Karen Blixen – Yedi Harika Hikaye

Elinizdeki eser bir hikaye kitabı olmanın dışında – ve ötesinde, yaşam felsefesiyle yakından ilgili sorunları betimleyen ve irdeleyen bir vasfa sahip. Hikayelerde daima ön planda duran bir “masalcı” figürü var. Bu sayede metin, okuyucunun, anlatılanın bir “masal” olduğunu unutmasına engel oluyor. Bu etkiyi destekleyen ikinci unsur, masalcının daima geçmiş zamanda olmuş bitmiş şeyleri anlatması, üçüncü unsur ise “masalcı”nın, anlattığı hikayeyi ilk duyan kişi olması ve hiçbir yorum eklemeden başkalarına aktarmasıdır. Blixen’ın eserleri, dini, ilahi konularda nüfuz sahibi bir hikayeciyle (veya masalcı), zamanın merhametine sığınan, yabancılaştırılmış biİ” hikayeci arasında süregiden bir diyalog olarak algılanabilir. Mitler, destanlar, masallar, efsaneler, Kentaurlar, kuş-kadınlar, ayı-adamlar, at-amazonlar ve insanla hayvan arası çeşitli yaratıklar hikayelerin ayrılmaz parçalarıdır. Son olarak, elinizdeki eserin dilsel ve biçimsel özellikleri hakkında birkaç yorumda bulunmak isterim. Eserin İngilizce versiyonu, Danca metne kıyasla epey farklılıklar taşır. Karen Blixen bu eserini ilk önce İngilizce olarak yazmış ve kitabı ilk olarak Isak Dinesen adıyla Amerika’da yayımlamıştır. Blixen eseri bizzat kendisi Dancaya çevirmiştir. Yazar bu sü7 reçte yalnız metnin İngilizcesini “geliştirmekle” kalmaz, metnin bazı detaylarında değişiklikler, ufak ekleme veya eksiltmeler de yapar. Eserin İngilizce ve Danca versiyonları üzerinde kapsamlı bir karşılaştırmalı inceleme yapan Bli.xen uzmanı Kabell de benzeri bir sonuca ulaşır: “Danca metin, İngilizce metni daha genişletmiş, geliştirmiş ve netlik kazandırmıştır. ” (Aage Kabell, Karen Blixen debuterer, Münih, 1968) Elinizdeki kitap, eserin Dancasından Türkçeye çevirisi. Çeviri süresince Danca metni sistematik olarak İngilizce versiyonuyla karşılaştırdım, Kabell’in (ve diğer Blixen araştırmacılarının) görüşlerine tamamen katıldığımı belirtmek isterim.


Türkçeye layık olduğu şekilde yansıtabilmiş olmayı umuyorum. Yayıncının Notu NUR BEIER Odense, Danimarka, Eylül 2011 Kitabın Dancadan yapılan bu çevirisinde noktalama işaretlerini (özellikle de tırnaklar ve tireleri) yazarın metnine sadık kalmaya çalışarak ancak Türkçedeki kural ve alışkanlıkları da gözeterek kullanmaya çalıştık. 8 Pisa’nın Etrafındaki Yollar 1 KOKU ŞiŞESi Karamsar mizaçlı genç bir asilzade olan Kont Augustus von Schimmelmann, şişmanlık sımnnda olmasa, göze bayağı yakışıklı gelebilirdi. Pisa yakınındaki bir pansiyonun bahçesinde değirmen taşından yapılmış bir masaya oturmuş mektup yazıyordu. 1821 yılının güzel bir Mayıs akşamıydı. Mektubunu bitiremeden kalktı, pansiyonda akşam yemeği hazırlanırken, yol boyunca biraz yürüdü. Güneş batmak üzereydi, uzun ve altınsı ışık huzmeleri yol kenanndaki yüksek kavak ağaçlanmn aralanndan süzülüyordu. Hava ılık ve açıktı, yaprak ve çimen kokusuyla doluydu. Sayısız kırlangıç alçaktan ve yüksekten uçarak bu havaya karışıyor, sanki gün ışığının bu son saatlerinin tadım doyasıya çıkarmaya çalışıyordu. Kont Augustus’un aklı hala mektubundaydı. Almanya’da yaşayan bir arkadaşına yazıyordu, lngolstadt’taki mutlu okul yıllanndan bir okul arkadaşına. Kalbini açabildiği tek insana – “Ama ona tüm gerçeği yazdım mı ki yine de?” diye düşündü. – “Bu akşam onunla konuşabilmek için ömrümün bir yılım feda edebilirim, ve konuşurken yüzünü görebilmek için! – Bel9 ki de insanın tek başınayken gerçeğe sadık kalması imkansız. – Gerçek de aynen zaman gibi, insanlarla birliktelikten doğan ve ona dayanan bir kavram. Mesela Afrika’nın çok içerilerindeki, adı sanı olmayan, üzerinde hiçbir yol ve patika bulunmayan bir dağın gerçeği nedir? – Halbuki şimdi üzerinde yürüdüğüm yol, Pisa’ya çıkıyor ve Pisa hakkındaki gerçeği kitaplarda bulmak mümkün.

Bu kitaplar o gerçek konusunda hemfikir insanlar tarafından yazılmışlar ve okunmuşlar. – Issız bir adadaki bir adam hakkındaki gerçek nedir? Ve ben işte o ıssız adadaki adam gibiyim!, Bir zamanlar lngolstadt’ta öğrenciyken arkadaşlanm, önünden geçtiğim her aynada kendime bakmak adetinde olduğum için bana gülerlerdi. Kibirden zannederlerdi; benim, görünüşüm hakkında çok yüksek düşüncelere sahip olduğumu düşünürlerdi. Ama işin aslı hiç de öyle değildi. Ben aynaya nasıl göründüğümü bilmek için bakıyordum. Bir ayna – işte o bize kendimiz hakkında gerçeği söyler.” Huzursuz bir ürpertiyle hatırladı, çocukken onu eğlenmek için Kopenhag’daki büyük aynalı salonlara götürmüşlerdi. Orada insan kendini tüm açılardan seyrederdi, tavanda ve yerde, yüzlerce aynada. Ve bunlardan her biri, bakanın yüzünü ve bedenini ayn ayn çarpıtır ve kıvnlur, kısalur ve uzatır ve en garip kıvrımlarla büker eğriltir, ama yine de bakanın gerçek görünümünün bir parçasını daima muhafaza eder. Ve bu akşam ona bu ürkütücü aynalı salonlar hayatın ta kendisiymiş gibi geldi. Varlığımız da aynen böyle, tanıştığımız her bir kişinin bilincine akseder ve asla tam olarak gerçek ruhumuza benzemeyen, fakat bizim hakkımızdaki gerçeği söylediği farz edilen bir karikatüre dönüşür. – ÖVgü dolu bir portre bile sahtedir. “Fakat gerçek bir dostun ruhu,” diye düşündü Augustus, “mesela Karl’ınki gibi, o samimi bir aynadır ve orada gerçek resmimiz durur. Evet, herhalde onun dostluğuna hep sonsuz bir önem vermemin nedeni bu. Aşk da işte böyle bir şey olmalı bizim için, hayatımızın tüm yollannda, bir ruhun, bir varlığın yakınlığı gibi varolmalı, gerçek doğamızı, mutluluğıımuzu ve mutsuzluğıımuzu kendiliğinden yansıtabilmeli ve bize her şeyin bir rüya olmadığı gü- vencesini verebilmeli.

Benim için evliliğin anlamı da böyle bir şeydi – dün olanlar hakkında yarın konuşabileceğim bir kişiyle bir başka kişinin istikrarlı birlikteliği. ” Yutkundu ve aklı yazdığı mektuba gitti. Arkadaşı Karl’a, Danimarka’daki evini ve tüm yaşamını neden bırakıp gittiğini anlatmaya çalışmıştı. Kötü talihi kıskanç bir kadınla evlenmek olmuştu. “Diğer kadınlan kıskanıyordu diyemem,” diye düşündü. “Bir bakıma en az korktuğu onlardı, sebebine gelince, bir kere daima onlar içinde en güzeli ve alımlısı olduğunu biliyordu. Sonra o kadınların benim için aslında ne kadar önemsiz olduklarının da farkında olmalıydı. Karl ona Ingolstadt’taki aşk maceralanmın benim için ne kadar az şey ifade ettiğini anlatmıştı, sanat ve müzikten daha az, şehre gelen bir opera grubunun Alceste ve Don ]uan’ını seyrederken aldığım zevkten bile az – evet, hatta derslerimden ·bile daha az. Fakat o, benim arkadaşlarımı kıskanırdı, köpeğimi, Lindenborg ormanını, kumbaralanmı ve kitaplarımı. O elinde mum ve kandil, kendi korku ve endişelerinin hayaletlerini arar dururdu.” Evlenmelerinden altı ay sonraki ufak bir olayı hatırladı. Paris’teki bir arkadaşına, rahmetli Berris Kontesi’nin satışa çıkan özel eşyaları arasından satın aldırdığı bir çift pırlanta küpeyi hediye etmek için bir gün kansının odasına girdiğinde olan bir şey. Augustus kıymetli taşlardan anlardı, pırlantaların kalitesi ve kesimi hakkında bir pırlanta taciri kadar bilgisi vardı, hatta böyle şeyler takmanın erkeklere yasak olmasına bazen esef ettiği bile olmuştu. Evlendikten sonra karısına mücevherler almak ve bunları kendine nasıl yakıştırdığını görmek ona hep büyük zevk vermişti. Bu seferki seçiminden o kadar memnundu ki, küpeleri kansının ufak kulaklarına kendi takmak istedi.

Taktıktan sonra nasıl durduklarına baksın diye, ona aynayı uzattı. Kansı aynaya bakarken, kocasının gözlerinin, yüzünde değil de pırlantaların üzerinde olduğunu fark etti. Hemen küpeleri çıkardı ve kocasına uzattı. “Üzgünüm,” dedi, gözlerindeki kuruluk, yaşlara boğulmuş gözlere sonradan vuran cinsten değildi, trajikti. “Pırlantalara bu kadar düşkün olduğunu bilmiyordum.” – O günden sonra mücevher takmadı ve modelini ken11 di bulduğu, rahibelerinki gibi ciddi bir kılıkla dolaşmaya başladı, hala öyle güzel ve zarifti ki, yeni imajı yankı uyandırdı ve ardından bir taklitçiler ekolü doğdu. “Karl’a daha açık nasıl ifade edebilirdim ki,” diye düşündü Augustus, “kanının gerçekten kendi küpelerini kıskandığını? – Dünyada kim böyle bir deliliğe inanır ki. Biliyorum, onu anlayamıyorum ve onun beni mutsuz ettiği kadar ben de onu mutsuz ediyorum ki bu da normal olmalı. Gençken tüm düşüncelerimi ve ruh halimi kanınla paylaşmayı hayal ettim! – Evet ama, Malvina ile bu tamamen imkansız. Beni günde yirmi kez yalan söylemeye mecbur etti ve her bir hareketimde yüzüm ve sesimle yalan bir eda takınmaya alıştırdı beni. Hayır, eminim böyle devam edemezdi, onu terk etmekle doğruyu yaptım, birlikte olduğumuz sürece bu perişanlık sürecekti. Ama şimdi bana ne olacak? – Ne olacağımı, hayatımla ne yapacağımı bilmiyorum. Acaba bir kerecik mucizelere ve kaderin bana yardım elini uzatacağına inansam mı?” Yeleğinin cebinden ufak bir şişe çıkardı ve baktı. Bu bir koku şişesiydi, kadınların yanın asır önce kullandıkları cinsten, kalp şeklindeydi. Beyaz porselen zemin üzerine yüksek ağaçlar ve bir nehrin üzerinden geçen kavisli bir köprü resmedilmişti.

Nehrin diğer tarafında uzun kuleleri ile gül kırmızısı bir şato yükseliyordu sarp bir kayalık üzerinde ve dalgalı bir kurdele motifi üzerine şu kelimeler yazılmıştı: “samimi dostluk”. Hafif bir tebessümle düşündü Augustus, onu ltalya’ya getiren bu ufak şişeydi. Yaşlı bir kadına ecdadından kalmıştı, babasının teyzesine. Bu yaşlı kadın, hiç evlenmemişti, ama zamanının sayılı güzellerindendi. Augustus çocukluğunda ona büyük bir şefkatle bağlıydı. Teyzesi de gençliğinde ltalya’ya seyahat etmiş, o gül kırmızısı şatoda misafir olmuştu ve o zamandan beri de şato, hayatın güzelliğinin ve romantizminin sembolü olarak kalbinin bir köşesinde saklı kalmıştı. Ölümüne dek, o ufak şişenin diş ağrısından kalp ağrısına her şeyi iyi edebileceğine olan inancım yitirmemişti. Ufak bir çocukken Augustus, teyzesinin o şatoda bulduğu gizemli mutluluğu, yalnızken kendisi de hayal etmeye devam etmişti. – Şimdi teyzesi mezarında ya12 tarken, bu manzaranın nereye ait olduğunu bilen kimse de kalmamıştı. “Kim bilir,” dedi Augustus kendi kendine, küçük şişeyi yeleğinin cebine geri koyarken, “belki bir gün ben de bu nehri bulacağım, bu gri köprüden geçeceğim ve kayaların üzerinde, tam önümde o şatoyu göreceğim.” “Ne esrarengiz ve ne zorlu bir şey yaşamak,” diye düşündü Augustus, “ve tüm bunların anlamı ne? – Kendi hayatım, nasıl oluyor da bana böylesine sonsuz bir anlam ifade ediyor, dünyadaki anlamlı her şeyden çok daha fazla? – Yüzyıl sonra belki de insanlar benim bu akşamki bedbinliğimi, eğlenmek için okuyacaklar – ve hiç de eğlendirici bulmayacaklar.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir