gibi bir hali vardı. Ve bu genç adamı şaşırtmak kadar eğlendirmişti de. Hemen üzerine atlamayan bir kadın çok nadir karşısına çıkardı. Ama zaten Vanessa Ovington da nadir bulunan bir kadındı. Garson gelince Markos cüzdanından bir kart çıkarıp uzattı. Vanessa aceleyle biraz nakit para çıkardı ve masaya koydu. “Sanırım bu benim payıma yeter.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir